Bir Nefeste Matematik, Chris Waring

Chris Waring matematiği herkesin erişebileceği, anlayabileceği ve aynı zamanda eğlenebileceği bir hale getiriyor. En önemli konuları, etraflıca düşünülmüş problemler ve gerçek hayattan alınan örneklerle anlatıyor. Bırakın bu kitap size matematiğin dünyasında rehber olsun ve bu büyüleyici alanın gizemini çözmenize yardım etsin.  Kitap ayrıca ünlü matematikçilerin kısa hayat hikâyelerine de yer veriyor. 

Bir Nefeste Matematik, Chris Waring Maya Kitap

 Çevirmen: İnönü Korkmaz Baskı: 2019  Sayfa Sayısı: 192

Hüseyin Tevfik Paşa, Lineer Cebir (Algebra)

19. yy.da Osmanlılarda batılılaşma kapsamında görülen bilimsel faaliyetler, Avrupa’da yazılan kitaplardan çeviriler yapmaktan ileri gidemiyordu. Böyle bir ortam içerisinde Hüseyin Tevfik Paşa, matematiğin en yeni alanlarında önemli çalışmalar yaparak bunu İngilizce bir kitap halinde 1882’de İstanbul’da yayımlamış, yüzyıllar boyunca matematiğin temel bilgilerinden yoksun olan Osmanlı toplumu içerisinde orijinal çalışmalar yapan ve yayınlayan ilk bilim adamı olma şerefini kazanmıştır. II. Abdülhamit devrinde Osmanlı toplumu içerisinde büyük itibar gören Hüseyin Tevfik Paşa, Mühendishane Nazırlığı, Maliye, Ticaret, Nafia Nazırlıklarında bulunarak Mareşallik rütbesine yükseltilmiştir. 

Prof. Dr. A. M. Celal Şengör’ün Almanya’da eski kitaplar listesinde Tevfik Paşa’nın adını görerek aldığı “Linear Algebra”nın 1892 tarihli genişletilmiş ikinci baskısını İTÜ’ye getirmesi üzerine, bu önemli bilim adamının hayatı hakkında bilgi toplanmaya başlanmıştır. Araştırmalar sonucu kitabın 1. Baskısından Türkiye’de yalnız bir adet, 2. Baskısından ise iki adet bulunabildiğinden, Linear Algebra’nın tıpkı basımının yapılmasına karar verilmiş; Prof. Dr. Kazım Çeçen tarafından hazırlanan Hüseyin Tevfik Paşa ve “Linear Algebra” isimli kitap, 1988 yılında İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Araştırma Merkezi tarafından yayımlanmıştır. 

Kitabın birinci bölümü Hüseyin Tevfik Paşa’nın hayatı ve eserleri, ikinci bölüm ise Linear Algebra’nın basımı ve bilimsel değerlendirmesine ayrılmıştır. Linear Algebra adlı kitabın bilimsel yönden değerlendirilmesi, bu alandaki en büyük otorite olan Ord. Prof. Dr. Cahit Arf tarafından yapılmıştır. 

Hüseyin Tevfik Paşa’nın bu önemli eserini, matematikle uğraşanlardan ziyade, bilim tarihi yapanların incelemelerine sunmak ve tamamen yok olmasını önlemek üzere hazırlanmış olan Hüseyin Tevfik Paşa ve ”Linear Algebra” kitabının zaman içerisinde tükenmesi üzerine, İTÜ Rektörlüğü, “2019 Prof. Dr. Fuat Sezgin Yılı” kapsamında kitabın yeniden basımına karar vermiştir. İTÜ Vakfı olarak ikinci baskısını yaptığımız Hüseyin Tevfik Paşa ve ”Linear Algebra” kitabı, ülkemizin bilim tarihinde ve İTÜ tarihinde önemli yerleri olan iki bilim insanı Hüseyin Tevfik Paşa ile Prof. Dr. Kazım Çeçen’in değerli hatırasına ithaf edilmiştir.

Yazar Prof. Dr. Kâzım Çeçen 
Yayınevi:İTÜ Vakfı Yayınları
Yayın Tarihi : 2019 
Sayfa Sayısı : 188 ISBN NO : 978-975-7463-63-4 
https://www.ituyayinlari.com.tr/kitap/560/huseyin-tevfik-pasa-linear-algebra

Bir Gezi Rotası: Konya-Ereğli-Karaman

Okulların tatil olması ile birlikte yoğun geçen dönemin ardından bir gezi planı yapıp , yakın çevreyi keşfetmek güzel bir fırsat oldu. Bunun için Konya-Karaman güzergahını, kendime rota olarak belirledim. Kısa mesafeli ama bir o kadar da yorucu bir plan hazırladım. Sevgili peygamberimiz Hz Muhammed (s.a.v)in "Seyahat edin, sıhhat bulun. Yola çıkın sıhhat bulun." (Ahmet b. Hanbel, 3/280; Aclunî, 1/445, Mecmau’z-Zevaid, 5/210) Şeklindeki hitaba mazhar olabilmek, "tebdili mekanda ferahlık vardır" sözün hikmetine vakıf olabilmek gayesiyle yol hazırlığımızı yaptık ve sabahın nuruyla  erkenden yola koyulduk.

Dörtgenlerin Özelliklerinin Sınıflandırılması

Dörtgenlerin ortak özellikleri olduğu gibi birbirinden farklı özellikleri de mevcuttur. Bütün bu özellikleri bir tabloda birlikte göstermek dörtgenlerin sınıflandırılması açısından bizlere kolaylık sağlayacaktır. 

YKS 2018-19 Matematik Netleri Sayısal Bilgiler

Temel Matematik testi

Ortaöğretim kurumlarının son sınıfında okuyan öğrencilerin TYT Matematik Net ortalaması: 6,080 nettir. Bu ortalamaya liseden mezun olmuş olan adaylar da dahil edildiğinde, tüm adayların TYT Matematik Net ortalaması: 5,672 net olmuştur.

AYT Matematik testi

Ortaöğretim kurumlarının son sınıfında okuyan öğrencilerin AYT Matematik Net ortalaması: 5,266 nettir. Bu ortalamaya liseden mezun olmuş adaylar da dahil edildiğinde tüm adayların AYT Matematik Net ortalaması 4,775 net olmuştur.

YKS 2018-19 sınavına ait TYT ve AYT testlerinin matematik ortalamaları aşağıdaki grafikte verilmiştir.

2019 TYT-AYT Matematik Soru Dağılımı

2019 TYT Matematik sınavındaki sorular, tamamen lise müfredatı içerisinde olan konuların yenilikçi tarzda probleme dayalı sorulardan oluşmuştur. Ders kitabı bilgileri ve matematik müfredatı dikkate alınarak hazırlanan sınavda 30 soru Matematik, 10 adet de Geometri sorusu sorulmuştur.  ÖSYM'nin 15/06/2019 Tarihinde gerçekleştirdiği TYT matematik sınavı, farklı tarzda ayırt edici sorular içermekle birlikte, 2018 yılı TYT sorularına göre nispeten anlaşılması daha güç niteliklidir. 

2019 TYT Matematik Soruları; akıl yürütme ve problem çözme becerisine sahip öğrencilerin kolaylıkla çözebileceği şekilde olmasına rağmen bu şekildeki sınavlara alışık olmayan öğrencilerin bilgi ve ezber amaçlı çalışan öğrencilerin ise oldukça zorlanacağı bir sınav biçimindedir.  Soruların matematik ünitelerine göre dağılımı aşağıdaki şekildedir.



TYT-2019 MATEMATİKAdet
Temel Kavramlar, Basamak Çözümleme4
Rasyonel Sayılar1
Basit Eşitsizlikler ve Sıralama1
Mutlak Değer1
Üslü İfadeler1
Köklü İfadeler1
Oran-Orantı1
Denklem Çözme1
Problemler11
Bölme ve Bölünebilme1
Fonksiyonlar2
Kümeler1
Permütasyon, Kombinasyon1
Olasılık1
İstatistik-Grafikler2
Üçgenler2
Dörtgenler2
Çokgenler1
Çember ve Daire2
Nokta ve Doğru Analitiği1
Katı Cisimler2
TOPLAM40

2019 AYT Matematik sınavındaki sorular, tamamen lise müfredatı içerisinde olan sorulardan oluşmuştur. Ders kitabı bilgileri dikkate alınarak hazırlanan sınavda 33 soru Matematik, 7 adet de Geometri sorusu sorulmuştur.  ÖSYM'nin 16/06/2019 Tarihinde gerçekleştirdiği AYT matematik sınavı, farklı tarzda ayırt edici sorular içermekle birlikte, 2018 yılı AYT sorularına göre nispeten daha kolay bir sınav olmuştur. Soruların matematik ünitelerine göre dağılımı aşağıdaki şekildedir.

2019 AYT MATEMATİK
Temel Kavramlar, Sayı Basamakları 1
Asal Sayılar, Asal Çarpanlar 1
Bölme ve Bölünebilme 1
Mutlak Değer 1
Kümeler 1
Fonksiyonlar 2
Perm-Komb-Binom-Olasılık 2
Polinomlar 2
2.Dereceden Denklemler *
Eşitsizlikler 1
Parabol 1
Mantık ve İspat Yöntemleri 1
Modüler Aritmetik 1
Trigonometri 3
Karmaşık Sayılar 1
Logaritma 3
Diziler 1
Limit ve Süreklilik 2
Türev ve Uygulamaları 4
İntegral 4
Üçgenler ***
Dörtgenler-Çokgenler 2
Çember ve Daire 2
Doğrunun Analitik İncelemesi 1
Dönüşümler Geometrisi 1
Katı Cisimler 1
Toplam 40

2019 AYT Matematik Çözümleri (PDF)

ÖSYM'nin 16/06/2019 Tarihinde gerçekleştirdiği AYT matematik sınavı, farklı tarzda ayırt edici sorular içermekle birlikte, 2018 yılı AYT sorularına göre nispeten daha kolay bir sınav olmuştur. Soru çözümleri uzun işlem gerektiren tarzda değildir. Düşündürücü ve yoruma dayalı sorulardan ziyade cevabı net olan bilginin tam olarak ölçüldüğü güzel bir sınav olmuştur. 
Sınav Sorularına ÖSYM sitesinden ulaşabilirsiniz.

2019 TYT Matematik Çözümleri (PDF)

ÖSYM'nin 15/06/2019 Tarihinde gerçekleştirdiği TYT matematik sınavı, farklı tarzda ayırt edici sorular içermekle birlikte, 2018 yılı TYT sorularına göre nispeten daha yoruma dayalı, klasik test sorusu tarzından uzak, yenilikçi sorulardan oluşmuştur. Fazla bilgi gerektirmeden çözülebilecek matematik soruları, denklem kurma ve problem çözme becerisi yüksek olan, yorumlama, okuduğunu anlama yeteneği iyi olan öğrencilerin zorlanmadan yapabileceği problem ölçekli bir sınav olmuştur. Geometri soruları da artık şeklin direkt olarak verilip üzerinde soruların sorulduğu anlayıştan uzaklaşmıştır. Bu tarza alışık olmayan öğrencilerin zorlanacağı bir sınav olduğunu söyleyebiliriz.
TYT Matematik sınavında bir soru hatalı olduğu için iptal edilmiştir.


Muallimin vasıfları ve vazifeleri

Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri 
Malı elde etmek için insan dört hål üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lazım geldiğini bil! 
Mal sahibinin halleri şunlardır:
1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.
2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur. 
3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur. 
4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur. Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir. 
İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hale getirmektir. Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar..
Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer. Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: '0 bir fitile benzer. Fitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'. 

Talebelik adabı ve hususiyetleri

1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir. 

2. İlim ehli olacak kişi, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmalı ve ailesinden ve vatanından uzaklaşabilmelidir.  Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. "(Ahzab Suresi/4) İnsanda iki kalp olmadığına göre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektir. Bir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildir. Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakikatlarin anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, kişinin tüm benliği ile tamamını almadıkça birazını bile o kimseye vermez. İlme tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine de şüphelidir. Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları toprak emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz. Günümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruz. Bu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul olmamaları gerekir.

Münazara (tartışma) ahlakı üzerine notlar

Münazaradan doğan kötü ahlâkın yol açtığı sonuçlar 
Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefini göstermek için halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccühünden istifade etmek için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil böyle bir tartışma biçimi, Allah'ın düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdır. Bu çeşit münazaralar; kibir, ucub, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir. İçki içmek ile diğer fuhşiyatları yapmak arasında muhayyer bırakılan bir kişi, içkiyi daha ehven görüp onu içerse, bununla kalmayıp içki onu diğer fuhşiyata nasıl zorlarsa; aynen bunun gibi başkasını susturmak, münazarada galip gelmek, rütbe aramak ve iftira etmek sevgisi de kime galip gelirse; bu sevgi o kişiyi bütün pisliklerin içine sürükler, kötülükleri nefsinde toplamaya başlar. Yine bu sevgi bütün kötü ahlâkların bu kişide toplanmasına vesile olur. Bu ahlâkların tamamının çirkin olduğunu izah eden deliller, ayet ve hadislerde zikredilmiştir. Bu yazıda, olumsuz münazaranın tahrik ettiği kötü ahlâkın sonuçlarından bir kısmını aktarmaya çalışalım.

1. Hased 
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hased, ateşin odunları yemesi gibi, sevapları yiyerek bitirir." (Ebu Davud) Münazara eden (tartışmacı), kendisini hasedden katiyyen kurtaramaz. Çünkü bir tartışmacı, bazen galip gelir, bazen de mağlup olur. Onun için bazen onun konuşması övülür, bazen de karşısındaki muarızın konuşması övülür. Öyleyse bu dünya ilminde kuvvetli ve görüşlerinin isabetli olduğu kabul edilen biri oldukça veya "Filân adam senden daha iyi görüyor ve senden daha isabetli kararla veriyor" denilme ihtimali bir münazarada bulundukça, böyle bir kişinin hased duyacağı muhakkaktır. Münazaracı karşısındaki kendisine tafdil edilen adamı küçültmeye ve ona teveccüh eden, onu beğenmey başlayan kalpleri de kendisine çevirmeye yarayacak bütün faaliyetleri ustalıkla göstermeye çalışır. Hased, helâk edici bir ateştir. Hased ateşiyle yanan bir kişi, bu dünyada büyük bir ızdırap içindedir. Ahiretteki azabı ise, dünyadakinden kat be kat fazla olacaktır. İşte bunu anlatmak için ibn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: "İlmi nerede bulursanız alınız. Fakihlerin birbirinin aleyhindeki tartışmacı sözlerine kulak vermeyiniz. Çünkü onlar ağıldaki tekeler gibi dövüşmektedirler." 

2. Kibir ve Tekebbür
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim büyüklenirse, Allah onu alçaltır; kim de tevazu gösterirse Allah, o kişiyi yükseltir." (Hatib)  Yine Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i kudside Allahü Teala'nın zatını kastederek şöyle buyurmuştur: "Azamet benim izarım, kibriya ise benim abamdır. İşte bunun içindir ki bu iki şeyde bana ortak olmaya yeltenenin belini kırarım!" (Ebu Davud, ibn Hibban) (Hadiste Allahü Teala hakkında geçen "izar" ve "abâ" kelimeleri zahirî anlamda düşünülmemelidir). Tartışmacı, emsallerinden üstün görünmek hastalığından hiçbir zaman kurtulamaz. Olduğundan çok daha üstün görünmek ister. Hatta bu büyüklük budalaları, münakaşa meclislerinin herhangi bir yeri için bile kavga ederler. Meclisin başında oturmak; baş koltuğun kendilerine ait olduğunu iddia etmek peşindedirler. Kendilerinden başkasına bu yerleri lâyık görmedikleri için itişip kakışırlar, dar bir yoldan geçildiği zaman "ben önde giderim, sen önde gidersin" diye itişir dururlar. Böyle tartışmacıların kurnazları ise: "Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz; zira álimin, özellikle mü'min bir alimin kendi nefsini zelil etmesi yasaklanmıştır." şeklinde tevilli konuşmalar yaparak akılları sıra kendilerini müdafaa ederler. Bilmezler ki, Allah ve Rasalü tevazuu medhetmiş olmalarına karşı bu kişiler Allah'ın ve Rasûlü'nün medhettikleri tevazuu hasletini, zillet kabul eder duruma düşmüşlerdir! Yine Allah ve Rasûlü'nün buğz ettiği bir hal olan (kibir) tekebbüre de kendi gömleklerini giydiriyor ve böylece Allah'a ve Rasûlüne zıd düşüyorlar. Böylece tevazu gibi bu güzel kelimeleri tahrif ederek halkın dalalete sapmasına vesile oldular! Nitekim bnzer şekilde hikmet, ilim ve benzeri kelimeleri de davranışlarıyla tahrif etmişler ve halkın dalalete düşmelerine sebep olmuşlardır!


3. Hikd (Kin) 
Tartışmacı kimse, kendisini kin tutmaktan kurtaramaz. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: Kamil mümin kinci değildir. “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir.” (Buhârî, Edep 57, 58, 62;Müslim, Birr, 23, 24, 28)  Kin tutmayı, kötüleyen (zemmeden) o kadar çok hadis vardır ki, bu kötülüğün gizlenmesi mümkün değildir. Bir münazara esnasında hasmını tasdik edercesine başını sallayarak ona kin tutmayan hiçbir tartışmacıya biz rastlamadık. Çünkü bir tartışmacı diğer tartışmacının sözlerini dinlemiyor, bu sözleri iyi niyetle karşılamıyor. İste bundan dolayıdır ki bir tartışmacı, diğer tartışmacıya kin tutmaya mecbur oluyor. O kini nefsinde taşıdığı halde gizli tutması ancak nifakla mümkün olmaktadır. Fakat çoğu zaman beslenen kin, apaçık ortaya çıkıyor ve bunu herkes müşahede ediyor. Tartışmacı bu durumda kendisini kin tutmaktan nasıl kurtarabilir? Bütün dinleyenlerin ona hak vermeleri imkânı yoktur. Ortaya koyduğu delilleri dinleyenler makbul saymak durumunda da değildir... Onun için hasmı, sözünü biraz da olsun hafife alırsa, bu hareketi affedemez, bundan dolayı duyduğu kini hayatının sonuna kadar kalbinden söküp atamaz. İşte bu durum, felaketin tâ kendisidir.

4. Gıybet 
Allahü Teala, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir.  "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! Sizden biriniz kardeşinin ölü halindeki etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah'tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır." (Hucurat Suresi-12) Halbuki tartışmacı, ölü eti yemekten, kendini bir türlü kurtaramaz. Çünkü o her za-man hasmının konuşmasını naklederek aleyhinde yargıda bulunur. Kendisini bu halden kurtarmak için ne kadar titiz davranırsa davransın, hasmının söylediği sözleri ne kadar doğru naklederse nakletsin, kendisini gıybet etmekten hiçbir zaman alıkoyamaz. Çünkü hasmının konuşmasının yanlış olduğunu söylemek suretiyle gıybet yapmış olur. Bu konuşmasının hasmının acizliğini gösterdiğini ve kendisinden daha eksik olduğunu söyleyerek gıybet yapmış olur. Yahut da daha kötüsü hasmının söylemediğini naklederek bir de yalancı durumuna düşer. Aynı zamanda söylemediğini söyledi diyerek iftira atmış olur, müfteri durumuna düşmüş olur. Kendi konuşmasına önem vermeyip, hasmının kelâmına kulak verenin haysiyetine tecavüz etmekten dilini bir türlü kurtaramaz. Münazaracı kimse, karşısında kendisi ile tartışan kişileri cehalet, hamakat ve dar anlayışlılıkla itham eder! 

5. Nefsi temize çıkarmak
Allahü Teâlâ bizi, nefsimizi temize çıkarmamaya davet etmektedir. "Nefislerinizi temize çıkarmayınız; Allah kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32) Hakim bir zata "Çirkin olan doğru nedir?" diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Kişinin nefsini övmesidir". Tartışmacı kuvvetli olmakla, galip gelmekle ve fazilet bakımından emsâllerinden üstün olmakla kendini övmekten kurtaramaz. Münazara esnasında hiç olmazsa şu kadarcık bir söz söylemekten kendini alıkoyamaz. "Ben bütün bu işleri bilmeyenlerden değilim. Ben ilimlerde ileri gitmiş hir kimseyim. Her ilmin usûlünü ve metodunu bilirim. Birçok hadis hıfzetmişim'. İşte buna benzer cümlelerle kendisini metheder durur. Bazen de konuşmasını itibara alsınlar diye, böyle cümleler sarfetmeye mecbur kalır. Halbuki herkes bilir ki kendisini ahmakça övmek ve herhangi bir sebepten dolayı nefsini tezkiye etmek, şer'an ve aklen çirkin sayılmıştır.  

6. Tecessüs 
Allahü Teâlâ şöyle buyurur. "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! (Hucurat Suresi-12)  Tartışmacı, emsålinin ayıplarını araştırır, hasmının kusurlarını bulmak için durmadan çalışır. Hatta tartışmacıya 'Senin memleketine bịr tartışmacı geldi' dendiği zaman, hemen adamlarından birini göndererek gelen tartışmacının hususiyetlerini öğrenmeye çalışır. Gizli suçlarını araştırır. Öyle ki, münazara yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman rakibini hususi hayatındaki ayıplarından dolayı mahcup vaziyete düşürebilsin. Münazarada rakibini alt edebilmek için, bunları bir silâh olarak kullanabilsin... Tabidir ki, bu silâhlar rakibe karşı ihtiyaç zamanında kullanılır... Hatta tartışmacı rakibinin suçlarını aramakta o kadar ileri gider ki, çocukluk zamanında yaptıklarını bile ortaya çıkarmaya çabalar... Bedenî kusurlarını dahi bulmaya çalışır. Belki çocukluğunda bir suç işlemiş olabilir veya vücudunda bir kusur bulunabilir. Meselâ kel olması gibi... Sağır olması gibi.. Bunları, münazarada mağlup olma tehlikesi ile karşılaştığı zaman, rakibinin bu kusurlarına temas ederek onu mahcup etmeye çalışır. Şayet münazara bahsinde muktedir bir kişi ise, bu sefer de rakibinin kusurlarını ima yoluyla belirterek söyler. Şayet mağrur ve mağrur olduğundan ötürü de ahmak biri ise, bütün bu kusurlarını rakibinin yüzüne karşı bağıra bağıra söyler. Tartışmacıların önde gelen şahsiyetlerine ait buna benzer hikâyeler çok çok anlatılmaktadır. 

7. Karşısındaki kimselerin kötü duruma düşmeleri sebebiyle sevinmek, iyi durumlarına da yerinmek ve üzülmek 
İslâmiyet'te kendisi için istemediği bir şeyi, başka din kardeşleri için de istememek ve kendisi için istediği şeyleri de, başka din kardeşleri için istemek ahlâkı vardır. Faziletlerini öne sürerek başkalarına karşı övünmek durumunda kalan kimseler, arkadaşının ayağının kaymasına sevinir. Çünkü ilim ve fazilette kendilerine denk gördükleri herkes bir nevi rakipleri olduğu için bilhassa onların birbirlerine karşı aldıkları tavır, tıpkı iki kuma kadının birbirlerine karşı aldıkları tavıra benzer. Nasıl ki bir kuma, öbürünü gördüğünde eli ayağı titremeye başlar ve katiyyen onu görmeye tahammül edemezse, tıpkı bunun gibi bir tartışmacı da öbür tartışmacıyı gördüğü zaman kuma kadın gibi beti benzi atar, titrer ve onu görmek istemez. Sanki karşısındaki hilekår bir şeytan veya kanını emmeye çalışan bir canavara benzer! O halde soruyoruz! Hani İslâmiyet'in istediği yakınlık ve ünsiyet? Hani din âlimlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve sevgi? Hani her hangi bir müşkilde din âlimlerinin birbirlerine yaptıkları yardımlar? Hani kardeşlik, yardım ve muhabbet? Hatta İmam Şâfiî şöyle buyuruyor: 'Fazilet ve akıl erbabı arasında ilim, onları birbirine bağlayan bir zincirdir'. O halde soruyoruz! Ilmi, düşmanlık vesilesi yapan kişiler, kendilerinin İmam Şâfiî'nin takipçisi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Acaba arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşlik, ünsiyet ve arkadaşlığın tesisi hiç mümkün müdür? Elbette hiçbir şekilde mümkün değildir! İnsanların bozulmasına, mü'min ve muttaki kulların ahlâkından çıkarıp, münafıkların ahlâkına iten şerrin, bu kadarı insana yeter de artar bile... 

8. Nifak
Nifakın kötü olduğunu bildirmek için delil getirmeye ve kötülüğünü delillerle ispat etmeye ihtiyaç yoktur. Tartışmacılar âdeta nifaka düşmeye mecburdurlar. Çünkü, çeşitli mekanlarda hasımlarla ve hasımların dostlarıyla her an karşılaşmak mecburiyetinde kalırlar- Lisanen ve görünüşte onlara sevgi göstermek ve muhabbetini izhar etmek zorundadırlar. Onların derece ve hallerini dikkate almak ve onların gönlünü kırmamaya hatta tersine o kimseleri kazanmaya çalışmak lâzımdır. Halbuki kendisiyle konuşan, dil döken ve dinleyen kişiler, bu sözlerin hepsinin yalan olduğunu bilirler. Bilirler ki bu insan bir hasım olduğuna göre nifak, iftira ve fisk-u fücur yapmaktadır. Çünkü münâzaracılar ancak dilleriyle birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlar. Kalplerinde ise, birbirlerine karşı silinmez bir buğz taşımaktadırlar. Biz böyle bir nifaktan şânı yüce Allah'a sığınırız! Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: "İnsanlar ilmi öğrendikleri ve ameli terkettikleri, dil ile sevişip kalplerinde buğz taşıdıkları ve aralarında sıla-i rahmi kestikleri zaman, Allah onlara lânet edip kulaklarını sağır ve gözlerini kör eder!" (Taberáni, Selmân-ı Fårisi) Günümüzde gördüğümüz manzaralar, bu hadisin mânâsını doğrulamaktadır. 

9. Haktan yüz çevirmek ve nefret etmek 
Tartışmacı düşmanlık hırsı taşır. Tartışmacının en nefret ettiği sey, doğru sözün, gerçeğin ve hakkın, hasmının ağzından çıkmasıdır. Her ne zaman hak, hasmının ağzından çıkarsa, onu var kuvvetiyle reddetmeye ve hasmını bu haktan caydırmaya çabalar. Demek ki düşmanlık ve hakkı reddetmek. tartışmacının tabiî ve normal hâli olmaktadır. O ister hak olsun, isterse bâtıl, ne dinlerse sanki onu reddetmekle mükelleftir. Hatta o kadar ki Kur'an'dan getirilen delillere dahi itiraz etme isteği kabarır içinde. Şeriat tåbirlerine bile karşı koyar. Kesin nasslardan birini diğer biriyle nakzetmeye çalışır. Halbuki bâtılı müdafaa etmek, çok mahzurlu ve çok tehlikelidir. Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hatasını anlayıp cedeli terkeden bir kimseye, Allah Teâlâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde cedeli terkeden bir kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder. (Tirmizi, ibn Mace) Allahü Teâlâ, iftira eden ile gerçeği yalanlayan kimseyi bir tutmuştur: "Allah'a iftira ederek yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki o zâlimler kurtuluşa eremezler. (En'am Suresi/21) Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan söylemiş, doğruyu (Kur'an'ı Kerim'i) da kendisine geldiği zaman yalanlamıştır. Kâfirlerin yeri cehennem değil midir? (Zümer Suresi/32)

10. Riya, (halka gösteriş yapmak ve halkın kalbini kendine çekme gayretine düşmek)
Riya, insanı en büyük günahlara iten korkunç hastalığın adıdır. Tartışmacının butün gayreti, yapmış olduğu münazara ile halkın gönlünü çelmek ve kendisine taraftar toplamaktır. Bu nedenle onlar, halkın toslandığı fikirlerin savunucusu olmayı her zaman başarırlar. 

İste saydığımız bu on hastalık, båtinî fuhşiyátın esaslarındandır. Tartışmacılarda bu on menfi hasletten başka daha nice kötü hasletler vardır. Bu kötü hasletler, kendisini zabtetmeyen tartışmacıları sonunda vuruşmaya, yumruklaşmaya, tırmıklamaya, elbise yırtmaya, sakal yolmaya, anaya ve babaya küfretmeye, hocalara küfretmeye ve açık açık birbirlerine iftira atmaya sürükler. Böylelerini insan saymadığımız için burada sözkonusu etmedik! Yukarıda saydığımız on menfi haslet, tartışmacıların büyüklerinin hemen hemen hepsinde en akıllılarında dahi vardır. Bütün bunlara rağmen bir kısım tartışmacılar, bu kötü hasletlerden uzak kalabilirler. Fakat bư iyiliği, ancak kendisinden çok aşağı veya yukarı; yahut memleket itibarıyla kendisinden çok uzak, maişet konusunda da kendisiyle çatışmayan kimselere gösterir. Kendisiyle aynı ayarda olan akranlarına bu iyiliği göstermesi, tartışmacı için imkansızdır. 

Bu on hasletin her birinden on tane başka rezalet doğar. Biz bunların hepsini teker teker sayarak konuyu uzatmak istemedik. Meselâ herbirinden şu rezaletler doğar: Kendini müdafaa etmek gayreti, öfke, tamah, buğz, rütbe ve mal isteme ihtirası, hasmına galip gelmekten dolayı düşülen gurur, nimeti inkar etmek, ifrata kaçmak, zenginlere ve sultanlara hürmetkår olmak, onlarla sıkı münasebetlere girişmek, onların haram yollardan elde ettiği şeylerden almak, atlarla, bineklerle ve mahzurlu elbiselerle süslenmek, kibir ve azametinden dolayı herkesi hakir görmek, mâlâyani hususlara dalmak, çok konuşmak, korkuyu kalpten çıkarmak, kalbindeki rahmet duygusunu söküp atmak, ifrat derecesinde gaflete düşüp bir namaz içinde ne kadar namaz kıldığını, neyi okuduğunu ve kime münacaatta bulunduğunu tefrik edememek, münazarasında kendisine yardım eden ilimler üzerinde bir ömür tükettiği halde kalbinde haşyet hissinin teşekkül etmemesi -ki böyle ilimlerin âhirette hiçbir faydası yoktur- ibareleri güzel okumak, kelimeleri kafiyeli sarfetmek, olması ender hådiseleri ve hikâyeleri ezberlemek gibi saymakla bitmeyecek kadar felâketler doğurur. 

Tartışmacılar, ilmi derecelerine göre münazara ilminde başarı gösterirler. Bu mesleģin çeşitli dereceleri vardır. Fakat din, ilim, akıl ve fazilet bakımından en büyükleri dahi bu yukarıda saydığımız kötü huyların bir kısmından kendi yakalarını kurtaramazlar. Ancak ellerinden geldiği kadar kötülüklerini örtmeye çalışmak ve bu kötülükleri nefsinden söküp atmak için büyük bir gayretle mücadele etmek gayesini güderler. Bu rezaletlerin sadece tartışmaclara ait vasıflar olmadığı ayrıca bilinmelidir. Va'az ve nasihatte bulunanlarda da bu çirkin hasletler bulunabilir. Şayet halka hoş görünmek, vaaz ve nasihatten ötürü bir paye kazanmak, yapmış olduğu işten dünyalık sahibi olmak gayretine düşmüş ise, böyle bir vaizde yukarıda açıklanan kötü hasletler bulunur. Bu rezaletler, fetva ve mezhep ilmiyle uğraşanlarda da bulunur, Şayet bu ilimle meşgul olmaktaki gaye kadılık makamını işgal etmek, evkaf dairesinde büyük memuriyetler almak, akranlarından daha fazla yöneticilerin gölgelerine girmek ise, böyle bir insanda da yukarıda saydığımız kötü ahlakların çoğu bulunabilir. Kısaca ilmiyle Allah'ın rızasından başka şeyler bekleyen her insan da bu kötü hasletler bulunur. Demek ki ilim, alimin yakasını bırakmaz. O ilim, alimi ebediyyen herşeyden mahrum ederek helak olmasına sebep olur veya ebedi hayatın saadetine garkeder. İşte bu sırrı anlatmak için Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur: "İlminden menfaat görmeyen alim, kayamette, en şiddetli azaba maruz bırakılır. (Taberani, Beyhaki) Böyle kimselerin ilmi, kendilerine bir fayda vermediği gibi, üstelik çok büyük zararlar verir. Keşke böyle bir kimse, başına büyük feláketler getirecek ilimden kurtulmuş olabilseydi.  Fakat ne yazık ki, bundan kurtulması mümkün değildir. İlim tehlikesi çok büyüktür. İlmi talep eden, ebedi mülkü ve serveti talep ediyor demektir. Onun için bu talipler ya mülk ve servetten veya felaketten yakalarını kurtaramazlar. Alimin hali, tıpkı dünyada mülk isteyen diger insanların haline benziyor... Eğer servet peşinde koşan, servete ulaşmak imkanı bulamazsa kendini zilletten kurtaramaz. Belki zilletin de ötesinde büyük girdaplara düşer. 
Demek ki ilmiyle riyaset talep eden, gerçekte helak olmuş bir kimsedir. Fakat, her ne kadar ilmiyle amel etmeyen alimin kendisi helak olsa bile, böyle bir kimsenin delâletiyle başka insanların kurtuluşa erişmesi  mümkün olabilir. Eğer o kişi insanları dünyayı terke dâvet ediyorsa durum böyledir. Kendisi helak olup başkalarının kurtuluşlarına sebep olan âlim, görünüşte selef âlimlerine benzer. Fakat onlardan ayrı olan tarafı, içinde yanan rütbe ateşidir. O kimse (başkalarını hidayete sevkederken dahi) bir makam elde edebilmek için yanıp tutuşan bir alimdir. Böyle kişilerin misâli, mum misâline benzer. Mum, etrafını aydınlatmak için yanar, kendisini mahveder. Eğer bu alim, insanları dünyaya bağlanmaya götürüyorsa, o zaman hem kendini ve hem de başkalarını yakan bir ateş gibi olur... 

Âlimler üç sınıfa ayrılır: 
1. Hem kendilerini ve hem de başkalarını helak edenler. Bunlar açık bir şekilde dünya nimetlerini isterler ve onlara dalarlar. 
2. Hem kendilerini ve hem de başkalarını saadete erdiren âlimler. Bunlar bâtın ve zâhirde insanları Allah'a dâvet, ederler. 
3. Kendilerini helâk eden ve fakat başkalarının kurtuluşuna, vesile olan âlimler. Fakat bunlar, halkın kalbini kazanmak, halkın gözüne girmek, şan ve şöhret kazanabilmek için uğraşırlar. Bu nedenle ey Müslüman! Hangi zümreden olduğunu düşün ve bul! Kime düşmanlık yaptığını idrâk etmeye çalış! Allah'ın, kendisi için yapılan amelden başkasını kabul edeceğini hiçbir zaman aklına getirme... 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-IV, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992

Faydasız ve çirkin ilimleri öğrenmek

İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından çirkin (mezmum) olmaz. Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında çirkin ve mezmum addedilir. 
1. Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilimdir. Sihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilir. Çünkü bu ilimler birer ilim kabul edildiği halde kötülenmiştir. Bu ilimlerin var olduğunu Kur'an-ı Kerim tasdik etmektedir. Yine Kur'an bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. "Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri, Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek, “Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!” demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!" (Bakara Suresi/102) Aynı zamanda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir. Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derinliklerindeki taşın altından çıkarmıştır. 
["Bir gün Rasulullah (s.av), Hz. Aişe (r.a)'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe (r.a)'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım." dedi. Hz. Aişe (r.a) "O nedir?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. 'O'na ne oldu?' Öbürü cevap verdi: 'Buna sihir yapılmış.' Birincisi sordu: 'O'na kim sihir yaptı?' Öbürü cevap verdi: 'Lübeyd b. Asım.' Birincisi sordu: 'Ne içinde?' Öbürü cevap verdi: 'Tarak ve saçlar, bir erkek hurma içinde.' Birincisi sordu: 'O nerede?' Öbürü cevap verdi: 'Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (Zî-ervan) içinde, bir taşın altında.' Birincisi sordu: 'Ne yapmalı?' Öbürü cevap verdi: 'Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı.'" Rasulullah (s.a.v); Hz. Ali (r.a), Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de kuyuya gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da onlarla birlikte gönderdi.) Rasulullah (s.a.v) daha sonra kendisi de birkaç sahabe ile kuyunun oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde on bir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular. Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail (a.s) gelerek Rasulullah (s.a.v)'a "Muavvizeteyn'i (Felak veNas sureleri) oku" dedi. Rasulullah (s.a.v)'ın her ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde tüm düğümler çözülmüş ve bütün iğneler çıkmıştı. Rasulullah (s.a.v) sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah (s.a.v) da Lübeyd'i cezalandırmadan serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını da tenbih etti."] (Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64) 
Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkezlerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir. Bu ilimde bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olur. Şerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmum sayılır. Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib eder. Veli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenir. Onu tâkib eden zâlim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olur. Çünkü böyle bir hareket, o zâlimin veliyi öldürmesine sebep olabilir. Dolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdir. Fakat burada zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için çirkin ve mezmûmdur. 

2. Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdir. Astronomi gibi... Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildir. Çünkü ikiye ayrılır: 
a) Hesab İlmi: Allah Teâlâ Kur'an'da güneşin ve ayın bir hesab ile seyrettiğini söylemektedir. "Güneş ve ay (kendi menzillerinde) bir hesap iledir" (Rahman Suresi/5) "Aya da menziller (miktarlar) takdir ettik. Nihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu."(Yâsin Suresi/39) 
b) Ahkâm İlmi: Bu ilmin özeti hadiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktır. Doktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzer. Bu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki sünnet ve adetinin cereyan tarzını bilmektir. Fakat bu ilmi, şeriat bir hikmete binaen kötülemiş ve zemmetmiştir. Hadis-i şeriflerde; "Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyun. Yıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakının. Ashabım zikredildiği zaman (onların arasındaki hådiseleri kurcalamaktan) sakının!" (Taberani; Hatib, Kitab-ul kavm fi ilmin nücum) "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: 1.İdarecilerin zulmü, 2. Yıldızlara inanmak, 3. Kaderi yalanlamak." (Ibn Abdilberr ve İbn Asakir) buyrulmuştur.
Hz. Ömer şöyle demiştir: "Yıldızlardan ancak karada ve denizde size varayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının." Hz. Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yarayacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe dayanır: 
a) Yıldız ilmi halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor dendiğinde, halkın kalbinde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâhi kuvvet (ilah) oldukları kanaati yerleşmektedir. Özellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedir. Böyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve insanlar onlara bağlanıyorlar. O kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümitsizliği onlardan beklemeye başlıyorlar. Böylece Allah'ın zikri kalplerden siliniyor. Çünkü zayıf olan kimseler, daima vasıtalara bakar; her türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmez. Güneşin, ayın ve yıldızların Allah Teâlâ'nın birer teşhir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler. 

Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kağıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa dahi; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zanneder. Çünkü o kağıt üzerine yazıyı yazan olarak, karınca yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları karınca göremez. Hele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden iradeyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın' varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiçbir şekilde idrâk edemez. İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalır. Bu sebepleri aşıp, sebeplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz. İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri budur. 

b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildir. Ne zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedir. O halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yoktur. Cehalete yol açtığı için zemmedilmiştir. Yoksa mücerred olarak kötülenmiş değildir. Bu ilimle elde edilen mårifetlerin Hz.Idris (a.s)'in mucizesi olduğu kuvvetle rivayet olunmaktadır. Fakat Hz. İdris (a.s)'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümuzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir. Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettir. Zira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olur. Muttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelir. Bu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettir. Kazara ve tesadüfen Allah Teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde isabet etmiş ve doğrulanmış sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılır. Müneccimin bu durumu tıpki bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer. Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonucuna varan kimseleri yanıltır. Bazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağar. İşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görmemesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı bunlar gibidir. Zira bu esintilerin daha nice nedenleri vardır ki, gemici bunlara bazen muttali olur, bazen ise vakıf olamaz. Hele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemez. Onun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır. İşte bu sebeplerle idrak yeteneği kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu yıldız ilminden sakındırılır ve menedilir. 
c) Yıldız ilminde fayda yoktur. Zararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktır. Fuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli hazine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir. Hadis-i şerifte "İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili feraiz) adaletli bir farizadan ibarettir." (Ebu Dâvud, ibn Mâce) buyrulmuştur. Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi faydasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildir. Allah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimsenin elinde değildir. Ama tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme insanların ihtiyacı vardır. Tıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilir. Tıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdır. Rüya tâbirinde faydalar vardır. Zira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur. 


3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktır. Faydasız ilme dalmak, kötülenmiş ve zemmedilmiştir. İlimlerin temellerini, zahirini ve açık olanını bilmeden, o ilmin inceliklerini, esaslarını öğrenmeden gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak, ilimlerin müteşabih ve kapalı taraflarını bilmeye gayret göstermek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak, zahir yerine batıni yorumlara dalmak gibi ilim öğrenmek kötülenmiştir. Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak istemişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlar. Bu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsustur. O halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine döndürmesi ve tanzim etmesi gerekir. Zira şeriatta Allah'ın tevfikine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcuttur. Nice kişiler vardır ki, gizli ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilimlerden çok zararlı çıkmışlardır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsalardı, dinî durumları ve inançları çok daha iyi olurdu. Bu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridir. Nitekim helal olan kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği gibi bu durum da malûmdur. Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır. 

Rivayet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır oiduğundan) şikayet eder. Doktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: "Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat edecektir. Nitekim nabzının durumu buna işaret ediyor' der. Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olur. Varını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini yazar. Kırk gün yemek yiyemez, su içemez. Kırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirir. Bunun üzerine zeki doktor "Ölmeyeceğini biliyordum. Hemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, gebe kalacaktır' der. Doktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorar. Doktor meseleyi şöyle izah eder: "Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bulunduğunu gördüm. Bu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdi. Bunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Şu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kaplayan yağlar erimiştir. Onun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir" diyerek doktor durumu izah eder. İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hz.Muhammed Mustafa'nın (s.a) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir: "Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız." (ibn AbdilBerr) İşte bu hikâyeden ibret al. Şeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçın. Ashabın eteğine yapış. Sünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılma. Zira din ve dünyanın selâmeti ancak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır. Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve sahabenin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadır. Sakın zannını delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstererek insanlarla çokça tartışma. 

'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorum. Öyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır? deme; zira mūstakil şekilde, olur olmaz ilmi meselelere dalışının zararı, kârından fazladır. Çok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni tehlikelere sūrükler ve âhiretini berbat eder. Allahü Teala'nın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felåketten kurtulamazsın ve helak olur gidersin! Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimsenin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, ahiret hayatının vesilelerini bilen peygamberler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar. Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşme. Böyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramaz. 
Birçok kimseler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyileştirmeye çalışırlar. Halbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sūrülmesi icabettiğini söyleyebilir. Damarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çevrelediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürülür diyerek itiraz ederler. İşte âhiret yolunda şeriatın inceliklerinde, âdâbında,insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir. Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsin. Nitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellikler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir. Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmez. Bunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevi komşuluğunda yükselmelerini temin eder. 

İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi... Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatın bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür (çok öfkelenme, öfkeden köpürme, çok kızma), şecaatın bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir. Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdir. Ne dünyaya, ne de âhirete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan ömrünü boşuna harcamak demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır basmaktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat varsa da verdiği zarara nispeten bu menfaat hiç denecek kadar azdır. Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra da başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve durumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et! 

Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların güzelini ve çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir insan çirkin sıfatlardan arınmış değildir, Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalpten uzaklaştırmak vâcibdir. Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kurtaracak ilâçları ihmal ederek zâhirde görünen yaralarına merhem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur. Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında oturarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara benzerler. Âhiret ålimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, kötülükleri ve şerri bütün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden söküp atmaya bakarlar. Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin kolaylığı bircok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu gariplerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâçları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gösteren hastaların durumuna benzer.Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken, diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere gitmekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bildiren ve o hastalıkların ilâcını tavsiye eden ilimleri öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni yüce makamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedi saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi olur. Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkån kalmaz. 
Halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farzı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü yaratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması,kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz. Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, günahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hal sende bir tabiat halini almışsa -ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir- o zaman farz-i kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin, Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi asla unutma!
Kalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddi ilaçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattır. Nasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak birtakım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette insana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdirler. Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yoktur. Keşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi. Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bilebilir ve açıklayabilirler. Fakat bir ölüden bütün bu soruların cevabını almak hiç kimsenin harcı değildir. 
Peygamber Efendimizin (s.a.v) doğruluğuna ve işaretlerinin hakikatına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeter. Ondan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol; Hz. Peygamber' in(s.a.v) yolunu tâkip etmektir. Sen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersin. 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-III, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992

Ahiret yolunun ilimleri

Ahiret yolunun ilmini -her ne kadar bu ilmin tafsilâtı saymakla bitmez ise de- bilmek istersen, Ahiret İlmi'nin yolu iki kısımdır: 1. Mükâşefe İlmi 2. Muâmele İlmi 
Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilimden az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'. Başka biri de şöyle demiştir: "Kimde şu iki sıfat bulunursa o kimseye ahiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibirdir". Yine denildi ki: "Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi ahiret yolunun ilmini elde edemez." Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce ahiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Âhiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü takviye etmektedir: "Senden kaybolanın kaybına razı ol! Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir."

Bu mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olanların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu halden birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder. Allah'ın zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve seytanlar sözünün anlamını da bihakkın bilir. Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünű, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlemlerinin sırrına vákıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür. Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azabının, sırat köprüsünun, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter!' (Isra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise, işte o gerçek hayattır, eğer bir bilselerdi...' (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'ü Teala ile karşılaşmanın, O'nun cemal-i ilâhisine bakmanın ve O'na manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hasıl olacak saadetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrak etmiş olur. Cennet ehlinin derecelerinin farkını -ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır" ifadesini hakkıyla bilir ve inanır. Daha sayılması çok uzun sürecek neler neler... Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar. 

İnsanların bir kısmı bütün bu hakîkatlerin birer misal oldukları, Allah Teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk, sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakîkatlerinden ise tamamen bihaberdir. Bir kısım insanlar da bu hakîkatların bazılarını misal kabul ederken, diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar. Bazıları da şu kanaattedirler; "Allahü Teala'yı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir". Bazıları da Allahü Teala'yı bilmek hususunda büyük meselelerin varolduğunu iddia etmişlerdir. Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: "Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir ve konuşur..."


Mükâşefe İlmi'nden gayemiz; perdenin kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir. Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise bu ilim ancak o zaman açık olur.  
Ahiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlenmesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlenmesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamberlere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakîkatları o nisbette aksettirir. Bu mertebeye çıkmak için, riyazet yolunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar. Allah Teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allah Teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır." (Erbain, Hüseyin es-Sülemi,Tergib ve Terhib, İlim)

İkinci bölüm ise Muamele İlmi'ne aittir. Bu muamele ilmi; kalbin ahvalinden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, riza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allahü Teala'ya minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir. Bütün bu hallerin hakikatlarını bilmek, hududlarını anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf taraflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek ahiret ilminden sayılır. Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olunana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etmemek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkår olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu dolayısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göstermek, fakirlerle istihza (alay) etmek, nefsine güvenmek, böbürlenmek, akranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyani (boş ve değersiz) şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebilecek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiçbir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizleyerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hâinlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel (uzun istek ve hayaller), kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, hafiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâhip olmak... 

Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır. Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Ahiret İlmini bilmek demektir. Ahiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır. Bunların bilinmesinden yüz çevirenler zahiri amellerden yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıçlarıyla kahroluyorsa, padişahlar padişahı olan Allah'ın kahrıyla ahirette helak olup gideceklerdir.

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992

İlim öğrenmenin fazileti

İlim, insan için en önemli meseledir. İlim yardımıyla dünya ve ahiretini mamur edebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır." (ibn Mace) buyurmuştur. İilim insana fayda veya zarar verebilir. Öğrendiği ilimle amel etmemek, o ilmi dünyalık menfaatler karşılığında satmak kişiyi helake sürükler. Faydasız, malayani (boş) ilimlerle meşgul olmak kişinin vakitlerini zayi etmesine sebep olur. İlmin fazileti ile ilgili bazı ayet ve hadisleri aktararak bu konuda ilmin ne derece önemli olduğunu, İmam Gazali'nin  İhya Ulumiddin eserinden aktaralım. 

İlim fazileti ve alimlerin yüceliği hakkında öncelikle Kuran-ı Kerim ayetlerine bakalım. "Hiç Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-i selim sahipleri düşünürler." (Zümer Suresi/9) "Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar." (Fâtır Suresi/28) "De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'."(Ra'd Suresi/43) İlmin fazileti ile ilgili olarak, Allah Rasülü (s.a.v) de şöyle buyurmuştur. "Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir." (Buhari-Müslim) "Alimler peygamberlerin varisleridir." (Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, İbn Hibban) Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bulunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, ilim ile elde edileceğinden bu da şereflerin en büyüğüdür. "Kıyamet gününde alimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır." (ibn AbdilBerr) "İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad edli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberin getirdiği ilahi nizama yöneltirler. Cihad ehli olan kimseler ise, peygamberin getirdiği bu ilahi nizamı kılıçlarıyla korumak için cihad ederler." (Ebu Nuaym, Ebu Talib el Mekki) "Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim ve amel sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur." (Taberani, Evsat) "Alimin abide üstünlüğü, benim ashabımın en düşük derecelisine üstünlüğüm gibidir." (Süneni Tirmizi) "Kıyamet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir. Bunlar; Peygamberler, alimler ve şehidlerdir." (İbn Mace)
İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güçlüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insanlardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha. cesaretlidirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez.Öyle olsaydi öküzlerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulunmasından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret hususunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bụnların hiçbiri insana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir! 


Gerçekten de kalbin gidası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkalâde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız! İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık! 

İlmin faziletini ve büyüklüğünü anlatan şu misal nasıl ibretliktir. Sâlim b. Ebî Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti. Azad olduktan sonra ne iş yapacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait olmadığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti".

Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyelerde de ilme dair nasihatlar vardır. Nitekim oğluna şöyle bir nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allah Teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir."
İlmin faziletine ait bu hususlar, ilmi ile amel edip, elde ettiği ilmini de başkalarına öğreten alimler için geçerlidir. İlmini başkalarına aktarmayan alimin bu sayılan faziletlere sahip olması söz konusu değildir. "Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir."(Buhari, Müslim)
Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak alimler yükseltir. İkrime (r.a) 'İlmin değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'. buyurmuştur. Yahya b. Muaz 'Alimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; O da şöyle der: "Çünkü babalar ve anneler, çocuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar."

"Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkederler." (Süneni Nesai, İbn Mace, Tirmizi) 

Atâ b. Ebî Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'. Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. Imam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareketiyle ilim öğretme'nin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir. Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.
İlim'in, âlemlerin Rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye vesile olduğu artık anlaşılmıştır. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarını kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Hayvanlar bile insanların kemal derecesi bakımından kendilerinden daha ileride olduklarını bildikleri için insanlardan yardım dilenirler ve hepsi o insanlara korkuyla karışık bir hürmet gösterirler. İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan onu öğrenmek, en faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlmi öğretmek de en faziletli nimeti başkalarına aktarmak demektir. Halkın isteği din veya dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kaim olur, zira bu dünya ahiretin tarlasıdır. Dünyayı geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya; Allah'a giden yolun bir başlangıcı ve vasıtasıdır.
Muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Muallim, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Muallim, insanı bütün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir. Bu nedenle ilmin öğretilmesi; bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, insanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır. Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazineden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır. (Bkz. Muallimin vasıfları ve vazifeleri)

Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: "İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. İlmi müzakere etmek tesbihtir. İlmî araştırma yapmak en büyük cihaddır. İlmi, bilmeyen bir kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda, lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulunurlar. Çünkü ilim insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sayesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadetlere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memur bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakîleri mahrum bırakır." (Ebu Nuaym, Ebu Talib El Mekki)

Ahiret alimleri yüzlerindeki sükunet, Allahü Teala'ya karşı zillet ve tevazu ile bilinirler. Huni gibi açılıp kapanan ve gülerken kulaklara kadar yayılan ağızların sahipleri, hareketlerinde ve konuşmalarında hiddetli olan kimseler ise gaflet içindedirler ve bu kimselerin hareketleri, dünyaperest kimselerin halleridir. (Bkz. Ahiret yolunun ilimleri)

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992