"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal ATATÜRK
Genel kabul görmüş bir tarife göre kültür, bir toplumun yaşam biçimidir.
Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken
kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içine girmektedir. Diğer bir
görüşe göre kültür; teknik, iktisadi, içtimai, siyasi ve fikri formasyonu
ihtiva eden kendini bilme hareketidir. ...Kişilik, edindiği kültür kadar
gerçeklik ve güce sahip olmaktadır; o kendi kendine varolmaya ulaşıncaya
kadar "kültür edinmektedir" ve ancak böylece kendi kendine varolmakta ve o
zaman gerçek bir varlığa kavuşmaktadır.(1) UNESCOda ittifakla kabul edilen
tarife göre (ise) kültür, bir insan topluluğunun kendi tarihi hususunda
sahip olduğu bilinç demektir. Bu insan topluluğu, bu tarihi gelişme
bilincine dayanarak varlığını devam ettirme azmini gösterir ve gelişmesini
sağlar.(2)
Millî Kültür konusunda ise değişik görüşler olmakla birlikte, ülkemizde başlıca üç görüş vardır. Bunlardan gelenekçi görüş, millî kültür değerlerinde bir ayrım yapmaz. Tarihi olanla, millî olan birbirine karışmıştır. Değişmez ve değişmemesi gereken değerlerle, üretim biçimi, yerleşim dokusu sonucu oluşan değerlerin tamamı kıskançlıkla korunmak istenilir...İkinci görüş, "evrensel kültür" adını verdikleri Batı kültürünün, ülkemizde uygulanmasını (isteyenlerin ileri sürdüğü görüşün) adıdır. Üçüncü ve doğru olan görüş; Millî kültürü, temellerini oluşturan değişmez değerleri koruyarak, gelişen teknolojiye uygun, sanayi ve sanayi ötesi toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirmek ve çağdaşlaştırmaktır.(3) Bu üçüncü görüşü en güzel biçimiyle Yunus Emre ve Hz. Mevlana formüle etmişlerdir. Yunus bir şiirinde şöyle seslenir "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası."Mevlana Celaleddin Rûmi ise Mesnevide şöyle söylüyor; "Geçen gün geçti cancağızım, gelen yeni bir gündür, yeni şeyler söylemenin çağıdır..." ve Mevlana aynı konudaki hikmetli sözlerine devam ederek şöyle der;
"Bir ayağımız sımsıkı millî ruh kökümüzde, Bir ayağımızla dolaşalım evrenleri..." (Mevlana)
Millî Kültür konusunda ise değişik görüşler olmakla birlikte, ülkemizde başlıca üç görüş vardır. Bunlardan gelenekçi görüş, millî kültür değerlerinde bir ayrım yapmaz. Tarihi olanla, millî olan birbirine karışmıştır. Değişmez ve değişmemesi gereken değerlerle, üretim biçimi, yerleşim dokusu sonucu oluşan değerlerin tamamı kıskançlıkla korunmak istenilir...İkinci görüş, "evrensel kültür" adını verdikleri Batı kültürünün, ülkemizde uygulanmasını (isteyenlerin ileri sürdüğü görüşün) adıdır. Üçüncü ve doğru olan görüş; Millî kültürü, temellerini oluşturan değişmez değerleri koruyarak, gelişen teknolojiye uygun, sanayi ve sanayi ötesi toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirmek ve çağdaşlaştırmaktır.(3) Bu üçüncü görüşü en güzel biçimiyle Yunus Emre ve Hz. Mevlana formüle etmişlerdir. Yunus bir şiirinde şöyle seslenir "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası."Mevlana Celaleddin Rûmi ise Mesnevide şöyle söylüyor; "Geçen gün geçti cancağızım, gelen yeni bir gündür, yeni şeyler söylemenin çağıdır..." ve Mevlana aynı konudaki hikmetli sözlerine devam ederek şöyle der;
"Bir ayağımız sımsıkı millî ruh kökümüzde, Bir ayağımızla dolaşalım evrenleri..." (Mevlana)
Prof. Dr. Mehmet Kaplan Nesillerin Ruhu isimli kitabında konu ile ilgili
görüşlerini şöyle açıklar; (Millî varlıkta da) maddî şartlarla mânevî
kuvvetleri birbirinden ayırmak imkânsızdır. Kendi tarihimizi bu bakımdan
incelersek, bizim millî varlığımızın teşekkülünde coğrafî ve tarihî şartlar
kadar mânevî kuvvetlerin de büyük rol oynadığını görürüz. Anadoluyu fetheden
Türkmenler, sadece maddî kuvveti temsil etmiyorlardı. Onları harekete
geçiren mânevî bir kuvvet de vardı: İslâmlık! Malazgirt zaferinden bir asır
sonra mânevî kuvvet ocakları olan medrese, cami ve tekkelerin bütün
Anadoluyu baştan başa kapladığını görürüz. İslâm Dininin telkin ettiği
mânevî kuvvetler, bizim benliğimizi asırlarca idare eder.
Siz zanneder misiniz ki, son asırların bütün tahriplerine rağmen hâlâ bozulmayan Anadolunun, Peygambere yakışan ahlâkı, himmet edilmeden vücut bulmuş hüdâyinâbit bir mahsuldür? Ben bunun aslâ tabiî olarak kendiliğinden var olabileceğine inanmıyorum. Bugün dahi ender olmayan mümessillerinde hayranı olduğumuz bu derin ahlâk, asırlarca bu milletin ruhunu yoğuran velîlerin, dervişlerin, erenlerin eseridir. Eski kültür eserlerimiz bu hakikatin en kuvvetli şahididir. Bizim eski kültür eserlerimizin yarısından çoğu İslâmî ve tasavvufî ruhun ifadesidir. Kelime ve manzumun oyunlarından ibaret olan divan edebiyatı, bizi eski kültürümüz hakkında korkunç surette aldatıyor. Divan edebiyatının ötesinde henüz hududu keşfedilmemiş engin bir ruh, mânevî edebiyat vardır. Bizim millî varlığımızı tanımak için bu mânevî kuvvet kaynaklarını bilmek lâzımdır. Mânevî kuvvetler bakımından mutlak bir iflâsa uğradığımız bu çağda, millî varlığımızı asırlarca yoğurarak bizi biz yapan bu ruh kaynaklarına tekrar dönmemiz, onları yeni anlayışla tefsir ederek bugünkü mânevî ihtiyaçlarımızı doyuran bir kuvvet haline getirmemiz, yerinde bir hareket olur..(4)
(Gerçekten de) Türk Milleti, medenî ve mefkûrevî üstünlüğü sayesinde, uzun tarihî devirler boyunca, dünyaya hâkim olmuş, milletlerarası barış ve nizâmı da kurmuş ve korumuştur. Bu kudret millî ve İslâmî ideallere inanmakla mümkün olmuştur. İnsanların fedakârlığı ve kahramanlığı da ancak Allah, din, millet ve vatan gibi ölmez kıymetlerin kudret kazanmasıyla kabildir. Aksi takdirde yüksek değerlerin iflâsı, ahlâk, fazîlet ve ferâgat duygularının aptallık sayılması mukadder olur. Son asırlarda Osmanlı İmparatorluğunun inhitatı ile karşısına çıkan üstün medeniyetin ve emperyalist büyük devletlerin devamlı taarruzları milletimizin birtakım ağır mağlûbiyetlere ve çok acı felâketlere uğramasına sebep olmuştur. Bununla beraber millî şuur, îman ve birlik sâyesinde Türkler yine de hayatiyetlerini yitirmemişler; nihâî mağlubiyeti aslâ kabul etmemişler ve hâlâ mânevî üstünlüklerine de inanmışlardı.(5) Bu bilgilerden sonra "O halde Millî Kültür nedir?" sorusuna şöyle bir cevap vermek, kanaatimce eksik olsa bile fazla yanlış sayılmaz; Millî kültür geniş bir kavram olup, o milletin dinini, dilini, tarihini, idare şeklini, kurum ve kurallarını, izlediği iç ve dış siyaseti, örf ve âdetlerini, yaşadığı coğrafyayı, duyuş ve düşünüşlerinin (hadiseleri algılayış ve olaylar karşısındaki tepkilerinin) yanı sıra, sahip olduğu teknik araçları, üretim, değişim ve paylaşım ilişkilerini de içine alır. Bu tariften sonra denilebilir ki; Milletleri ayakta tutan unsurlardan en önemlisi hiç şüphesiz o milletin millî kültürüdür. Böyle olunca milletlerin çöküşünü çabuklaştıran en önemli etken de, onların millî kültürlerinin dejenere olması ve yozlaşması olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü toplumun millî bünyesindeki bozulma ve millî kültürdeki yozlaşma, beraberinde ticarî, ekonomik ve siyasal yozlaşmayı getirmekte ve bu şekildeki bir millet, bağımsız devlet olma niteliğini yitirmektedir. Tarih, bu şekilde yok olmuş milletlerin acıklı hatırasıyla doludur. Bu durumu iyi bilen emperyalist ülkeler, öncelikle sömürecekleri milletlerin millî kültürlerini ve ortak bağlarını zayıflatarak işe başlarlar ki; bundan maksat bu milletlerin birlikte hareket etme kabiliyetini ortadan kaldırmaktır.(6) Ünlü Fransız devlet adamı General Charles De Gaullenin 1966 yılında yapılan seçimlerde televizyonda yapmış olduğu bir konuşma bu bakımdan çok ilgi çekicidir; "Dünyanın dört bir yanında kültür merkezleri açıyoruz, büyük paralar döküyoruz bu işe. Boşa gitmiyor bu paralar. Kültürümüzün etkisiyle harcadıklarımızın daha fazlası dönüp bize geri geliyor. Kültürümüzle yetişen insanlar otomobil alacak olurlarsa Fransız otomobilini seçiyorlar. Edebiyatımızı, öbür sanat etkinliklerimizi, giyim kuşamımızı izliyorlar. Daha da önemlisi kültürümüze duydukları yakınlıkla her konuda bize destek oluyor, bizim yanımızda yer alıyorlar..."(7)
Bu görüş elbette sadece Fransız devlet adamlarına has bir görüş değildir. De Gaulle, bir manada tarihte Fransa benzeri dış siyaset izleyen devletlerin ortak hislerini de dile getirmiş bulunmaktadır. Elbette güçlü ülkeler, kendilerinden daha zayıf durumdaki ülkelere yardımcı olurlarken onların kara kaşı kara gözü için değil, kendi millî menfaatlerinin tahakkuku için yardımcı olmaktadırlar. Olaya bu gözle bakınca aklımıza hemen Göktürk Hükümdarı Bilge Kağanın tam 1300 sene önce Türk Milletine yapmış olduğu ikaz geliyor. Şöyle diyor Bilge Kağan Orhun Abidelerinde; Çin Milletinin sözü tatlı, ipeklisi yumuşak idi. Tatlı sözü, yumuşak kumaşıyla kandırıp ıraktaki milleti kendine yakın tutardı. Kandırdıktan sonra da kötü yüzünü gösterirdi. Yurdu için düşüneni, yurdu için direneni yaşatmazdı. Bir kişi Çine karşı gelse onun soyunu sopunu kurutuncaya kadar yok ederdi. Çinin tatlı sözüne, yumuşak ipeklisine çok aldandın, Türk Milleti onun için çok öldün; Türk Milleti, aldanırsan öleceksin!... Çin Milleti ikiyüzlü, kalleş, hileci olduğu için kardeşi kardeşe kötüleyip birbirine düşürdüğü için, Beğlerle milletin arasını açıp aralarına fesat soktuğu için Türk Milleti yurdundan oldu, Kağansız kaldı. Soylu yiğit oğulları Çinlilere köle oldu; hatun kızları cariye oldu. Türk beğleri, Türk adlarını terketti. Çin beğleri gibi Çinli adını alarak Çin Kağanının buyruğuna girdi. Elli yıl hizmet etti. Doğuda günün doğduğu yere, Bökli Kağana, Batıda Demir Kapıya kadar ordu salıverdiler; Çin Kağanına il aldılar, töre aldılar. Türk Milletinde yönetilenler şöyle dertleniyordu: Yurdu olan bir millet idim; yurdum nerede şimdi? Kime yurt kazanıyorum ben? Kağanını bilen bir millet idim; kağanım nerde şimdi? Hangi kağana hizmet ediyorum ben?...(8)
Siz zanneder misiniz ki, son asırların bütün tahriplerine rağmen hâlâ bozulmayan Anadolunun, Peygambere yakışan ahlâkı, himmet edilmeden vücut bulmuş hüdâyinâbit bir mahsuldür? Ben bunun aslâ tabiî olarak kendiliğinden var olabileceğine inanmıyorum. Bugün dahi ender olmayan mümessillerinde hayranı olduğumuz bu derin ahlâk, asırlarca bu milletin ruhunu yoğuran velîlerin, dervişlerin, erenlerin eseridir. Eski kültür eserlerimiz bu hakikatin en kuvvetli şahididir. Bizim eski kültür eserlerimizin yarısından çoğu İslâmî ve tasavvufî ruhun ifadesidir. Kelime ve manzumun oyunlarından ibaret olan divan edebiyatı, bizi eski kültürümüz hakkında korkunç surette aldatıyor. Divan edebiyatının ötesinde henüz hududu keşfedilmemiş engin bir ruh, mânevî edebiyat vardır. Bizim millî varlığımızı tanımak için bu mânevî kuvvet kaynaklarını bilmek lâzımdır. Mânevî kuvvetler bakımından mutlak bir iflâsa uğradığımız bu çağda, millî varlığımızı asırlarca yoğurarak bizi biz yapan bu ruh kaynaklarına tekrar dönmemiz, onları yeni anlayışla tefsir ederek bugünkü mânevî ihtiyaçlarımızı doyuran bir kuvvet haline getirmemiz, yerinde bir hareket olur..(4)
(Gerçekten de) Türk Milleti, medenî ve mefkûrevî üstünlüğü sayesinde, uzun tarihî devirler boyunca, dünyaya hâkim olmuş, milletlerarası barış ve nizâmı da kurmuş ve korumuştur. Bu kudret millî ve İslâmî ideallere inanmakla mümkün olmuştur. İnsanların fedakârlığı ve kahramanlığı da ancak Allah, din, millet ve vatan gibi ölmez kıymetlerin kudret kazanmasıyla kabildir. Aksi takdirde yüksek değerlerin iflâsı, ahlâk, fazîlet ve ferâgat duygularının aptallık sayılması mukadder olur. Son asırlarda Osmanlı İmparatorluğunun inhitatı ile karşısına çıkan üstün medeniyetin ve emperyalist büyük devletlerin devamlı taarruzları milletimizin birtakım ağır mağlûbiyetlere ve çok acı felâketlere uğramasına sebep olmuştur. Bununla beraber millî şuur, îman ve birlik sâyesinde Türkler yine de hayatiyetlerini yitirmemişler; nihâî mağlubiyeti aslâ kabul etmemişler ve hâlâ mânevî üstünlüklerine de inanmışlardı.(5) Bu bilgilerden sonra "O halde Millî Kültür nedir?" sorusuna şöyle bir cevap vermek, kanaatimce eksik olsa bile fazla yanlış sayılmaz; Millî kültür geniş bir kavram olup, o milletin dinini, dilini, tarihini, idare şeklini, kurum ve kurallarını, izlediği iç ve dış siyaseti, örf ve âdetlerini, yaşadığı coğrafyayı, duyuş ve düşünüşlerinin (hadiseleri algılayış ve olaylar karşısındaki tepkilerinin) yanı sıra, sahip olduğu teknik araçları, üretim, değişim ve paylaşım ilişkilerini de içine alır. Bu tariften sonra denilebilir ki; Milletleri ayakta tutan unsurlardan en önemlisi hiç şüphesiz o milletin millî kültürüdür. Böyle olunca milletlerin çöküşünü çabuklaştıran en önemli etken de, onların millî kültürlerinin dejenere olması ve yozlaşması olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü toplumun millî bünyesindeki bozulma ve millî kültürdeki yozlaşma, beraberinde ticarî, ekonomik ve siyasal yozlaşmayı getirmekte ve bu şekildeki bir millet, bağımsız devlet olma niteliğini yitirmektedir. Tarih, bu şekilde yok olmuş milletlerin acıklı hatırasıyla doludur. Bu durumu iyi bilen emperyalist ülkeler, öncelikle sömürecekleri milletlerin millî kültürlerini ve ortak bağlarını zayıflatarak işe başlarlar ki; bundan maksat bu milletlerin birlikte hareket etme kabiliyetini ortadan kaldırmaktır.(6) Ünlü Fransız devlet adamı General Charles De Gaullenin 1966 yılında yapılan seçimlerde televizyonda yapmış olduğu bir konuşma bu bakımdan çok ilgi çekicidir; "Dünyanın dört bir yanında kültür merkezleri açıyoruz, büyük paralar döküyoruz bu işe. Boşa gitmiyor bu paralar. Kültürümüzün etkisiyle harcadıklarımızın daha fazlası dönüp bize geri geliyor. Kültürümüzle yetişen insanlar otomobil alacak olurlarsa Fransız otomobilini seçiyorlar. Edebiyatımızı, öbür sanat etkinliklerimizi, giyim kuşamımızı izliyorlar. Daha da önemlisi kültürümüze duydukları yakınlıkla her konuda bize destek oluyor, bizim yanımızda yer alıyorlar..."(7)
Bu görüş elbette sadece Fransız devlet adamlarına has bir görüş değildir. De Gaulle, bir manada tarihte Fransa benzeri dış siyaset izleyen devletlerin ortak hislerini de dile getirmiş bulunmaktadır. Elbette güçlü ülkeler, kendilerinden daha zayıf durumdaki ülkelere yardımcı olurlarken onların kara kaşı kara gözü için değil, kendi millî menfaatlerinin tahakkuku için yardımcı olmaktadırlar. Olaya bu gözle bakınca aklımıza hemen Göktürk Hükümdarı Bilge Kağanın tam 1300 sene önce Türk Milletine yapmış olduğu ikaz geliyor. Şöyle diyor Bilge Kağan Orhun Abidelerinde; Çin Milletinin sözü tatlı, ipeklisi yumuşak idi. Tatlı sözü, yumuşak kumaşıyla kandırıp ıraktaki milleti kendine yakın tutardı. Kandırdıktan sonra da kötü yüzünü gösterirdi. Yurdu için düşüneni, yurdu için direneni yaşatmazdı. Bir kişi Çine karşı gelse onun soyunu sopunu kurutuncaya kadar yok ederdi. Çinin tatlı sözüne, yumuşak ipeklisine çok aldandın, Türk Milleti onun için çok öldün; Türk Milleti, aldanırsan öleceksin!... Çin Milleti ikiyüzlü, kalleş, hileci olduğu için kardeşi kardeşe kötüleyip birbirine düşürdüğü için, Beğlerle milletin arasını açıp aralarına fesat soktuğu için Türk Milleti yurdundan oldu, Kağansız kaldı. Soylu yiğit oğulları Çinlilere köle oldu; hatun kızları cariye oldu. Türk beğleri, Türk adlarını terketti. Çin beğleri gibi Çinli adını alarak Çin Kağanının buyruğuna girdi. Elli yıl hizmet etti. Doğuda günün doğduğu yere, Bökli Kağana, Batıda Demir Kapıya kadar ordu salıverdiler; Çin Kağanına il aldılar, töre aldılar. Türk Milletinde yönetilenler şöyle dertleniyordu: Yurdu olan bir millet idim; yurdum nerede şimdi? Kime yurt kazanıyorum ben? Kağanını bilen bir millet idim; kağanım nerde şimdi? Hangi kağana hizmet ediyorum ben?...(8)
Görüldüğü gibi Bilge Kağan, kendi millî kültürünü, töresini, örf ve
âdetlerini terk ederek başka milletlere özenen bir milletin, zamanla
istiklalini de yitirerek kendisine öykündüğü milletlerin oyuncağı ve kölesi
olacağını belirtmiş bulunmaktadır. Atatürk de Bilge Kağan gibi düşünmüş
olmalı ki; "Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem
olurlar" şeklinde milletimizi tekrar uyarma gereği duymuştur. Bilge Kağandan
çağlar sonra yaşamış olan Osmanlı Sadrazamı Prens Sait Halim Paşa ise konu
ile ilgili olarak yapmış olduğu değerlendirmede millî kültürün korunmasından
hareketle, toplumsal değişimin ilkelerini ve bu değişimin nasıl olması
gerektiğini şöyle vurgulamaktadır:
Batı hayranlığının neticesi olarak giriştiğimiz toplumsal etkinlikleri eleştiri süzgecinden geçirecek olursak, bunların da sağlıklı olmadıkları kolayca anlaşılır. Çünkü siyasal kurumlarda olduğu gibi toplumsal durumlarda da hayranlık marazına tutulduk... Bir ulusun gelenek ve göreneklerini bir günde değiştirmek mümkün değildir. Böyle bir girişim, gelenek ve göreneklerin gelişmesine, alışkanlıkların oluşmasına egemen olan temel yasaların bilinmediğinin temel kanıtıdır. Toplumların gerileyiş ve çöküşü, gelenek ve göreneklerin değişmesi ile kendini göstermektedir. Bu nedenle her değişikliğin bir düzelme göstergesi olduğu düşüncesinin görülmemiş bir yanılgı ve aymazlık olduğunu anlamanın zamanı gelmiştir.
Geleneklerin değişmesinin bir ilerleme göstergesi olması, bu değişikliğin belirli şartlar altında gerçekleşmesine, yani manevî ve fikrî durumların olumlu aşamalar yapmasına bağlıdır. Bununla birlikte geleneklerin gerçek ve olumlu anlamda yenilenebilmesi için önce düşüncelerin yenilenmesi gerekir. Gelenekler ancak düşüncedeki yenilenmeden sonra değişebilir. Dolayısıyla biz, özel istek ve anlayışlarımızın etkisiyle alelacele yapılacak değişikliklerden kaçınmalıyız. Çünkü bu anlayış ve istekler genellikle toplumbilim ilkelerinin ya da değişmesini istediğimiz durumların yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.(9)
Sait Halim Paşa, Tanzimattan bu yana geçen yaklaşık 150 yıllık yenileşme ve batılılaşma çabalarımızı da henüz yirminci yüzyılın başında şu şekilde değerlendirmektedir:
Batı uygarlığının görkemine öyle hayran olmuş, öyle tutulmuşuz ki, onu oluşturan sebepleri kavramaktan aciz kalmışız. Söz konusu sebeplerin sonuçlarını, uygarlığın sebepleri gibi anlamak yanlışlığına düşmüşüz. Olayın dış görünüşüne kapılıp kaldığımız için, uygar Batı uluslarını izlemek istediğimiz halde, onların tersinden yola çıkıyoruz. Çünkü söz konusu ulusların hiçbiri bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasal ve toplumsal kurumlarını uygulama girişiminde bulunmamıştır. Hiç biri kendi ruh durumunu diğerine göre oluşturmaya çalışmamış, kendi manevî kişiliğinden vazgeçerek komşusunun duygularını, düşünce ve davranış biçimini tam bir teslimiyet içinde taklide kalkışmamıştır. Batı ulusları gelişmek ve ilerlemek için yolsuzluklara, adaletsizliğe ve bilgisizliğe karşı savaş açarak ilerlemenin tabiî düşmanları olan bu kötülüklerle korkusuzca, tam bir inançla ve gerektiğinde can ve mallarını hiç duraksamadan feda ederek savaşmışlardır. Demek ki Batı uluslarının her biri, diğerinin çalışmalarının sonucu değil, kendi çalışmaları sonucunda ilerlemiştir. Problemlerini kendi adına, kendi kendine, kendi güç ve kavrayış seviyesine, kendi imkan ve eğilimlerine göre çözümlemiştir. Batı kurumlarında görülen biçimsel çeşitlilik de işte böyle ortaya çıkmıştır.(10)
Bir başka düşünce adamımız Prof. Dr. Osman Turan da Prens Sait Halim Paşa ile aynı görüşleri paylaşmakta ve konuyu şu şekilde ele almaktadır;
Aslında medeniyet tarihi ve sosyolojinin gösterdiği üzere her yabancı kültür tesiri veya iktibasının cemiyet bünyesi üzerinde birtakım sarsıntılar yaratması tabiîdir. Eğer bu tesirler normal iktisadî ve kültürel münasebetlerle birlikte ve tedricî bir şekilde vuku bulursa mevcut millî unsurlar üzerinde bir aşı vazifesini görür ve bu sayede bahis mevzuu cemiyet yeni bir medeniyet sentezi istikametinde hayatiyet kazanarak yükselir. Modern çağlarda bu sentez ve hayatiyeti teminde, tabiî münasebetler yerine veya onun yanında, irâde ve ilmî müdahaleler de rol oynar. Her iki yolda da husule gelen buhranlar bir tehlike arz etmez ve cemiyetin kazandığı hayatiyet hamleleri içinde kaybolur. Medeniyet tarihî medenî iktibas ve intikallerin bu iki şekilde cereyan ettiğini gösterir. Halbuki Türkiyenin Avrupa medeniyetine toptan giriş teşebbüsü bu iki yoldan hiç birisine uymamakta; Türk milletinin karşılaştığı buhranlar da bu sebeple derinleşmekte ve hatta tehlikeli bir mahiyet arz etmektedir..(11)
"Aradan 150-200 sene geçmiş olmasına ve daimî bir garplılaşma arzusuna rağmen neden bu dâvada muvaffak olamadık? Bu kadar değiştiğimiz halde niçin garplılaşamadık?" Diye soru soran Prof. Dr. Mümtaz Turhan, bu sorunun cevabını yine kendisi veriyor ve şöyle diyor; "Garp medeniyetini iyi anlamadığımız ve onun hakiki kıymetlerini esas unsurlarını alıp kendimize mal edeceğimiz yerde, onun yerine tâli, ehemmiyetsiz unsurlarla iktifa ettiğimiz için garplılaşamadık... Hakikatte biz, insanımızın umumî meslekî, teknik bilgisini arttırmadan, ona yeni maharetleri kazandırmadan, istidatlarını inkişaf ettirmeden ve dünya görüşünü, zihniyetini ilmî esaslara göre değiştirmeden, yani ona ilim zihniyetini aşılamadan sadece fabrikalar, geniş caddeler açmak, parklar, barajlar, limanlar yaptırmak, lüks otomobiller, kombine ziraat âletleri, radyolar, buzdolapları vs. almak ve batılı kanunlar, nizamlar vazetmek suretiyle garplılaşacağımızı zannetmişiz. 150 seneden beri hep bu kanaat ve batıl itikatla hareket etmekteyiz."(12)
Avrupa Birliğine resmen aday olduğumuz bu günlerde, ilim ve fikir adamlarımızın ileri sürdükleri bu görüşler, her zamankinden çok daha önem kazanmış bulunmaktadır. Bu fikirler aslında, Avrupa Birliğine girebilmek için verdiğimiz büyük sınavda elimizdeki veya ceplerimizdeki kopya kağıtları gibidir. Bir farkla ki; bu konuda yakalanıp sıfır çekme riski de yoktur. Vermekte olduğumuz bu büyük sınavda bize yardım edecek en büyük etkenlerden birisi de hiç şüphesiz çok güzel değerlerle süslenmiş olan millî kültürümüzdür. O kültür ki; asırlardır bizi ayakta tutmuş ve batıyı uzun süre kendisine hayran bırakabilmiştir.
Batı hayranlığının neticesi olarak giriştiğimiz toplumsal etkinlikleri eleştiri süzgecinden geçirecek olursak, bunların da sağlıklı olmadıkları kolayca anlaşılır. Çünkü siyasal kurumlarda olduğu gibi toplumsal durumlarda da hayranlık marazına tutulduk... Bir ulusun gelenek ve göreneklerini bir günde değiştirmek mümkün değildir. Böyle bir girişim, gelenek ve göreneklerin gelişmesine, alışkanlıkların oluşmasına egemen olan temel yasaların bilinmediğinin temel kanıtıdır. Toplumların gerileyiş ve çöküşü, gelenek ve göreneklerin değişmesi ile kendini göstermektedir. Bu nedenle her değişikliğin bir düzelme göstergesi olduğu düşüncesinin görülmemiş bir yanılgı ve aymazlık olduğunu anlamanın zamanı gelmiştir.
Geleneklerin değişmesinin bir ilerleme göstergesi olması, bu değişikliğin belirli şartlar altında gerçekleşmesine, yani manevî ve fikrî durumların olumlu aşamalar yapmasına bağlıdır. Bununla birlikte geleneklerin gerçek ve olumlu anlamda yenilenebilmesi için önce düşüncelerin yenilenmesi gerekir. Gelenekler ancak düşüncedeki yenilenmeden sonra değişebilir. Dolayısıyla biz, özel istek ve anlayışlarımızın etkisiyle alelacele yapılacak değişikliklerden kaçınmalıyız. Çünkü bu anlayış ve istekler genellikle toplumbilim ilkelerinin ya da değişmesini istediğimiz durumların yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.(9)
Sait Halim Paşa, Tanzimattan bu yana geçen yaklaşık 150 yıllık yenileşme ve batılılaşma çabalarımızı da henüz yirminci yüzyılın başında şu şekilde değerlendirmektedir:
Batı uygarlığının görkemine öyle hayran olmuş, öyle tutulmuşuz ki, onu oluşturan sebepleri kavramaktan aciz kalmışız. Söz konusu sebeplerin sonuçlarını, uygarlığın sebepleri gibi anlamak yanlışlığına düşmüşüz. Olayın dış görünüşüne kapılıp kaldığımız için, uygar Batı uluslarını izlemek istediğimiz halde, onların tersinden yola çıkıyoruz. Çünkü söz konusu ulusların hiçbiri bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasal ve toplumsal kurumlarını uygulama girişiminde bulunmamıştır. Hiç biri kendi ruh durumunu diğerine göre oluşturmaya çalışmamış, kendi manevî kişiliğinden vazgeçerek komşusunun duygularını, düşünce ve davranış biçimini tam bir teslimiyet içinde taklide kalkışmamıştır. Batı ulusları gelişmek ve ilerlemek için yolsuzluklara, adaletsizliğe ve bilgisizliğe karşı savaş açarak ilerlemenin tabiî düşmanları olan bu kötülüklerle korkusuzca, tam bir inançla ve gerektiğinde can ve mallarını hiç duraksamadan feda ederek savaşmışlardır. Demek ki Batı uluslarının her biri, diğerinin çalışmalarının sonucu değil, kendi çalışmaları sonucunda ilerlemiştir. Problemlerini kendi adına, kendi kendine, kendi güç ve kavrayış seviyesine, kendi imkan ve eğilimlerine göre çözümlemiştir. Batı kurumlarında görülen biçimsel çeşitlilik de işte böyle ortaya çıkmıştır.(10)
Bir başka düşünce adamımız Prof. Dr. Osman Turan da Prens Sait Halim Paşa ile aynı görüşleri paylaşmakta ve konuyu şu şekilde ele almaktadır;
Aslında medeniyet tarihi ve sosyolojinin gösterdiği üzere her yabancı kültür tesiri veya iktibasının cemiyet bünyesi üzerinde birtakım sarsıntılar yaratması tabiîdir. Eğer bu tesirler normal iktisadî ve kültürel münasebetlerle birlikte ve tedricî bir şekilde vuku bulursa mevcut millî unsurlar üzerinde bir aşı vazifesini görür ve bu sayede bahis mevzuu cemiyet yeni bir medeniyet sentezi istikametinde hayatiyet kazanarak yükselir. Modern çağlarda bu sentez ve hayatiyeti teminde, tabiî münasebetler yerine veya onun yanında, irâde ve ilmî müdahaleler de rol oynar. Her iki yolda da husule gelen buhranlar bir tehlike arz etmez ve cemiyetin kazandığı hayatiyet hamleleri içinde kaybolur. Medeniyet tarihî medenî iktibas ve intikallerin bu iki şekilde cereyan ettiğini gösterir. Halbuki Türkiyenin Avrupa medeniyetine toptan giriş teşebbüsü bu iki yoldan hiç birisine uymamakta; Türk milletinin karşılaştığı buhranlar da bu sebeple derinleşmekte ve hatta tehlikeli bir mahiyet arz etmektedir..(11)
"Aradan 150-200 sene geçmiş olmasına ve daimî bir garplılaşma arzusuna rağmen neden bu dâvada muvaffak olamadık? Bu kadar değiştiğimiz halde niçin garplılaşamadık?" Diye soru soran Prof. Dr. Mümtaz Turhan, bu sorunun cevabını yine kendisi veriyor ve şöyle diyor; "Garp medeniyetini iyi anlamadığımız ve onun hakiki kıymetlerini esas unsurlarını alıp kendimize mal edeceğimiz yerde, onun yerine tâli, ehemmiyetsiz unsurlarla iktifa ettiğimiz için garplılaşamadık... Hakikatte biz, insanımızın umumî meslekî, teknik bilgisini arttırmadan, ona yeni maharetleri kazandırmadan, istidatlarını inkişaf ettirmeden ve dünya görüşünü, zihniyetini ilmî esaslara göre değiştirmeden, yani ona ilim zihniyetini aşılamadan sadece fabrikalar, geniş caddeler açmak, parklar, barajlar, limanlar yaptırmak, lüks otomobiller, kombine ziraat âletleri, radyolar, buzdolapları vs. almak ve batılı kanunlar, nizamlar vazetmek suretiyle garplılaşacağımızı zannetmişiz. 150 seneden beri hep bu kanaat ve batıl itikatla hareket etmekteyiz."(12)
Avrupa Birliğine resmen aday olduğumuz bu günlerde, ilim ve fikir adamlarımızın ileri sürdükleri bu görüşler, her zamankinden çok daha önem kazanmış bulunmaktadır. Bu fikirler aslında, Avrupa Birliğine girebilmek için verdiğimiz büyük sınavda elimizdeki veya ceplerimizdeki kopya kağıtları gibidir. Bir farkla ki; bu konuda yakalanıp sıfır çekme riski de yoktur. Vermekte olduğumuz bu büyük sınavda bize yardım edecek en büyük etkenlerden birisi de hiç şüphesiz çok güzel değerlerle süslenmiş olan millî kültürümüzdür. O kültür ki; asırlardır bizi ayakta tutmuş ve batıyı uzun süre kendisine hayran bırakabilmiştir.
Dünyamız, her geçen gün baş döndürücü bir hızla değişmekte ve günümüz insanı
bu büyük değişime ayak uydurmaya çalışmaktadır. Bu ayak uydurma işi çoğu
zaman pek mümkün olamamakta, bu durumlarda bazı istenmeyen hadiseler de
cereyan edebilmektedir. Bugün insanlık, özellikle gelişmiş ülkelerdeki
gençlik, bir arayışın içine girmiş, değişik şeylerde tatmin arar hale
gelmiştir. Maddî olarak bütün problemlerini halletmiş olan insanlar,
kendilerini boşlukta hissetmekte, özellikle inanç ve kültür boşluğu yaşayan
bu insanlar, sırf ruhlarını tatmin etmek için bazı sapkın hareketlere
yönelebilmektedirler. Toplu intiharlar, uyuşturucu bağımlılığındaki
artışlar, şeytana tapmalar ve şeytana adanan insanlar, hep inanç boşluğundan
ileri gelen sapkın hareketler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ugandada 650
kişinin 2000 yılında kıyametin kopacağına inandıklarından kendilerini
yakarak topluca intihar etmeleri, ABDde çocuk yaştaki gençlerin sık sık okul
basıp birbirlerini öldürmeleri, ayrıca ülkemizde ortaya çıkan Satanizm
(şeytana tapanlar) olayı, toplum bilimcileri yakından ilgilendiren sapkın
hareketler olarak değerlendirilmelidir.
Bütün bunlar gösteriyor ki; çok mükemmel bir şekil içinde de olsa çok sihirli bir cazibeye de sahip bulunsa, maddede insan ruhunu tatmin edecek hiçbir kuvvet yoktur. Maddenin bütün kuvvetlerini kullandıktan, et ile sinirin bütün zevklerini yaşadıktan sonra insan, kendi ruhundaki boşluğun dehşet ve azametini daha yakından, daha derinden duyuyor ve o boşlukta boğuluyor. Neslin kendi içindeki ümitsizlik karanlığında boğulması ölümlerin en acısıdır. Çünkü bu bir ölüm değil, bir iflastır. Mümin için ölüm dahi ümit dolu bir hayata doğru gitmek iken, inanmayanlar için hayat çekilmez, dayanılmaz bir ıstırap ve bir iflastır. Allahın kendinden üflediği ve kendi sonsuzluğundan ihsan ettiği insan ruhu, mahdut ve muayyen olan maddenin içine sığmıyor. Halbuki baştan başa maddeden kurulu bir hayat nizamı yaratan asrımız medeniyeti, insanı maddeye bağlamaya ve ona mahkum olmaya zorluyor. İnsan ruhuna huzur ve tatmin verecek mânevî değerleri tek tek imha ettikten sonra bedeni, hürriyete kavuşturuyor. Ruh, bedenin kuvvet kaynağı olduğu halde, bir yükmüş, bir ağırlıkmış gibi ele alıyor. Oysa kaynakları kurutulmuş ve destekleri yıkılmış bir beden, hür ve mesut bir varlık değil, cansız bir cesettir.(13)
Bu kadar bilgiden sonra zannederim milletlerin hayatında o milletlerin millî kültürlerinin ne derece önemli olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. O halde yapılması gereken, millî kültürün yozlaşmasına ve dejenere olup başka kültürlerin içinde eriyip yok olmasına engel olmak, ayrıca onu millîlik vasfı bozulmadan sürekli geliştirmektir. Çünkü kültürün en önemli meselesi kendini devam ettirmek, yani kendini taşıyan ve geliştiren insanlara sahip olmaktır. Bu bakımdan farklı kültür anlayışlarına sahip bulunan gruplar asıl kavgayı yeni nesillerin hangi kültürle yetiştirileceği konusunda verirler. Bizde yabancı kültür ve millî kültür mücadelesi bütün şiddetiyle bu sahada sürmektedir.(14) Peki nesillerin hangi kültürle yetiştirileceği konusunda toplumda, değişik kültürlere sahip gruplar arasında bu kadar mücadele verilirken millî kültürün gelişmesi nasıl olacaktır? Bu sorunun cevabını da Prof. Dr. Erol Güngörden alarak konuyu bağlamak istiyorum;
a- Millî kültürün geliştirilmesinde Batı ile olan münasebetlerin kısılmasına değil, genişletilmesine ihtiyaç vardır. Yerli kültürün bütün zenginliklerine rağmen eski formları ve eski muhtevası içinde olduğu gibi kalması, onun çağdaş gelişmelere ayak uyduramayışından ileri gelmiştir.
b- Kültürün millî olma derecesi onun yaygınlık derecesine de bağlıdır. Halbuki modern teknolojinin imkanlarından faydalanmadıkça hiçbir kültürü bir memleketin her tarafına yaymak mümkün değildir.
c- Millî kültürü kurma ve geliştirme bakımından birçok batılı ülkenin bizden çok ilerde olduğu, yani başarılı olduğu muhakkaktır. Bu ülkelerin tecrübeleri Türkiyede millî kültür çalışmaları için daima kıymetli birer rehber olacak niteliktedir.
d- Batı kültürünün memleketimizde aynen yerleştirilmesine çalışmak hem yersiz hem de neticesiz bir gayret olur. Fakat bizim yabancı kültürlerden ve özellikle Batılı kültürlerden, doğrudan doğruya taklit etmemiz gereken unsurların daima bulunabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
e- Kültürlerin alışverişle zenginleştiklerini, izole kalan kültürlerin kısırlaştıklarını unutmamalıyız. Bu bakımdan Batı kültürü ile temaslarımızın bize büyük faydalar sağlayacağını söyleyebiliriz.
Milliyetçilerin en çok dikkat etmeleri gereken bir hassas denge noktası, durağan bir muhafazakarlıkla milliyetçiliğin birbirine karıştığı yerdir... Milliyetçilik, kendi içine kıvrılmış kapalı bir sistem değildir, kendini devamlı yenilemek zorundadır. Kültürler (ise) daima muhafazakâr temayüllüdür, öyle olmaları da çok tabiîdir. Süreklilik ve az değişme kültürün âdeta ana hedefidir.(15)
Bütün bunlar gösteriyor ki; çok mükemmel bir şekil içinde de olsa çok sihirli bir cazibeye de sahip bulunsa, maddede insan ruhunu tatmin edecek hiçbir kuvvet yoktur. Maddenin bütün kuvvetlerini kullandıktan, et ile sinirin bütün zevklerini yaşadıktan sonra insan, kendi ruhundaki boşluğun dehşet ve azametini daha yakından, daha derinden duyuyor ve o boşlukta boğuluyor. Neslin kendi içindeki ümitsizlik karanlığında boğulması ölümlerin en acısıdır. Çünkü bu bir ölüm değil, bir iflastır. Mümin için ölüm dahi ümit dolu bir hayata doğru gitmek iken, inanmayanlar için hayat çekilmez, dayanılmaz bir ıstırap ve bir iflastır. Allahın kendinden üflediği ve kendi sonsuzluğundan ihsan ettiği insan ruhu, mahdut ve muayyen olan maddenin içine sığmıyor. Halbuki baştan başa maddeden kurulu bir hayat nizamı yaratan asrımız medeniyeti, insanı maddeye bağlamaya ve ona mahkum olmaya zorluyor. İnsan ruhuna huzur ve tatmin verecek mânevî değerleri tek tek imha ettikten sonra bedeni, hürriyete kavuşturuyor. Ruh, bedenin kuvvet kaynağı olduğu halde, bir yükmüş, bir ağırlıkmış gibi ele alıyor. Oysa kaynakları kurutulmuş ve destekleri yıkılmış bir beden, hür ve mesut bir varlık değil, cansız bir cesettir.(13)
Bu kadar bilgiden sonra zannederim milletlerin hayatında o milletlerin millî kültürlerinin ne derece önemli olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. O halde yapılması gereken, millî kültürün yozlaşmasına ve dejenere olup başka kültürlerin içinde eriyip yok olmasına engel olmak, ayrıca onu millîlik vasfı bozulmadan sürekli geliştirmektir. Çünkü kültürün en önemli meselesi kendini devam ettirmek, yani kendini taşıyan ve geliştiren insanlara sahip olmaktır. Bu bakımdan farklı kültür anlayışlarına sahip bulunan gruplar asıl kavgayı yeni nesillerin hangi kültürle yetiştirileceği konusunda verirler. Bizde yabancı kültür ve millî kültür mücadelesi bütün şiddetiyle bu sahada sürmektedir.(14) Peki nesillerin hangi kültürle yetiştirileceği konusunda toplumda, değişik kültürlere sahip gruplar arasında bu kadar mücadele verilirken millî kültürün gelişmesi nasıl olacaktır? Bu sorunun cevabını da Prof. Dr. Erol Güngörden alarak konuyu bağlamak istiyorum;
a- Millî kültürün geliştirilmesinde Batı ile olan münasebetlerin kısılmasına değil, genişletilmesine ihtiyaç vardır. Yerli kültürün bütün zenginliklerine rağmen eski formları ve eski muhtevası içinde olduğu gibi kalması, onun çağdaş gelişmelere ayak uyduramayışından ileri gelmiştir.
b- Kültürün millî olma derecesi onun yaygınlık derecesine de bağlıdır. Halbuki modern teknolojinin imkanlarından faydalanmadıkça hiçbir kültürü bir memleketin her tarafına yaymak mümkün değildir.
c- Millî kültürü kurma ve geliştirme bakımından birçok batılı ülkenin bizden çok ilerde olduğu, yani başarılı olduğu muhakkaktır. Bu ülkelerin tecrübeleri Türkiyede millî kültür çalışmaları için daima kıymetli birer rehber olacak niteliktedir.
d- Batı kültürünün memleketimizde aynen yerleştirilmesine çalışmak hem yersiz hem de neticesiz bir gayret olur. Fakat bizim yabancı kültürlerden ve özellikle Batılı kültürlerden, doğrudan doğruya taklit etmemiz gereken unsurların daima bulunabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
e- Kültürlerin alışverişle zenginleştiklerini, izole kalan kültürlerin kısırlaştıklarını unutmamalıyız. Bu bakımdan Batı kültürü ile temaslarımızın bize büyük faydalar sağlayacağını söyleyebiliriz.
Milliyetçilerin en çok dikkat etmeleri gereken bir hassas denge noktası, durağan bir muhafazakarlıkla milliyetçiliğin birbirine karıştığı yerdir... Milliyetçilik, kendi içine kıvrılmış kapalı bir sistem değildir, kendini devamlı yenilemek zorundadır. Kültürler (ise) daima muhafazakâr temayüllüdür, öyle olmaları da çok tabiîdir. Süreklilik ve az değişme kültürün âdeta ana hedefidir.(15)
Ömer Sağlam
Ağustos-2014(TDV Dergisi-114)
--------------------------------------
1- Muhammed Aziz Lahbabi, Kapalıdan Açığa (Millî Kültürler ve İnsani Medeniyet), s.138. Çev. Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız, TDV. Yayını Ankara-1996.
2- N. Kemal Zeybek, Türk Olmak, s.21. Ocak Yayınları, Ankara- 1999.
3- N.Kemal Zeybek, Aynı eser, s.21-22.
4- Prof. Dr. Mehmet Kaplan: Nesillerin Ruhu, s.61-62. Dergah Ya yınları, İst.1999.
5- Prof. Dr. Osman Turan, Türkiyede Siyasi Buhranın Kaynakla
rı, 2. Baskı, s.136, Nakışlar Yayınevi, İst.1979.
6- TDV. Faaliyet Raporu, s.37, 1997-1999 Ankara.
7- N. Kemal Zeybek, Aynı eser, s.23.
8- M. Necati Sepetçioğlu, Sonsuza Uyanan Taşlar, s.152-154, İr
fan Yayınevi, İst.1981.
9- Prens Sait Halim Paşa, Toplumsal Çözülme (Buhranlarımız), s. 46-47-48, Burhan Yayınları, İst.1983.
10- Aynı eser, s.48-49.
11- Prof. Dr. Osman Turan, Aynı eser, s.9-10.
12- Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz, s. 68, Yağmur Yayınları, İst.1980.
13- Emin Işık: Devleti Kuran İrade, s.119, Kalem Yayınları, 2.
Baskı, İst. 1980.
14- Prof. Dr. Erol Güngör, Dünden Bugünden (Tarih-Kültür-Millî yetçilik), s.176, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1987.
15- Prof. Dr. Erol Güngör, Aynı eser, s.178-179.
1- Muhammed Aziz Lahbabi, Kapalıdan Açığa (Millî Kültürler ve İnsani Medeniyet), s.138. Çev. Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız, TDV. Yayını Ankara-1996.
2- N. Kemal Zeybek, Türk Olmak, s.21. Ocak Yayınları, Ankara- 1999.
3- N.Kemal Zeybek, Aynı eser, s.21-22.
4- Prof. Dr. Mehmet Kaplan: Nesillerin Ruhu, s.61-62. Dergah Ya yınları, İst.1999.
5- Prof. Dr. Osman Turan, Türkiyede Siyasi Buhranın Kaynakla
rı, 2. Baskı, s.136, Nakışlar Yayınevi, İst.1979.
6- TDV. Faaliyet Raporu, s.37, 1997-1999 Ankara.
7- N. Kemal Zeybek, Aynı eser, s.23.
8- M. Necati Sepetçioğlu, Sonsuza Uyanan Taşlar, s.152-154, İr
fan Yayınevi, İst.1981.
9- Prens Sait Halim Paşa, Toplumsal Çözülme (Buhranlarımız), s. 46-47-48, Burhan Yayınları, İst.1983.
10- Aynı eser, s.48-49.
11- Prof. Dr. Osman Turan, Aynı eser, s.9-10.
12- Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz, s. 68, Yağmur Yayınları, İst.1980.
13- Emin Işık: Devleti Kuran İrade, s.119, Kalem Yayınları, 2.
Baskı, İst. 1980.
14- Prof. Dr. Erol Güngör, Dünden Bugünden (Tarih-Kültür-Millî yetçilik), s.176, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1987.
15- Prof. Dr. Erol Güngör, Aynı eser, s.178-179.