Berat Gecesinin Mahiyeti ve Önemi

Yıllık bir program çerçevesinde yürütülen ticari faaliyetler, yıl sonunda o program esaslarına göre kontrol) ve teftiş edilir. Kâr zarar hesapları yapılır. Kesin hesabın tespitinden sonra da gelecek yılın programı hazırlanarak şeklini alır. Her yıl tekrar edilen bu kontrol ve tespit işlemleri sayesinde ekonomik hayatta istikrarlı ve sağlam bir ilerlemenin temini mümkün olur. Bu misalin ışığında manevi hayatımıza ve faaliyetlerimize de bir bakalım. Dünya, âhiret hayatının kazanılması için yaratılmış bir manevi ticaret yeri olduğuna göre, o ticaretle ilgili faaliyetlerin de yıllık muhasebeye tabi olması da gayet tabiidir.



Bu muhasebenin vakti üç ayların içindedir. Berat Kandili ile başlayıp Kadir Gecesiyle biten devreye rastlar. Duhan Sûresinin 2., 3. ve 4. âyetlerinin Berat Gecesinden bahsettiği bildirilmektedir. Âyetlerin meali şöyle: "O apaçık kitaba and olsun ki, biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Bütün hikmetli işler o gecede tefrik olunur." (Duhan Suresi/2-4) 
Bu âyetler hakkında iki görüş vardır. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece Kadir Gecesidir. İkrime bin Ebi Cehil'in de dahil olduğu bir grup alim ise; bu gecenin Berat Gecesi olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsiri birleştiren diğer bir görüşe göre de, hikmetli işlerin ayırımının yapılmasına Berat Gecesinde başlanmakta ve bu işlem Kadir Gecesine kadar devam etmektedir.

Tefsirlerde bu gece ile ilgili olarak şu şekilde izahlar yer almaktadır: Vergi ödendiği zaman nasıl ki vergi borçlusuna borcundan kurtulduğunu gösteren bir belge veriliyorsa, Allah Azze ve Celle de Berat Gecesinde mü'min kullarına berat yazar. Zaten bu gecenin dört adı vardır: "Mübarek Gece", "Berae Gecesi", "Sakk Gecesi. Belge ve senet. (Allah Teala bu gece mü'min kullarına beraet yazar)", "Rahmet Gecesi.""Berat, beraet" kelimesi "el-berâe" kelimesinin Türkçedeki kullanılış şeklidir. Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demektir."Berâet" iki şey arasında ilişki olmaması, kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması anlamına gelmektedir.

Mü'minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup İlâhî bağışa ermeleri umulduğu için de Berat Gecesi denmiştir. Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke'deki Kabe istikametine çevrilmesinin Hicretin ikinci yılında Berat Gecesinde gerçekleştiğini kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır. 

Recep, Şaban ve Ramazan ayları mübarek aylardır. Nitekim Hz. Peygamber, Recep ayı girdiğinde “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 259).



Ramazan ayında oruç tutmak farzdır (Bakara, 2/184-185). Recep ve Şaban aylarında ise; Hz. Peygamberin (s.a.s.) diğer aylara oranla daha fazla nafile oruç tuttuğu, ancak Ramazan’ın dışında hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmediği hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Savm, 52-53; Müslim, Sıyâm, 173-79). 

Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam diğer aylara göre bu ayda daha çok ibadet ve taatte bulunurlardı. “Şaban benim ayımdır.” “Şaban günahları temizleyendir” buyurarak kadrini yüceltirdi. Receb ayı geldiği zaman da “Allahım, Receb ve Şaban (ayını) bize mübarek ve bereketli kıl” buyururdu. Böylece dua ve niyazlarında bu ayların kudsiyetini dile getirmişlerdir.

Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır.
1.Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması.
2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması.
3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması.
4. Allah'ın af ve bağışlamasının coşması.
5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.

Şaban ayının on beşinci gecesinde kılınmak üzere, yüz rekatlik bir şükür namazı, çeşitli ibadet ve dua kitaplarında rivayet edilmiştir. Bu namazın her rekatında, Fatihadan sonra on kere ihlas süresi okunur. Yüz rekat kılan kişi bin defa ihlas süresini okumuş olur. Bu namaza hayır namazı da denmiştir. Geçmiş büyükler bu namazı toplu halde cemaatle de kılmışlardır. Hasan-ı Basri Rahmetullahı Aleyh'den gelen rivayete göre: "Otuz sahabeden dinledim, bu namaz için şöyle dediler: "Her kim bu namazı, berat gecesi kılar ise. Allah-u Teala'nın yetmiş rahmet nazarı ona ulaşır. Her nazarda, kendisinin yetmiş ihtiyacı yerine gelir. Bunların en küçüğü, Allah-u Teala'nın mağfiretidir. 

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:"Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin." 

Bazı mâna büyüklerinin de bu gece ile ilgili olarak şöyle bir duası vardır:
"Allahım, şayet ismimi saîdler defterine yazdıysan, orada sabit kıl. Şayet ismimi şakiler defterine yazdıysan oradan sil. Çünkü Sen buyurdun ki, 'Allah dilediğini siler yok eder, dilediğini de sabit bırakır, Levh-i Mahfuz Onun katındadır." 

Bu idrak ve şuur içinde ihya edeceğimiz Berat Gecesinin ve hassaten üç ayların, hepimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ederim.

KPSS ve Öğretmenlik

KPSS başta bütün öğretmenlerin ve diğer memur adaylarının korkulu rüyası olan koskoca bir sınav. Öncelikle neden ve nasıl çıkmış ve kimlere eziyet olmuş, kimlere menfaat sağlamış bunun üzerinde durmak istiyorum. Çok önceleri öğretmenliğe atanmak için ne sınav vardı ne de böyle bir üniversite okuyup açıkta kalmak. Çok eski zamanlara gitmeye gerek yok daha yakın denebilecek tarihlerde (1980-90’lı yıllar) dönemlerinde herhangi bir fakülteden mezun olmuş kişiler, kolaylıkla öğretmenlik kadrolarına başvurabiliyorlar ve öğretmen olabiliyorlardı.  Bu sayede binlerce eğitim fakültesi mezunu yanında diğer fakültelerden veteriner hekim, ziraat mühendisi, işletme, iktisat, maliye, su ürünleri gibi öğretmenlikle alakası olmayan bölümleri okumuş kişiler, üniversitelerinin kendilerine verdiği diplomalarıyla o zamanki şartlar gereği öğretmen oldular. Sonraları eğitim işinin vahametini anlayanlar; öğretmen olabilmek için "üniversitenin eğitim ile ilgili bölümlerinden okumuş" olmayı şart koştular en azından ilgili bölüm okumasalar bile, "öğretmenlik formasyon sertifikası" almayı genel kural olarak belirlediler.

Zamanın ilerlemesi ile birlikte artık öğretmen ihtiyacı, mezun olanlara oranla azalmaya başlamıştı. Bu nedenle öğretmenlik fakülteleri sayısını ve kontenjanlarını azaltmaktansa, mezun olan tüm öğretmenleri bir sınava tabi tutarak öğretmen yapmak daha akıllıca bir sistem haline geliverdi. Ve zamanla bu sistem tüm memur ve personel işleri için "sınavla alım" işine dönüşüverdi. Neden mi? Çünkü artık çok fazla mezun vardı ama devletin iş istihdamı artık mezunları karşılamaya yetmiyordu. Bu nedenle milyonların sınavla girdiği üniversite sınavlarından sonra artık üniversitelerini başarıyla bitirmiş nice mezunlar için "tekrar en iyisi olmak" adına bir kez daha sınava girmelere gerekecekti. Çünkü alınan diplomaya sahip pek çok aday her meslek için hazır vaziyette bekliyordu. Bu nedenle mantıklı olarak "bir eleme sisteminin" olması gerekiyordu. Sınav, bu nedenle net, kendi içinde adil ve kaliteli ama bir o kadar da günü kurtaran anlık bir çözümdü. Bir yılda ihtiyacından fazla mezun veren üniversite musluklarını kapatmaktansa, bu şekilde sınavla bir çözümün bulunmuş olması, daha sonraki senelerde her meslekte "aday" olan binlerin yığılmasına, üniversiteli işsizler ordusunun oluşmasına sebep oldu.

Eski zamanlarda öğretmenlik o kadar değerli bir meslekti ki, bir köyde "öğretmen olmak" sanki "o köyün en yetkili kişisi" olmuş gibi bir anlamla karşılanırdı. Öğretmenlik mesleği, o kadar gözdeydi ki, milletimiz "çocuğum öğretmen olabilse daha ne isterim" diye iç geçirirdi. Öğretmen olacak adaylar, bugün askeriye ve polisiye gibi kurumların giriş için uyguladığı    "fiziksel ve bedensel yeterlilik testlerine" ayrıca "kendini düzgün biçimde ifade etme (mülakat) gibi benzeri şartlara tabi tutulurdu. Eli ayağı düzgün, vücudu sağlıklı, konuşması ve hitabeti ile göz dolduran, saygın, ahlaklı ve örnek bir kişiliğe sahip kimseler köylerden seçilir ve güzel bir eğitime tabi tutulduktan sonra öğretmen olarak atanır sonra da çocuklar, gençler gibi tazecik beyinler onların kutsal ellerine emanet edilirdi. 

Sonraları ne oldu? Öğretmenlik mesleği iyice değerini yitirdi. Neden bu oldu? Çünkü artık ne "öğretmen" ne de "öğrenci" eskisi gibi değildi. Tam bir değişim olmuştu. Maddiyatın sardığı genç beyinler ile idealizmden yoksun yetişmiş ferdlerin hızla sarmaladığı bir toplum oluşmuştu. Milletin aklına, "çocuğum hiçbir şey olamasa bile öğretmen olur" düşüncesi yerleşti. Bir kişi öğretmen oldu mu; millet tarafından o kişi, artık sanki kıymetsiz ve sıradan bir meslek sahibi olmuş yaftasını yemeye başladı. Buna rağmen tezat bir şekilde üniversite sınavlarında bazı matematik, fizik gibi öğretmenlik bölümlerini kazanmak da bir o kadar da zorlaştı. Öğretmenlik puanları  akıl almaz şekilde o kadar yükseldi ki tıp, diş hekimliği, mühendislik gibi bölümleri kazanabilecek durumdaki öğrenciler tarafından bilerek seçilen gözde bir meslek haline geldi. Ama bu kişiler mezun olmaya başladıklarında kendilerini bekleyen sıkıntıyı görmemişlerdi. Yılların beklettiği binlerce mezun öğretmen kitlesi, pedegojik formasyon almış eğitim fakültesi harici çeşitli fakülte mezunları ile dev yığınlar, şimdi de sınav için birbiriyle yarışmak zorunda kalmışlardı. Bu yaşanılan durum, yapısı içinde anlatılması zor güç bir tezatlık barındırıyordu. Sonuçta öğretmenliği kazanmış kişiler üniversite de aldıkları eğitim sayesinde, alanlarında en değerli kişiler olmayı hak ettiler ve bu yola baş koymuş kişiler olarak; vatanına, milletine hizmet edebilmek, gencecik dimağları bilgi yumağına çevirebilmek, coşkusunu hem kendileri hem de çevresine yaşatmak istemişlerdi. En azından öğretmenlik mesleğinin bir "şeref" olduğunu çevrelerine göstermek istemişlerdi. Binlerce yeni ya da eski mezun öğretmen adayları, devletin verdiği ilköğretim, lise ve üniversite eğitiminin boşa gitmeyeceğini, yine bu devlete hizmet ederek göstermek istemişlerdi. En doğal hakları olan öğretmenlik kadrolarına üniversite mezuniyetleri ile yerleşmek istemişlerdi. Ama ne oldu? Devletin karşısında artık çok büyük kitleler halinde bekleyen binlerce mezun vardı. Mecburen çare eleme sınavı yapmak olmuştu. Bunun için hummalı bir çalışma yapıldı ve Kısa adı KPSS olan Kamu Personeli Seçme Sınavı, 18/3/2002 tarih ve 2002/3975 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’na istinaden ilk olarak 2002 yılında ÖSYM tarafından hazırlanıp, bu tarihte uygulanmaya kondu. Yönetmeliğin amacı Madde-1’de: “Bu Yönetmeliğin amacı, ilk defa kamu hizmeti ve görevlerine atanacakların seçimi ile kamu kurum ve kuruluşlarında özel yarışma sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen mesleklere atanacakların ön elemesi amacıyla yapılacak sınavların genel ilkeleri ile usul ve esaslarını tespit etmektir.” şeklinde ifade edilmiştir. 

1999 yılında Kamu Personeli Yasası’nda yapılan düzenleme ile daha önce Devlet Memurları Sınavı-DMS adı ile uygulanan sınav, bu tarihten itibaren Kurumlar için Merkezi Eleme Sınavı-KMS olarak isim ve nitelik değiştirmiştir. 120 puan türü ve 4 farklı oturumunda oluşan sınav; öğretmenlik, sözleşmeli personel, memurluk ve uzman kadroların istihdamında eleme sınavı niteliği taşımaktaydı. KMS sadece ilk ve son defa 7-8 Temmuz 2001 tarihinde uygulanmıştır. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanı Dr. Fethi Toker, 1999 yılında yapılan Devlet Memurluğu Sınavı (DMS) ile 2001 yılında yapılan kurumlar için Merkezi Eleme Sınavı'nın (KMS) birleştirilmesiyle Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) adı altında yeni bir sınavın yapılacağını açıklamasıyla birlikte bir sonraki yıl olan 2002’de ise sınav, yapılan isim değişikliği ile KPSS adını almış ve aynı yılın 6-7 Temmuz tarihlerinde ilk defa adaylara uygulanmıştır. Bunu fırsat bilen binlerce girişimci, bir anda KPSS hazırlık kitapları, KPSS dershaneleri, özel dersler gibi pek çok aktivitelerle öğretmen olmuş geç beyinlerimizi tekrar yordular ve tekrar sınav streslerine soktular.

Haklı bir sitem olarak KPSS sürecini ve KPSS sınavını çıkaranlar, öğretmenlerimizin üniversitelerinde zorluklarla okuduklarını bilmiyorlar mıydı acaba? Bilmiyorum ama tek çarelerinin nice zorluklarla okumuş ve mezun olmuş olan binlerce kişiyi tekrar sınava tabi tutmayı daha mantıklı kabul etmişlerdi. Bu mezunların içinde ailelerinden beş kuruş para almadan, gece gündüz demeden çalışarak, para kazanarak okuyan binlerce arkadaştan habersiz olmaları düşünülebilir miydi? Ailelerinin maddi imkânsızlıklarına çare olabilmek için küçük bir nebze yardımı dokunabileceğini uman gençlerimiz, üniversiteden mezun olduklarında kadrosuz kalabileceklerini hiç düşünmemişlerdi belki. Ama ne oldu okudukları onca sene boşa gitmiş gibi ellerinde diplomalarla özel eğitim kurumlarına ve dershanelere başvurdular. Bu dershane sahipleri de onlara gereken önemi nasıl versin? Zaten muhtaç durumdaki adaylarımızı gereğinden fazla çalıştırtıp daha az ücret vererek onları kullandılar, sömürdüler ve adeta ezdiler. Kimi sigortasız çalıştı, kimi çalıştığı kurumdan ücret bile alamadı. Yani bu sınavın zararını azami şekilde gören sevgili öğretmen adaylarımız oldu. En büyük faydayı gören de KPSS için hazırlık kitaplarını ardı ardına yayınlayan yayınevleri, KPSS dershaneleri ve her yıl binlerce adaydan milyonları alan diğer sayamadığımız kişi ve kurumlar gördü.

Aslında büyük bir ikilem içerisindeyiz. Herkese imkânlar verip herkesi bir yerlere getirmek için zorunlu olarak okutup mezun etmek için yoğun bir uğraş vermek mi, yoksa hedef kitlemizin içerisinden isteğe bağlı lise ve üniversite eğitimi ile bazılarını seçip onlara iyi ve kaliteli imkanlarla eğitim vermek mi? Bu sorunun ikisine de mantıklı cevaplar verilebilir. Ama hangisi en doğrudur, doğrusu iyice araştırılıp üzerinde düşünülmesi gerekir.  Geçmişte ve günümüzde büyük devlet olmuş halkların eğitim sistemlerinin incelenmesi, bizlere bir sorunun cevabını bulmada bir fikir verebilir.  Ancak bu şekilde mantıklı, tutarlı, adil, düzenli ve senelerce eskimeyen bir eğitim projesi üretmiş oluruz.

Bizler nice zorluklarla okumuş bireyler olarak, devletimizin verdiği imkânlardan sonuna kadar yararlanmak ve bu devlete en güzel şekilde hizmet edebilmek amacıyla, bayrağımızın dalgalandığı her yerde; her yaştan, her sınıftan insana, eğitim ve öğretim götürebilmek için öğretmen olduk. İçimizdeki insan sevgisini, yardımlaşma duygusunu ve paylaşmayı aktarabilmek için bu mesleği seçtik ve bu uğurda yemin ettik. Şimdi en doğal hakkımız olan öğretmenliğimizi, diplomamızın azıcık değeri varsa kadrolu olarak bu hizmetimizi yapmak istiyoruz. Okuduğumuz senelerin hatırına atanıp, bu milletin evladına hizmet etmek istiyoruz. Bu konuda gerekenin yapılmasını da bizi yöneten değerli büyüklerimizden saygıyla talep ediyoruz.

13.08.2008

Kadir PANCAR



Kaynaklar:  

http://tr.wikipedia.org/wiki/Kamu_Personeli_Seçme_Sınavı

http://www.habervitrini.com/egitim/dms-ile-kms-sinavlari-birlestirildi-26421/

http://kpss.com.tr/lang-tr/tarihce.cgi E.Tarihi: 10 Ağustos 2008

http://www.osym.gov.tr/belge/1-5727/20-nisan-2001-tarihli-kms-basin-duyurusu.html

http://www.memurlar.net/haber/201/ 15Nisan 2003 Haber Metni

 

Edit.Not: 

Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Matematik öğretmenliği bölümünden mezun olduktan sonra 2006, 2007, 2008, 2009 KPSS'lerine girmiş, dersane ve özel sektörde çokça ezilmiş bir kişi olarak; asker dönüşünde yazdığım bu yazıda, o zamanki heyecan ve uslüp içindeki kelimeler biraz sitemlerle dolu olmasına rağmen ümidimi yitirmeden, pes etmeden KPSS hazırlık sürecine devam ettim. Yoğun çalışmaların ardından öğretmenlik mesleğine 2009 yılı atamasıyla atandım. Allah bu süreci yaşayan herkese başarı ve kolaylıklar versin. Ümidinizi kaybetmeyin, isyan etmeyin, asla hak yemeyin hakka girmeyin, kimseyi sömürmeyin ve çalışmalarınızı aksatmayın. Sabredip duaya devam ederseniz Allah, emeklerinizin karşılığını eninde sonunda verecektir. [OCAK/2010]

Açılır bahtımız bir gün-İbrahim Hakkı

Manzum ve düz yazı olarak eser yazmış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin en önemli eserleri Divan ve Marifetname'dir. Erzurumlu İbrahim Hakkı, astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji, ve din ile ilgili pek çok bilimsel çalışmalar yapmıştır. Tasavvufî konularla birlikte, fen bilimleri hakkında da geniş bilgileri kapsayan Marifetname adlı eseri, ansiklopedik bir özellik taşımaktadır. 1757'de tamamlanan Marifetname, yalın ve halkın anlayabileceği bir dil ile yazılmıştır.

Yaşadığı devrin önde gelen alimlerinden biri olan İbrahim Hakkı Hazretlerinin hayat hikayesinden kısaca bahsetmek ve defalarca okuduğum bir  şiirini de buraya alıntılamak istiyorum.

İbrahim Hakkı Hz. Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale İlçesi’nde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadıyla Tillo’ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hz.’ni bularak hizmetine girmiştir. Hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” (“İki kanatlı”) ünvanını elde etmiştir.

Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hz. hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide ve pek çok ilim dalında büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük alim, kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam alemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler, onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir. İbrahim Hakkı Hz. üç sefer Hacc’a gitmiştir. İlk hac farizasını 1738’de, ikincisini 1763’te, son haccını da 1767’de yapmıştır. İbrahim Hakkı Hz. 1758’de İstanbul’a gitmiş, bu gidişinde saraya özel olarak davet edilmiştir. Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Açılır bahtımız bir gün hemen battıkça batmaz ya 
Sebepler halk eder Hâlik kerem bâbın kapatmaz ya. 
Benim Hakk'a münacâtım değildir rızk için hâşâ 
Hüdâ Rezzâk-ı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya.

Eserleri. İbrâhim Hakkı’nın çoğu Türkçe olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakamlar verilmiştir. 1. Divan. 1168 (1755) yılında oğlu İsmâil Fehîm için tertip edilmiştir (yazma nüshaları için bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42). 1263’te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasavvufî mahiyette 366 gazelden oluşan “İlâhînâme” başlıklı bölüm yer almaktadır.

2. Mârifetnâme. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması bakımından da özel bir değer taşımaktadır.

3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir (eserin kaynakları hakkında bk. a.g.e., sy. 23 [1996], s. 89-92).

4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35). Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir.

5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī). Müellif bu eserini 1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576).

6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381).

7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. 1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3413, 3812).

8. Kenzü’l-fütûh. 1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3316). Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.
 
9. Defînetü’r-rûh. 1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir.

10. Rûhu’ş-şürûh. 1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381/3).

11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile 1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1462).

12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir.

13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.

Kaynakça: 
MUSTAFA ÇAĞRICI, "İBRÂHİM HAKKI ERZURÛMÎ", TDV İslâm Ansiklopedisi,
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-hakki-erzurumi (19.03.2021).


Allah'ın Rızâsı

Mektubatı İmam Rabbani'den farzların ehemmiyeti, Allah'ın rızasını kazanmanın yolları, ibadet, ihlas ve tasavvuf halleri hakkında yazılmış bir mektubu paylaşalım. 

“İnsanı Allahü Teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir. 

Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate baktı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. 

Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar altun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve seher vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. 


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ etmişdir. “ “Şunu da söyliyelim ki, abdestsizliği gidermek için veyâ sevâb kazanmak için abdest almakda kullanılmış olan suya (Müsta’mel su) denir. Bu suyun içilmesi için kimseye izn vermeyiniz! Çünki, İmâm-ı a’zama göre müsta’mel su, kaba necsdir. Fıkh âlimleri bu suyun içilmesini yasak etmişlerdir. Bu suyu içmenin mekrûh olduğunu bildirmişlerdir. Evet, abdest aldıkdan sonra ibrikde kalan kullanılmamış sudan içmek şifâ olur demişlerdir. Eğer böyle olduğuna inanan bir kimse isterse, bu kullanılmamış sudan veririz. Bu fakîr, Dehli şehrine son gitdiğim zemân bu iş başıma gelmişdi. Sevdiklerimizden birkaçına rü’yâda, bu fakîrin abdestde kullandığı müsta’mel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmezlerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. Böyle şey olmaz diye çok karşı geldi isem de, fâidesi olmadı. Fıkh kitâblarına bakdım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kerre yıkadıktan sonra, (Kurbet) ya’nî sevâb kazanmak niyyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su müsta’mel olmuyor. Bu sevdiklerimizin yalvarması üzerine niyyet etmeden dördüncü yıkamakda kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim.” 

“[Allah için yapılan secde, kıbleye karşı yapılır. Başka tarafa yapılan secde hiçbir zemân câiz değildir.]” 

“Şunu da bildirelim ki, tesavvuf yolunda ilerliyenlerin bilgileri, hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de, amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için, bunları tanımak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, islâmiyyetin ahkâmını ya’nî emrlerini ve yasaklarını, meselâ, nemâzın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış verişlerin ve nikâh, talâk gibi mu’âmelâtın bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlânın insana emr etdiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunları öğrenmek, her müslimâna elbette lâzımdır.

Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikden sonra birer cihâd vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde etdikden sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, kıymetli toplantılarınızda, tesavvuf kitâbları okunulduğu gibi, fıkh kitâblarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Fârisî dilinde yazılmış fıkh kitâbları çokdur. (Mecmû’a-i hânî) ve (Umde-tül-islâm) ve (Kenz-i fârisî) fıkh kitâbları çok kıymetlidir. Hattâ tesavvuf kitâbları okunmasa da, zararı olmaz; çünki, tesavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Fıkh kitâblarını okumamak ise, zararlı olabilir” 

(Mektubat, İmam Rabbani –Cild 1, Mektub 29 )