Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır.1.Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması.2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması.3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması.4. Allah'ın af ve bağışlamasının coşması.5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.
Berat Gecesinin Mahiyeti ve Önemi
KPSS ve Öğretmenlik
KPSS başta bütün öğretmenlerin ve diğer memur adaylarının korkulu rüyası olan koskoca bir sınav. Öncelikle neden ve nasıl çıkmış ve kimlere eziyet olmuş, kimlere menfaat sağlamış bunun üzerinde durmak istiyorum. Çok önceleri öğretmenliğe atanmak için ne sınav vardı ne de böyle bir üniversite okuyup açıkta kalmak. Çok eski zamanlara gitmeye gerek yok daha yakın denebilecek tarihlerde (1980-90’lı yıllar) dönemlerinde herhangi bir fakülteden mezun olmuş kişiler, kolaylıkla öğretmenlik kadrolarına başvurabiliyorlar ve öğretmen olabiliyorlardı. Bu sayede binlerce eğitim fakültesi mezunu yanında diğer fakültelerden veteriner hekim, ziraat mühendisi, işletme, iktisat, maliye, su ürünleri gibi öğretmenlikle alakası olmayan bölümleri okumuş kişiler, üniversitelerinin kendilerine verdiği diplomalarıyla o zamanki şartlar gereği öğretmen oldular. Sonraları eğitim işinin vahametini anlayanlar; öğretmen olabilmek için "üniversitenin eğitim ile ilgili bölümlerinden okumuş" olmayı şart koştular en azından ilgili bölüm okumasalar bile, "öğretmenlik formasyon sertifikası" almayı genel kural olarak belirlediler.
Zamanın ilerlemesi ile birlikte artık öğretmen ihtiyacı, mezun olanlara oranla azalmaya başlamıştı. Bu nedenle öğretmenlik fakülteleri sayısını ve kontenjanlarını azaltmaktansa, mezun olan tüm öğretmenleri bir sınava tabi tutarak öğretmen yapmak daha akıllıca bir sistem haline geliverdi. Ve zamanla bu sistem tüm memur ve personel işleri için "sınavla alım" işine dönüşüverdi. Neden mi? Çünkü artık çok fazla mezun vardı ama devletin iş istihdamı artık mezunları karşılamaya yetmiyordu. Bu nedenle milyonların sınavla girdiği üniversite sınavlarından sonra artık üniversitelerini başarıyla bitirmiş nice mezunlar için "tekrar en iyisi olmak" adına bir kez daha sınava girmelere gerekecekti. Çünkü alınan diplomaya sahip pek çok aday her meslek için hazır vaziyette bekliyordu. Bu nedenle mantıklı olarak "bir eleme sisteminin" olması gerekiyordu. Sınav, bu nedenle net, kendi içinde adil ve kaliteli ama bir o kadar da günü kurtaran anlık bir çözümdü. Bir yılda ihtiyacından fazla mezun veren üniversite musluklarını kapatmaktansa, bu şekilde sınavla bir çözümün bulunmuş olması, daha sonraki senelerde her meslekte "aday" olan binlerin yığılmasına, üniversiteli işsizler ordusunun oluşmasına sebep oldu.
Eski zamanlarda öğretmenlik o kadar değerli bir meslekti ki, bir köyde "öğretmen olmak" sanki "o köyün en yetkili kişisi" olmuş gibi bir anlamla karşılanırdı. Öğretmenlik mesleği, o kadar gözdeydi ki, milletimiz "çocuğum öğretmen olabilse daha ne isterim" diye iç geçirirdi. Öğretmen olacak adaylar, bugün askeriye ve polisiye gibi kurumların giriş için uyguladığı "fiziksel ve bedensel yeterlilik testlerine" ayrıca "kendini düzgün biçimde ifade etme (mülakat) gibi benzeri şartlara tabi tutulurdu. Eli ayağı düzgün, vücudu sağlıklı, konuşması ve hitabeti ile göz dolduran, saygın, ahlaklı ve örnek bir kişiliğe sahip kimseler köylerden seçilir ve güzel bir eğitime tabi tutulduktan sonra öğretmen olarak atanır sonra da çocuklar, gençler gibi tazecik beyinler onların kutsal ellerine emanet edilirdi.
Sonraları ne oldu? Öğretmenlik mesleği iyice değerini yitirdi. Neden bu oldu? Çünkü artık ne "öğretmen" ne de "öğrenci" eskisi gibi değildi. Tam bir değişim olmuştu. Maddiyatın sardığı genç beyinler ile idealizmden yoksun yetişmiş ferdlerin hızla sarmaladığı bir toplum oluşmuştu. Milletin aklına, "çocuğum hiçbir şey olamasa bile öğretmen olur" düşüncesi yerleşti. Bir kişi öğretmen oldu mu; millet tarafından o kişi, artık sanki kıymetsiz ve sıradan bir meslek sahibi olmuş yaftasını yemeye başladı. Buna rağmen tezat bir şekilde üniversite sınavlarında bazı matematik, fizik gibi öğretmenlik bölümlerini kazanmak da bir o kadar da zorlaştı. Öğretmenlik puanları akıl almaz şekilde o kadar yükseldi ki tıp, diş hekimliği, mühendislik gibi bölümleri kazanabilecek durumdaki öğrenciler tarafından bilerek seçilen gözde bir meslek haline geldi. Ama bu kişiler mezun olmaya başladıklarında kendilerini bekleyen sıkıntıyı görmemişlerdi. Yılların beklettiği binlerce mezun öğretmen kitlesi, pedegojik formasyon almış eğitim fakültesi harici çeşitli fakülte mezunları ile dev yığınlar, şimdi de sınav için birbiriyle yarışmak zorunda kalmışlardı. Bu yaşanılan durum, yapısı içinde anlatılması zor güç bir tezatlık barındırıyordu. Sonuçta öğretmenliği kazanmış kişiler üniversite de aldıkları eğitim sayesinde, alanlarında en değerli kişiler olmayı hak ettiler ve bu yola baş koymuş kişiler olarak; vatanına, milletine hizmet edebilmek, gencecik dimağları bilgi yumağına çevirebilmek, coşkusunu hem kendileri hem de çevresine yaşatmak istemişlerdi. En azından öğretmenlik mesleğinin bir "şeref" olduğunu çevrelerine göstermek istemişlerdi. Binlerce yeni ya da eski mezun öğretmen adayları, devletin verdiği ilköğretim, lise ve üniversite eğitiminin boşa gitmeyeceğini, yine bu devlete hizmet ederek göstermek istemişlerdi. En doğal hakları olan öğretmenlik kadrolarına üniversite mezuniyetleri ile yerleşmek istemişlerdi. Ama ne oldu? Devletin karşısında artık çok büyük kitleler halinde bekleyen binlerce mezun vardı. Mecburen çare eleme sınavı yapmak olmuştu. Bunun için hummalı bir çalışma yapıldı ve Kısa adı KPSS olan Kamu Personeli Seçme Sınavı, 18/3/2002 tarih ve 2002/3975 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’na istinaden ilk olarak 2002 yılında ÖSYM tarafından hazırlanıp, bu tarihte uygulanmaya kondu. Yönetmeliğin amacı Madde-1’de: “Bu Yönetmeliğin amacı, ilk defa kamu hizmeti ve görevlerine atanacakların seçimi ile kamu kurum ve kuruluşlarında özel yarışma sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen mesleklere atanacakların ön elemesi amacıyla yapılacak sınavların genel ilkeleri ile usul ve esaslarını tespit etmektir.” şeklinde ifade edilmiştir.
1999 yılında Kamu Personeli Yasası’nda yapılan düzenleme ile daha önce Devlet Memurları Sınavı-DMS adı ile uygulanan sınav, bu tarihten itibaren Kurumlar için Merkezi Eleme Sınavı-KMS olarak isim ve nitelik değiştirmiştir. 120 puan türü ve 4 farklı oturumunda oluşan sınav; öğretmenlik, sözleşmeli personel, memurluk ve uzman kadroların istihdamında eleme sınavı niteliği taşımaktaydı. KMS sadece ilk ve son defa 7-8 Temmuz 2001 tarihinde uygulanmıştır. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanı Dr. Fethi Toker, 1999 yılında yapılan Devlet Memurluğu Sınavı (DMS) ile 2001 yılında yapılan kurumlar için Merkezi Eleme Sınavı'nın (KMS) birleştirilmesiyle Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) adı altında yeni bir sınavın yapılacağını açıklamasıyla birlikte bir sonraki yıl olan 2002’de ise sınav, yapılan isim değişikliği ile KPSS adını almış ve aynı yılın 6-7 Temmuz tarihlerinde ilk defa adaylara uygulanmıştır. Bunu fırsat bilen binlerce girişimci, bir anda KPSS hazırlık kitapları, KPSS dershaneleri, özel dersler gibi pek çok aktivitelerle öğretmen olmuş geç beyinlerimizi tekrar yordular ve tekrar sınav streslerine soktular.
Haklı bir sitem olarak KPSS sürecini ve KPSS sınavını çıkaranlar, öğretmenlerimizin üniversitelerinde zorluklarla okuduklarını bilmiyorlar mıydı acaba? Bilmiyorum ama tek çarelerinin nice zorluklarla okumuş ve mezun olmuş olan binlerce kişiyi tekrar sınava tabi tutmayı daha mantıklı kabul etmişlerdi. Bu mezunların içinde ailelerinden beş kuruş para almadan, gece gündüz demeden çalışarak, para kazanarak okuyan binlerce arkadaştan habersiz olmaları düşünülebilir miydi? Ailelerinin maddi imkânsızlıklarına çare olabilmek için küçük bir nebze yardımı dokunabileceğini uman gençlerimiz, üniversiteden mezun olduklarında kadrosuz kalabileceklerini hiç düşünmemişlerdi belki. Ama ne oldu okudukları onca sene boşa gitmiş gibi ellerinde diplomalarla özel eğitim kurumlarına ve dershanelere başvurdular. Bu dershane sahipleri de onlara gereken önemi nasıl versin? Zaten muhtaç durumdaki adaylarımızı gereğinden fazla çalıştırtıp daha az ücret vererek onları kullandılar, sömürdüler ve adeta ezdiler. Kimi sigortasız çalıştı, kimi çalıştığı kurumdan ücret bile alamadı. Yani bu sınavın zararını azami şekilde gören sevgili öğretmen adaylarımız oldu. En büyük faydayı gören de KPSS için hazırlık kitaplarını ardı ardına yayınlayan yayınevleri, KPSS dershaneleri ve her yıl binlerce adaydan milyonları alan diğer sayamadığımız kişi ve kurumlar gördü.
Aslında büyük bir ikilem içerisindeyiz. Herkese imkânlar verip herkesi bir yerlere getirmek için zorunlu olarak okutup mezun etmek için yoğun bir uğraş vermek mi, yoksa hedef kitlemizin içerisinden isteğe bağlı lise ve üniversite eğitimi ile bazılarını seçip onlara iyi ve kaliteli imkanlarla eğitim vermek mi? Bu sorunun ikisine de mantıklı cevaplar verilebilir. Ama hangisi en doğrudur, doğrusu iyice araştırılıp üzerinde düşünülmesi gerekir. Geçmişte ve günümüzde büyük devlet olmuş halkların eğitim sistemlerinin incelenmesi, bizlere bir sorunun cevabını bulmada bir fikir verebilir. Ancak bu şekilde mantıklı, tutarlı, adil, düzenli ve senelerce eskimeyen bir eğitim projesi üretmiş oluruz.
Bizler nice zorluklarla okumuş bireyler olarak, devletimizin verdiği imkânlardan sonuna kadar yararlanmak ve bu devlete en güzel şekilde hizmet edebilmek amacıyla, bayrağımızın dalgalandığı her yerde; her yaştan, her sınıftan insana, eğitim ve öğretim götürebilmek için öğretmen olduk. İçimizdeki insan sevgisini, yardımlaşma duygusunu ve paylaşmayı aktarabilmek için bu mesleği seçtik ve bu uğurda yemin ettik. Şimdi en doğal hakkımız olan öğretmenliğimizi, diplomamızın azıcık değeri varsa kadrolu olarak bu hizmetimizi yapmak istiyoruz. Okuduğumuz senelerin hatırına atanıp, bu milletin evladına hizmet etmek istiyoruz. Bu konuda gerekenin yapılmasını da bizi yöneten değerli büyüklerimizden saygıyla talep ediyoruz.
13.08.2008
Kadir PANCAR
Kaynaklar:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kamu_Personeli_Seçme_Sınavı
http://www.habervitrini.com/egitim/dms-ile-kms-sinavlari-birlestirildi-26421/
http://kpss.com.tr/lang-tr/tarihce.cgi E.Tarihi: 10 Ağustos 2008
http://www.osym.gov.tr/belge/1-5727/20-nisan-2001-tarihli-kms-basin-duyurusu.html
http://www.memurlar.net/haber/201/ 15Nisan 2003 Haber Metni
Edit.Not:
Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Matematik öğretmenliği bölümünden mezun olduktan
sonra 2006, 2007, 2008, 2009 KPSS'lerine girmiş, dersane ve özel sektörde çokça
ezilmiş bir kişi olarak; asker dönüşünde yazdığım bu yazıda, o zamanki
heyecan ve uslüp içindeki kelimeler biraz sitemlerle dolu olmasına rağmen
ümidimi yitirmeden, pes etmeden KPSS hazırlık sürecine devam ettim. Yoğun
çalışmaların ardından öğretmenlik mesleğine 2009 yılı atamasıyla atandım. Allah
bu süreci yaşayan herkese başarı ve kolaylıklar versin. Ümidinizi kaybetmeyin,
isyan etmeyin, asla hak yemeyin hakka girmeyin, kimseyi sömürmeyin ve
çalışmalarınızı aksatmayın. Sabredip duaya devam ederseniz Allah, emeklerinizin
karşılığını eninde sonunda verecektir. [OCAK/2010]
Açılır bahtımız bir gün-İbrahim Hakkı
İbrahim Hakkı Hz. Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale İlçesi’nde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadıyla Tillo’ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hz.’ni bularak hizmetine girmiştir. Hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” (“İki kanatlı”) ünvanını elde etmiştir.
Açılır bahtımız bir gün hemen battıkça batmaz yaSebepler halk eder Hâlik kerem bâbın kapatmaz ya.Benim Hakk'a münacâtım değildir rızk için hâşâHüdâ Rezzâk-ı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya.
2. Mârifetnâme. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması bakımından da özel bir değer taşımaktadır.
3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir (eserin kaynakları hakkında bk. a.g.e., sy. 23 [1996], s. 89-92).
4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35). Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir.
5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī). Müellif bu eserini 1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576).
6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381).
7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. 1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3413, 3812).
8. Kenzü’l-fütûh. 1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3316). Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.
9. Defînetü’r-rûh. 1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir.
10. Rûhu’ş-şürûh. 1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381/3).
11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile 1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1462).
12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir.
13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.
Allah'ın Rızâsı
Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate baktı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur.
(Mektubat, İmam Rabbani –Cild 1, Mektub 29 )