İslam Hilali (Cami alemleri/Baal Boynuzu)

İslam sanatının önemli bir parçası olan cami mimarisi ve işçiliği; özellikle tezhib, hat, kubbe, minare şerefeleri ve alemleri ile kendini belli eder. Klasik cami mimarisi içinde dıştan dikkat çeken en önemli yapı; kubbe ve minaredir. Kubbelerin ve mineralerin üzerine bir işaret olarak "alem" adı verilen bakır ve kurşundan yapılma işlemeler konulur. Kubbe yapısı, diğer inanışlara ait yapılarda da sıklıkla göze çarpar. Bu nedenle özellikle Osmanlı devleti ile birlikte kubbe ve minare üzerine alem konulması yaygın hale gelmiştir. Cami alemi, üzerinde bulunduğu yapının bir İslam mabedi olduğuna bu vesile ile işaret eder. İslam dini, geleneksel manada simgesel biçimiyle hilal ile gösterilmiştir. Birçok müslüman devlet, ülke bayraklarında hilal sembolünü kullanmıştır. 
Peki neden "hilal" bu kadar anlamlı bir hale bürünmüştür? Hilal, esasında dolunay gibi ayın hallerinden bir tanesidir. Yeni bir ayın girdiğini müjdeler. "Kur’ân-ı Kerîm’de (el-İsrâ 17/12; el-Furkan 25/61; Nuh 71/16) surelerinde geçtiği üzere, ayın kendisi müstakil bir ışık kaynağı olmayıp,  güneşten gelen ışığın aydaki yansıması yeryüzünde insanlar tarafından müşahede edilir. Ayın, dünya çevresinde dönerken güneşle dünya arasında aynı doğrultuda bulunmasına ictima durumu denir. Bu kavuşma halinde, ay güneşle birlikte doğup güneşle birlikte batar ve güneş tarafından aydınlatılan yüzeyi tamamen güneşe, karanlık yüzeyi ise dünyaya dönük olduğu için ay yeryüzünden görülmez. Ancak ay, her gün bir öncekinden daha geç doğup daha geç battığı için kısa bir süre sonra bu doğrultudan ayrılarak güneşten daha geç batmaya başlar. Böylece güneşle ay arasındaki açı, ayın yüzeyine yansıyan ışığın yeryüzünden görünmesi (rü’yet) için yeterli büyüklüğe ulaşınca ay güneş battıktan sonra batı ufkunda hilâl biçiminde görülmeye başlar. Hilâlin görüldüğü gece önceki aya değil yeni başlayan aya aittir." (TDV İslam Ansiklopedisi, Hilal Md.)

Kur’ân-ı Kerîm’de ayın gökyüzündeki düzenli hareketinin insanlar vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara 2/189), belirtilirken; zamanında ay hareketlerine göre on iki ay şeklinde düzenlendiği (et-Tevbe 9/36) aktarılır. İslâm dininde namaz vakitleri, oruca başlama (imsak) ve oruç bitişi (iftar) gibi bazı ibadetler güneşin çeşitli hareketlerine göre değişse de ramazan orucu, hac, zekât, fıtır sadakası, kurban ve bayram namazları gibi çeşitli ibadetler ile yemin, kefaret, ila, iddet gibi çeşitli şer‘i muamelelerin vakit ve sürelerinin tesbitinde ay hareketleri esas alınır. Peygamber efendimizin (ﷺ), Hilâli görünce oruca başlayın; onu tekrar görünce bayram yapın. Eğer hava kapalı ise içinde bulunduğunuz ayı otuz güne tamamlayın” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 17-20) hadis-i şerifi, kameri hareketlere bir misal teşkil eder. 
Hilalin görülmesine (ru'yet-i hilal) atıf yapan bu hadisi şerif mevzusu, zaman zaman müslüman ülkelerde ihtilaf konusu haline gelebildiğinden farklı vakitlerde oruca başlama ve bayram yapma anlaşmazlıklarına dahi sebep olmaktadır. Hilalin böylesine önemli durumu, İslam ülkelerinde bu nedenle hassas bir kavram olarak öne çıkmaktadır. Belki de sırf bu sebeple "hilal", zamanla bir İslam simgesi olmuştur. Özellikle Osmanlı devletinin geniş coğrafi sınırları sebebiyle "hilal" güç hakimiyetin bir sembolü olarak mevcut durumu ifade etmek için kullanılmıştır. Nasıl ki "Haç" sembolü akla Hristiyanlık kavramını getiriyorsa "hilal" sembolü de geçmişten günümüze İslam dinini simgeler hale gelmiştir. İslam sanatının oluşmaya başladığı İslam devletleriyle birlikte, cami, türbe, medrese gibi çeşitli dini mekanlarının kubbelerinde, bayrak ve alemlerinde bir işaret olarak hilal sembolü kullanılmıştır. Günümüzde Türkiye, Azerbayca, Pakistan, Cezayir, Tunus, Malezya,  Libya, Özbekistan,  Türkmenistan, Kıbrıs, Maldivler, Moritanya..gibi müslüman bayraklarında "Hilal" sembolü yer almaktadır. 
"Hilal" sembolü, İslam dini açısından ayın hareketini ifade etmesi yönüyle hafif yana yatık bir şekildedir. Yukarı doğru boynuz şeklindeki bir hilal anlayışı; İslam dini ile alakalı olmayan ay tapınmalarını pagan ritüellerini ilgilendiren bir anlayışı simgeler. Akad-Babil, Aztek ve Kelt mitolojisinde yer alan boynuz şeklindeki simge, Babil'deki üçlü tanrılardan biri olan Sin'in sembolü olarak kullanılmak için tasarlanmıştır. Arabistan yarımadasında Babil'in bu ay tanrısı, "Hubal"  olarak idimlendirilmiştir. Buradaki boynuz şeklindeki hilal sembolü başlı başına bir tanrı olmayıp, Hubal-Baal'ın simgelerinden biridir. Bu nedenle yatık olmayan yukarıya dönük bu hilal görünümlü şekle Baal Boynuzu adı verilir ki bu simgesel olarak büyük putu hatırlatır. Baal; Arami ve Kenan dillerini de kapsayan  Sami dillerinde "efendi" ve "sahip" anlamlarına gelen bir saygı anlamındaki bir tanrı/put ismidir. Baal'ın büyük bir saygı/efendi ünvanı olmasından dolayı pek çok putperest medeniyette "Baal" ismi; fırtına, bereket, yağmur, gök gürültüsü, ay, güneş gibi çeşitli batıl tanrılara halkın hitap ederken kullandığı bir isim haline gelmiştir.
Baal yerine Haddad veya Hübel ismi de kaynaklarda geçmektedir. Baal, boynuzlu bir boğa şeklinde, elinde topuz veya tokmak tutan keçi sakallı bir motifle tasvir edilir. Kuran-ı Kerim'de Baal putu şöyle geçmektedir: "Şüphesiz İlyas da gönderilen peygamberlerdendir. (İlyas) milletine: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı bırakıp da Baal'e mi taparsınız? demişti.Bunun üzerine İlyas'ı yalanladılar. Onun için Allah'ın ihlâslı kulları müstesna; onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir." (Saffat Suresi,123-127) Ayetten de anlaşılacağı üzere Baal bir putun özel adı olup, genellikle boynuzlu bir boğa şeklinde heykele dönüştürülmüş veya tasvir edilmiştir.
Cahiliye dönemi Arabistan yarımadası halkları, Kabe içinde kırmızı bir taştan yapılmış Hubel'in bir Ay tanrısı olduğuna inanıyordu. "Hubel",  Asur-Babil'in  tanrılarından Sin ile ilişkilendirilir. Araplardaki fal oklarıyla fal bakma geleneği, Babillilerin fal bakma yöntemlerinden biridir. Cahiliye devri Araplardaki Hubel ay tapınması; Babil'deki hilal, yıldız ve güneş şeklindeki üçlü tapınmadan doğmuştur. Hubelin simgesi olan boynuz şekilli hilalin, Babil ve Sümer'deki adları Sin ve İnanna (İştar)'dır. Baal ismi, eski Babil'in baş tanrısı Marduk'un da diğer adıdır. Baal adı, efendi anlamını taşıyan bir isimdir. İçinde isyan etme anlamı bulunan Marduk, asıl olarak Şeytan'ı simgeler. Bu nedenle esasında şeytana tapanlarda özelde satanizmde, hilalin yukarı dönük şekli olan "Baal Boynuzu" simgesi kullanılır.
Yer verdiğimiz put görsellerinde bu boynuz biçimli pagan figürleri yer almaktadır. Alttaki kil tablet resminde Sümerin batıl tanrısı İştar, yine boynuz biçimli bir figürler tasvir edilmiş halde görülmektedir. "İştar" siyasi güçle ilişkilendirilen antik Mezopotamya putudur. Sümerlerde kendisine "İnanna" adıyla ibadet edilirken daha sonraki dönemlerde Akad, Babil ve Asurlular tarafından İştar olarak tanımlanmış ve "Cennetin Kraliçesi" olarak da anılmıştır. Buna benzer başka heykel ve put tasvirlerinde genellikle bir boynuz simgesi öne çıkmaktadır.
 
 
Kuran-ı Kerim'de boynuza tapmaya benzer bir kıssa aktarılır. Hz. Musa (a.s) zamanında yaşanan bir olayı detaylı bir şekilde bizlere aktaran kıssada, İsrâîloğulları, Hz. Musa (a.s) ile birlikte Kızıldeniz’den geçtikten sonra, sığırbaşı şeklinde putlara tapan bir kabîleye rastlamışlardır. İsrailoğulları kavmi, Hz. Musa (a.s) dan böyle bir heykel yapmasını ve ona tapmak istediklerini söyleyince Hz. Musa (a.s) kendilerine nasîhat etmiş ve bunun büyük bir şirk olduğunu bildirmişti. Onlar da pişman olup tevbe etmişlerdi. Ancak Hz. Musa (a.s) Hârûn (a.s) -’ı kendi yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı’na gittikten sonra, onlara karşı îmansızlığını gizleyen Sâmirî isimli sanat ehli bir inançsız, Hz. Musa (a.s)’nın yokluğunu fırsat bilerek halktan altın toplayarak içine rüzgâr girdiğinde canlıymış gibi böğüren altından bir buzağı yaptı ve halktan bu buzağıya tapmalarını istedi .Hz. Harun (a.s) ne kadar engellemeye çalıştıysa da halk buzağıya tapınmaya başladılar. Bu durum ayetlerde şöyle geçer:
“Hakîkaten Hârûn, onlara daha önce:–Ey kavmim! Siz bunun yüzünden sâdece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allâh’tır. Şu hâlde bana uyunuz ve emrime itâat ediniz!» demişti.” (Tâhâ, 90) 
 “Onlar:«–Biz, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan aslâ vazgeçmeyeceğiz!» dediler.” (Tâhâ, 91) 
“(O sırada Tûr’da bulunan Hazret-i Mûsâ’ya) Allâh buyurdu:«–Sen’den sonra Biz, kavmini (Hârûn ile kalan İsrâîloğulları’nı) imtihân ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.»” (Tâhâ, 85) 
“(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykeli (yaparak onu tanrı) edindiler. Görmediler mi ki, o, kendileriyle ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? (Acziyetine rağmen) onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.” (el-A’râf, 148) 
“Mûsâ, kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine dönünce:«–Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi. Tevrât levhalarını yere attı ve kardeşi (Hârûn’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi Harun):«–Anam oğlu! Bu kavim, beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!» dedi.” (el-A’râf, 150) 
“(Mûsâ):«–Ey Hârûn! Sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit benim yolumu tâkip etmedin? Emrime âsî mi oldun?» dedi.(Hârûn):«–Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı çekme! Ben Sen’in: “İsrâîloğulları’nın arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!” demenden korktum.» dedi.” (Tâhâ, 92-94) 
“(Mûsâ da:) «–Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine kabûl et! Zîrâ Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!» dedi.” (el-A’râf, 151) 
“(Sonra) Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü:«–Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu hâlde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan va’dinizden döndünüz!» dedi.” (Tâhâ, 86) 
“Dediler ki:«–(Yâ Mûsâ!) Biz sana olan va’dimizden, kendi kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zînet eşyâsından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.»(Sâmirî’nin telkîni ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak için ateşe attılar.)Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli îcâd etti. Bunun üzerine:«–İşte bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır, fakat onu unuttu.» dediler.” (Tâhâ, 87-88) 
Hazret-i Mûsâ, onlardan bu çirkin işlerinden dolayı tevbe etmelerini istedi. Tevbe şartının da, çok pişman olmak ve ölüm olduğunu bildirdi. Onlar da:“–Sabrederiz!” dediler ve hükmü beklediler. “Mûsâ kavmine dedi ki:«–Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaratanınıza tevbe edin ve nefslerinizi öldürün! Öyle yapmanız, Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allâh tevbenizi kabûl etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabûl eden ancak O’dur.” (el-Bakara, 54) 
Öldürecek olanlar, öldürüleceklerin başında ellerinde birer kılıç olduğu hâlde beklemeye başladılar. Her puta tapanın ardında, emir gelince onun boynunu vurmak üzere bir kişi vazîfelendirilmişti. Hattâ bunların içinde birbirlerine akrabâ olanlar dahî vardı: “Pişmân olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce:«–Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bağışlamazsa, mutlakâ ziyâna uğrayanlardan olacağız!» dediler.” (el-A’râf, 149) 
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn, şefkatlerinden dolayı ağlayarak duâ ettiler. Âyet indi ve tevbeleri kabûl oldu: “Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îmân edenlere gelince, şüphesiz ki o (tevbe ve îmândan) sonra, Rabbin, elbette bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-A’râf, 153) 
Ve Allâh Teâlâ, şöyle buyurdu:“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (el-Bakara, 52) 
Bundan sonra Mûsâ -aleyhisselâm- Sâmirî’ye döndü: “«–Ya senin zorun neydi, ey Sâmirî?!» dedi.O da:«–Ben, onların görmediklerini gördüm. Zîrâ, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevherâtın içine) attım. Bunu böyle, nefsim bana hoş gösterdi.» dedi.” (Tâhâ, 95-96)
“Mûsâ:«–Çekil git! Artık sen, hayâtın boyunca: “Bana dokunmayın!” diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir cezâ günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemîn ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız!» dedi.” (Tâhâ, 97) 
 “Buzağıyı tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlakâ Rabblerinden bir gazap ve dünyâ hayâtında bir alçaklık erişecektir. Biz iftirâcıları böyle cezâlandırırız.” (el-A’râf, 152) 
***
Kıssada geçen buzağının daha önceki kavimlerde de görülen bir puta tapınma şekli olduğu gayet açıkça izah edilmiştir. Bugün hala Hinduizm'de inek hayvanı kutsal kabul edilmektedir. İnanç açısından bakıldığında, buzağı/inek veya boğanın farklı bir anlamı olduğu açıktır. İslam dışında kalan çeşitli toplumların, inek cinsi hayvana ve özelde boynuza kendi inançlarına göre bir takım anlamlar yükledikleri görülmektedir. Buraya kadar aktardığımız çeşitli put/pagan geleneği bilgisi ve Kuran-ı Kerim'deki buzağı kıssasından hareketle şimdi can alıcı bir soru sormak istiyorum. "Geçmişte birçok İslam devletinin sanat ve minarisinde gördüğümüz hafif yana yatık bir şekilde kullanılan "İslam Hilali" yerine, ibadet mekanlarımızda neden bir pagan simgesi olan "Baal Boynuzu" kullanılıyor? Bu boynuz şekli, sinsice camilerimizin minarelerini ve alemlerini nasıl işgal edebildi? Cami tezhip ve süslemeleri nasıl başka din veya inanışlar esiri haline düştü? Aşağıda fotoğrafları verilen çeşitli camilerin geçmişten günümüze alemlerindeki hilal simgesindeki değişime dikkat etmenizi istirham ediyorum.
Yukarıda ek fotoğraflarda verdiğimiz geçmişteki bazı cami alemlerinde, bariz şekilde yana yatık biçimiyle İslam Hilali görülmektedir. Aşağıda yer alan günümüz cami fotoğraflarında ise "Boynuzu" andıran bir işaret cami alemlerinde tercih edilmiştir. Önceki cami alemlerindeki görseller eşliğinde fotoğrafları titizlikle incelerseniz ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız. Etrafınızdaki cami minarelerine bu vesileyle dikkatle bakmanızı tavsiye ediyorum. Eğer değiştirilmemiş, kıyıda köşede kalmış bir cami minaresi varsa minaresindeki alemin yana yatık bir hilal şekilli olduğunu daha net görebileceksiniz. En azından var olan eski hilallerin net bir şekilde eşit açıyla göğe doğru uzatılmış "Baal boynuzu" şeklinde tam bir boynuz gibi olmadığını, aksine yana yatık bir hilal tasviri veya içerisine yıldız konularak bayrak tasvirine dönüştürüldüğünü sizler de görebilirsiniz. Bazı eski alemlerde hilal içerisinde Hat olarak "Allah" yazısını veya ay yıldız birlikteliğini gözlemlemek mümkün iken, neredeyse tam bir boynuz gibi "O" harfinin üstten kesilmiş biçimindeki hilal formu tarihimizde yoktur.
Meramımı anlatabildiğimi düşünüyorum. Sadece etraftaki gözlemlerime dayanarak değişen bir detayı paylaşma gereği duydum. Sembol ve simge bir anlamdır, bir işarettir kısacası herşeydir, insanın bilinçaltına işler. Farkında bile olmadan yavaş yavaş o sembolün esiri haline gelirsiniz. Seccadelerdeki figürlerden, cami süslemelerine kadar pek çok yerde, zihnimiz bir sembolizm işgali altındadır. Dikkatli ve uyanık olmakta fayda vardır. Yanlış anlaşılmalara fırsat verecek her türlü detaydan uzaklaşmak, başka din ve inançların sembollerini dini mekanlarımızdan, inancımızdan uzak tutmak asli vazifemizdir. Nasıl boynumuza "haç" takıp gezdiğimizde zahirde Hristiyan gibi, başımıza küçük takke benzeri "kippa" giyerek Yahudi inancından gibi görülüyorsak, Hinduların meditasyon ve yogaları ile Çin-Tibet güzellemesi kıyafet ve kuşaklarla da İslam inancımızı tam olarak yansıtmamış oluruz.Bu konuyu daha fazla uzatmadan peygamber efendimizin (ﷺ) Bir hadis-i şerifi ile bitireyim. Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4)  
Allah, imanımızı daima sağlam ve temiz bir akaidde sabir kılsın. Her türlü şeytani oyun ve tuzaktan bizleri ve neslimizi de muhafaza etsin. (Amin)
Kadir PANCAR
20/02/2020

İslam dini açısından kapitalizm düşüncesi

Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacıyla işletilmesine dayanan ekonomik bir sistemdir. Kapitalizm, serbest piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak, rekabetçiliğe dayalı, tüketim odaklı bir anlayış çerçevesinde literatürde 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Malların fiyatları ve dağıtımı ağırlıklı olarak piyasadaki satıcıların arasındaki rekabet ve anlaşmalarla belirlenen ve tümüyle insanların tüketimi üzerine yoğunlaşmış bir sistem olan kapitalizmde, kişiler mecburi olarak aşırı miktarda tüketmeye alıştırılmış durumdadır. Bu nedenle iktisadi açıdan insanlar arasında tam manasıyla bir mutluluk oluşmamaktadır. Hal böyle olunca kapitalizm sisteminde, tüketebilmek için para kazanmak ve daha fazla çalışmak, meşru veya meşru olmayan faiz ve banka gibi zeminlerde para ve servet sahibi olmak gerekmektedir. Para kazanmanın mal ve mülk elde etmenin, İslam dini açısından meşru bir zemini vardır. İslam dinine göre, mal ve servet biriktirmek için her yol mubah değildir.
İslam dini, kapitalizmin aksine sürekli üretim ve tüketim ilişkisini değil, paylaşımcılığı ve yardımlaşmayı öngörmektedir. İslam, malları haksız yere harcamayı red ettiği gibi servet yığmayı kabul etmez. “Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin ve Hristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele! O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı! (Tevbe Suresi/34-35) denilecektirEğer insan gereğinden az mal tüketirse, davranışlarında cimrilik olursa, istediği menfaat seviyesine ulaşamaz. Eğer insan gereğinden fazla tüketirse, malını mülkünü israf ederse, bu sefer de istediği yararı elde edemez ve savurganlığının cezası ile baş başa kalır. İnsan için hayırlısı, cimrilik ve israf arasında orta bir  yolu tutturmasıdır.“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar” (Furkan Suresi-67) 
Kapitalizm düşüncesi ise bu düşüncelerden uzak bir anlayışa sahiptir. Zaman zaman ekonomik buhranlarla adaletsizlikleri çoğaltan ve insanlar arasında huzursuzluğa sebep olarak ve ayaklanma ve şiddet olaylarının temel sebebi olarak gündeme gelen kapitalizm, Batı medeniyetinde düşünürler tarafından tartışılmış ve çeşitli alternatifleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Max Weber “kapitalizmin rasyonelleşmiş eğilimlerinin, kültürel değerler ve kurumlar için potansiyel bir tehdit oluşturduğunu ve insan özgürlüğünü bir "demir kafes" içine sıkıştırabileceğini söyler. [1] 20. yüzyılda Avusturya Okulu'nun öncülerinden Joseph Schumpeter (1883-1950) eninde sonunda kapitalizm fikrinde de değişmeler olacağını, teknolojik gelişmelere göre farklılıklar doğacağını ve yeni sistemlere evirileceğini dile getirmiştir. [2]


Bugünkü anlamda kapitalizm düşüncesinin yıkılması muhakkaktır, lakin bunun yerine yine insan eliyle üretilmiş batıl fikirlerin sosyalizm, komünizm, tekno-paganizm, globalizm, küresel dijitalizm,  küresel sosyalizm, küresel otoriterlik…vs. gibi fikirlerin yeni birer keşif gibi insanoğluna sunulması ve kabul ettirilmeye çalışılması da bir o kadar ütopiktir ki üzerinde çok uzun yazıları barındırır. Küresel şeytani fikirlerin yıkılması kesindir. Bunların yerine getirilmesi düşünülen her türlü fikir de kalıcı değildir. Bu düşünce kalıplarına, içinde bulunduğumuz katmanlardan sıyrılarak, farklı bakış açılarıyla, başka gözlerle bakmamız gerekir. İnanç ve ibadetleri ile her alandaki ticari ilişkileri inci gibi açıklayan, zekat ve sadaka kültürünü içinde barındıran, insanın tüm canlılara merhametli olması gerektiğini sürekli aşılayan, insanın aciz olduğunu, zalim, kibirli ve cahil durumunu gözler önüne seren, insanın bu şeytani vasfının önüne geçmesi için sürekli nefsini hesaba çekmesi gerektiğini daima dikte eden, evrensel doğruluk yasalarını koyan, aldatma düzenini kaldırma mesajları veren, put ve put zihniyetini yok eden İslam'ın evrensel mesajına kulak vermemiz gerekir. Yıllarca komünist ve sosyalist çizgide olup, kapitalist dünyada araştırmalarını yürüten içindeki buhranı dindirmek için çeşitli dinleri inceleyip bunları kitaplarında kaleme alan ve en sonunda İslam'ı seçen insanlardan sadece biri olan Roger Garaudy gibi insanların, arayışlarına kulak vermek gerekir. Sovyet Rusya’sında ve Komünist Çin’de nice baskı ve zulümler altında kıvrıla kıvrıla yaşamlarını sürdürüp sonunda Müslümanlıkla tanışan binlerce insanın hidayetlerine nazar-ı itibarıyla meyletmek gerekir. Küfrün hakimiyet kurduğu coğrafyalarda yaşayan ama içinde bulunduğu huzursuzluğu/manevi sıkıntıları gideremeyip inandıkları batıl dinleri bırakan, eskiye bir set çekerek yeni bir sayfa açan milyonlarca Müslümanın gönlüne inmek gerekir. 
Sözleri ve davranışlarıyla uyulması gereken en güzel örnek olan, Allah’ın (c.c) âlemlere rahmet olarak gönderdiği, fani ve ebedi hayatımızın rehberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) tabi olarak ‘benlik’ davamızdan vazgeçip bütün inatlarımızdan ve kibir havuzundan çıkarak, acizliğimizin ötesinde bir nazarla eğilmek gerekir. Bize zahmetsizce verilen bu din-i İslam nimetinin içeriğine tam bir teslimiyetle bakmak lazım gelir. Aksi halde bütün yaşantımız, boşa kürek çekmekten ve kendimize yazık etmekten öteye geçmez. Allah’ın verdiği nimetlere şükrederek, şefkat damarlarımızı muhafaza ederek, insan-ı kamil olma yolunda yürümeye devam etmeye gayret göstermeliyiz. Allah, bizleri son nefesimiz dahil sırat-ı müstakimde sabit kılsın. (amin)
01/02/2020
Kadir PANCAR

KAYNAKÇA:
[1] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Tutku Yayınevi, 2014
[2] İsmail KİTAPÇI, Joseph Schumpeter’in Girişimcilik Ve İnovasyon Anlayışı: Yaratıcı Yıkım Kavramı Ve Geçmişten Günümüze Yansımaları, Pamukkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Cilt:1, Sayı:2, Eylül 2019
[3] Muhammed Çelik & Mehmet Dağ/ Kapitalist İktisadi Düşüncenin Geçirdiği Dönüşümler Üzerine Bir Değerlendirme, Bitlis Eren Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Akademik İzdüşüm Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, 2017

Dilsiz şahit hayvanların vebali

Çeşitli mecralarda sıklıkla bahsedilen hayvan hakları konusu üzerinde çeşitli okumalar sonucu elde ettiğim verileri, özellikle son yıllarda Amerika ve Avrupa kıtalarında yayılmaya başlayan vegan yaşam tarzı ve et tüketimine alternatif arama çalışmaları eşliğinde değerlendirmek istiyorum. Basın bültenlerinde sıklıkla karşılaşılan hayvanlara eziyet ve işkence haberleri, sentetik et üretimi, vegan yaşam özendirme reklamları birlikte izlendiğinde görünenden farklı bir bakış açısına sahip olunacaktır diye düşünüyorum. Konuyu derinlemesine incelemeye çalıştığım bu yazıda gayret bizden tevfik Allah'tandır.  
Hayvanlar, bizim gibi can taşıyan, kendi dünyalarında insana mahkum olmadan yaşayan, insanların çeşitli işlerine yardımcı olan, sessiz/sakin, zikir ve secde ehli olan canlılardır. Hayvanlar bizim idrak edemeyeceğimiz kendilerine has halleriyle, Allah’a secde ve tesbih ederek yönelmişlerdir.[1] Kâinatta çeşit çeşit görevleri olan, her biri ayrı renk ve şekillerle hem güzelliğin hem de vahşiliğin numunesi konumunda olan hayvanlar, esasında insanlığa her haliyle birer ibret vesikasıdır. Kur’an-ı Kerim, bu yaratılış çeşitliliğini şöyle ifade etmiştir: “Allah’ın gökten su indirdiğini görmez misin? Sonra onunla renk ve çeşitleri farklı ürünler çıkardık. Dağların da farklı renklerde; beyaz, kırmızı, simsiyah yolları, kısımları vardır. Aynı şekilde, insanlardan, binek hayvanlarından ve eti yenen hayvanlardan da farklı tür ve renklerde olanlar vardır. Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar. Şüphesiz Allah üstündür, çokça bağışlayıcıdır.” (Fâtır Suresi/27-28) 
Hayvanlar, vahşilikleri ve uysallıkları ile ayrı yaratılışların örnekleri ile insana birer mesaj niteliğindedir. Allah-ü Teala tarafından eşsiz özellikleriyle yaratılan hayvanlar, insanların bu dünyada hem azığı hem de dünyalık işlerinde yardımcısıdır. Nitekim bu durum Kur’an-ı Kerim ayetlerinde: “Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için soğuktan koruyucu şeyler ve başka yararlar vardır, ayrıca onlardan beslenirsiniz. Onlarda akşamları otlaktan getirirken, sabahları otlatmaya salıverirken size sergiledikleri bir güzellik de vardır. Bu hayvanlar ancak kendinizi fazlasıyla yorarak ulaşabileceğiniz bir beldeye yüklerinizi taşır. Kuşkusuz rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve güzelliğini seyretmeniz için atları, katırları, eşekleri de yarattı. O, sizin bilmediğiniz başka şeyler de yaratır.” (Nahl Suresi/5-8) şeklinde geçer. 
Haramlığı insana emir ve yasaklarla bildirilen tüm hayvanların dışında kalanlar, insanın istifadesine sunulmuştur. “Yapılması gereken işte budur. Kim Allah’ın koyduğu yasaklara saygı gösterirse bu, rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur. Size vahiy ile (haramlığı) bildirilenlerin dışındaki hayvanları yemeniz helâl kılınmıştır. Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durun ve asılsız sözden de kaçının.” (Hac Suresi-30) [2] Bu kullanım ve yararlanma biçimi, asla fıtri amacın dışına çıkmamalıdır. Hayvanların insanoğluna birer emanet olarak verildiği bilinci, asla unutulmamalıdır. İnsan ise kendisine emanet olan bu hayvanlardan, sadece ihtiyacı kadar yararlanması gerektiği fikrinden uzaklaşmamalıdır. Hz. Hud (a.s) kavmi için Kuran-ı Kerim’de “Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti." (Şuara Suresi-133) şeklinde çocuklarla birlikte aynı ayetin içerisinde zikredilmiş olması, hayvanların bizler için önemli birer varlık olduğunun alameti konumundadır. Ayrıca hayvanlar, insanlara boyun eğdirilmiş ve insanın hizmetine sunulmuş aciz varlıklardır. “Görmezler mi ki kendi kudretimizin eserlerinden olmak üzere onlar için sahip oldukları nice hayvanlar yarattık. Bunları kendilerine boyun eğdirdik ki bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler. Bunlarda kendileri için içecekler ve başkaca yararlar da vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?” (Yasin Suresi/71-73) ayet-i celilesi, bu durumu en güzel biçimde ifade eder. Eğer Allah dileseydi; insan, hayvanların hiçbirisine söz geçiremez ve onlardan asla yararlanma fırsatı dahi bulamazdı. İnsan, dünyaya bir imtihan amacıyla gelmiş ve ebedi hayatı kazanma gayesi etrafında fani yaşamına bırakılmıştır. İnsan bir efendi değildir. İnsan, bir yolcu misali konakladığı bu dünya ortamında, her şeyden lazım olduğu kadar yararlanması gereken bir varlıktır. Hayvanlara yapılan eziyet ve zulümler aslında bu bilincin kaybolması sebebiyle tezahür etmeye başlamıştır. Hayvanlar hususunda insanların pervasızlığı, zalimliği, merhamet ve şefkat damarlarının yoksunluğu genelde insanın dünyaya bağlılıklarının bir sonucudur. İnsanın kendinden olmayana eziyet etme davranışının sebebi, rahmet ikliminden uzaklaşmasıdır. Problem, insanın yegane güç olma iddiası ve yaratıcısına baş kaldırmasıdır. İnsanın kendisine bahşedilen her türlü nimeti, hayvanları, meyve ve sebzeleri, çeşitli bitkileri ve eşyayı da son derece hor kullanan israf eden bir yapısı vardır. Varlıkların yaratılış vasfını bozan, hayvanları ve nebatatı hormonlarla haddinden fazla büyüten, tohumu yok eden, sonra tekrar tarım ıslah çalışmalarına girişen ve bunu organik ürün adı altında pazar oluşturup diğerlerinden iki, üç kat farkla satan zihniyet, maalesef günümüz kapitalist düşüncesinden başka bir şey değildir. 
İnsan, hayvanların etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden vs. gerektiği kadar yararlanmalıdır. Bir tavuk, insana günde bir yumurta verir. Bir koyun, bir sığır bir ailenin günlük içeceği süt miktarını fazlasıyla karşılar. Zayıf düşmüş, yaşlanmış, yumurtadan kesilmiş ve üremeyi devam ettiremeyecek durumdaki hayvanlar da insana et olarak katkı sunar. Bu miktar bir aileyi ve yardımlaşma ile bir toplumu çok uzun süre ayakta tutar. Buradaki temel gaye ölçüyü koruyabilmek ve haddi aşmadan hayata devam etmek ve hükümran olma sevdasından uzak kalıp nefsini terbiye ederek yaşayabilmekten geçer. Hayvanlar, temel besin maddelerinin başında gelmektedir. Hem insanlar hem de diğer canlılar, hayvanları birer besin maddesi olarak kullanıp, hayatlarını devam ettirmektedirler. Gerek etleri, gerek sütleri, gerek diğer uzuvları ile hayvanlar hem kendi aralarında, hem de insanlar için temel ihtiyaçların giderilmesi için elzem varlıklardır. Sadece bitkisel bir beslenme modeli ile insan vücudu için gerekli mineral ve vitaminler elde edilemez. Sentetik yollarla laboratuvar ortamlarında üretilmiş güya hayvansal nitelikteki maddeler, asla asli hayvanların yerini tutamaz. Vahşi hayvanlar, et tüketimi olmasa yeryüzünden silinirler. Böcekler, balıklar, sürüngenler, yırtıcı kuşlar gibi nice sayısız hayvan ve hatta çeşitli bitkiler et tüketimi ile canlılıklarını muhafaza edebilirler. Eşrefi mahluk olan insanın da en temel ihtiyaçlarından birisi et tüketimidir. 
İnsan, et tüketiminin yanında hayvanların sütünden de yararlanır. “Sizin için hayvanlarda da alınacak ders vardır. Size onların karınlarında oluşandan içiriyoruz; onlardan sağladığınız başka birçok fayda da var, etleriyle besleniyorsunuz. Onların üzerinde ve gemilerde taşınıyorsunuz.(Mü’minun Suresi/21-22) İnsan, süt üzerinden bazı işlemlerle peynir, yoğurt, ayran vs. gibi çeşitli ürünler elde ederek bunları hayatının idamesinde kullanılır. Süt ve süt ürünleri, çocukların büyümesini ve gelişmesini sağlamakla birlikte yetişkinlerde vücut direnci sağlar. Kemikleri güçlendirip, mikrop ve enfeksiyonlara karşı bağışıklık sistemini korur. Beyin ve zihin gelişimi için oldukça faydalı bir besin olan süt ve süt ürünleri, vücut dokularının ve hücrelerinin yenilenmesine ve cildin canlılığını korumasına da yardımcı olur. “Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.” (Nahl Suresi/66) Birbirinden farklı nice nebatatı yiyip, onlardan büyük bir ibretle süt meydana getiren inek, koyun, keçi gibi hayvanları, insanın emrine sunan Allah’a hamd olsun. Süt ve sütten elde edilen çeşitli ürünler, Allah’ın yüce kudretini göstermesi açısından, insan için büyük bir ibret vesikasıdır. Zikredilen Nahl Suresi/66 ayetin tefsirinde, tefsir alimi Zemahşeri tarafından şöyle bir açıklama yapılmıştır: “Süt, vücuttaki besin artığının bulunduğu sistem ile kanın bulunduğu sistem arasından gelmekte, bunlara asla karışmamaktadır; bu sebeple de yapısı ve özellikleriyle besin ve kandan farklı bir değer taşımaktadır. Âdeta süt ile kan ve besin artığı arasına Allah’ın kudretiyle bir perde çekilmekte, sütün bunlardan birine veya ikisine karışarak renk, tat ve kokusu bakımından saflığının bozulması önlenmektedir.”(Zemahşeri, II, 334)[3] İnsanın temel besin maddelerinden biri olan sütü, bu şekilde büyük bir hikmetle yaratan Allah, hayvanları vesile kılarak süt ve süt ürünlerini insanlara rızk olarak sunmuştur. İnsan, bu hikmet karşısında boyun büküp şükretmesi gerekirken, maalesef hırs ve hevasının esiri olmuş, daha fazla süt ve et üretmenin yollarını aramış çeşitli hormon ve ilaçlarla hayvanların fıtratını bozmayı başarmıştır. 
İnek ve koyunları, makineleşmiş ortamlarda ilaç, hormon ve vitaminlerle zenginleştirildiği iddia edilen yemlerle dar alanlarda, hiç gezdirmeden adeta hapis hayatı içinde besleyen insan, hayvanın fıtratına maalesef müdahale etmiştir. Allah ayetinde “Yeryüzünü sizin için bir beşik yapan, onda size yollar açan ve gökten su indiren O’dur. Onunla her çeşitten çift çift bitkiler çıkardık. Kendiniz yiyin, hayvanlarınızı da yayarak otlatın. Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkaracağı dersler vardır.” (Taha Suresi/53-54) buyurmasına rağmen hayvanları öyle bir hapis hayatının içine sokan insan, gerçekten de hayret verici şekilde zalim ve bencildir. Islah çalışmaları adı altında nesli bozan, erkek ve dişiyi ayrı ortamlarda tutup sadece kendi belirledikleri zamanlarda laboratuvar ortamlarında üreten düşünce, en temel fıtrat olan çoğalma özelliğini dahi hayvanların kendi isteklerine asla bırakmayarak kontrol altına alan zihniyet, aynı bencil kapitalist fikrin semeresidir. İnsan dengeli olmak mecburiyetindedir. Her şeyi gerektiği kadar, ihtiyaç zamanında kullanmakla mükelleftir. İnsan, her zaman orta yolu bulmak zorundadır. Bu bakımdan insanın zihni gelişimini sağlayan et tüketimini, tamamen reddeden, hiçbir şekilde hayatlarına sokmayan insan zihniyeti de kabul edilebilir bir şey değildir. İnsanı et ürünlerinden uzaklaştırarak, helal olanı haram ve iğrenç gibi göstermeye çalışan vegan ve bitkisel yaşam fikri de fıtrata ters olup, bu hayat tarzlarını, modern bir yaşam biçimi olarak kabul ettirmeye çalışmak da bir o kadar garip bir mevzudur. 
Veganlık, hayvansal her türlü ürünü reddedip kullanmamaya dayalı bir yaşam biçimidir. Bu yaşam tarzını benimsemiş insanlar; hayvanların da insanlar gibi eşit canlılık hakkı olduğunu savunarak, hayvanların insanlar için yaratılmış olduğu fikrini kabul etmezler. 1944 yılında Elsie Shrigley ve Donald Watson tarafından vegetarian kelimesinden türetilmiş Veganizm, et ve süt ürünleri ile birlikte, yumurta, bal, deri, süet, yün ve ipek gibi hayvan kaynaklı bütün ürünlerin kullanımını da reddeder. [4] Son yıllarda dünya üzerinde bu tür vegan yaşam tarzının reklamlarla desteklenip, çeşitli basın ve yayın organları ile teşvik edildiği ve yatırım fonları aracılığıyla ile de desteklendiği gözlemlenmektedir. Bu mevzu derin bir konudur, vegan yaşam üzerinde çok farklı görüş ve tezler mevcut olduğundan, konumuzu dağıtmaması açısından bu kadarlık bilgiyle yetinelim. 
İnsan, hayvanların etinden ve sütünden yararlandığı gibi onların derilerinden ve kürkleri gibi çeşitli kaynaklarını da kullanılır. İnsanoğlu, hayvanların uzuvları ile günlük yaşamlarında yararlanacakları pek çok eşyayı üretebilme becerisini gösterebilmiş yegane canlıdır. Kuran-ı Kerim’de: “Allah, size evlerinizi huzur yeri yaptı; hayvanların derisinden gerek yolculuk gününüzde, gerekse ikamet gününüzde kolaylıkla taşıyabileceğiniz barınaklar yapmanızı; keza bir süreye kadar onların yünlerini, yumuşak tüylerini, kıllarını ev ve giyim eşyasıyla ticaret malı olarak değerlendirmenizi sağladı.”(Nahl Suresi/80) buyrularak, insanın hayvana hükmetme çabası ayette dikkat çekici biçimde ifade edilmiştir. İnsanın, hayvanlar özelindeki bu ‘efendilik’ düşüncesi o kadar ileri gitmiştir ki, Allah’ın ayetteki “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. (Ahzab Suresi-72) hitabında olduğu gibi insanın bu efendilik taslaması, adeta cehalet ve zalimliğinin bir tezahürü olmuştur. İnsan, her işinde orta yolu bulmak ve buna göre davranmak zorundadır. Midesini doldurmak uğruna kendinden daha aciz olan hayvanları hadsiz yok etme, onların yaşama hakkını, zevkü sefa için elinden alma bir hak değildir. Allah’ın razı gelmediği davranışları, hayvanlara dikte ederek onları metalaştırma gibi bir hak da insanoğluna verilmemiştir. İnsan, kendine emanet olarak verilen dünya nimetlerinin tamamından sorumlu olarak hesaba çekilecektir. Şefkat ve merhamet damarından yoksun olarak yaşayanlar, İslam’ın kemalat düşüncesinden ve rahmet ikliminden uzak bir yaşantıda debelenen nasipsizlere benzer ki, “Allah, rahmetini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını yanında tuttu, bir parçasını ise yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça sayesinde bütün mahlûklar birbirlerine merhametli davranırlar. Hatta kısrak (yavrusunu emzirirken) basıp da ona zarar verme korkusuyla ayağını kaldırır.” (Buhârî, Edeb,19) hadis-i şerifinde belirtildiği gibi hayvanlarda bile görülen rahmet, insan/hayvan/bitki ayrımı yapmayıp tüm canlara acımasız davrananlara maalesef çok uzak bir kavramdır. 
 *** 
İnsanların günümüz dünyasında hayvanlara gösterdiği çeşitli zalimlik ve cehalet örneklerinden bazılarını paylaşarak konuyu biraz farklı yönlerden incelemek istiyorum.
İnsanlar, balık ağlarını yavru balıkları bile avlayacak kadar sık ördükten sonra denizlerin diplerine kadar kuruturlar, daha sonra da av yasağı ilan ederek güya balıkların üreme dönemlerini koruma altına alırlar. Kendilerince avlanacak balık boyları belirlemeye çalışarak, balıkları üreme dönemlerine güya hazırlamış olurlar. Av zevki uğruna yemek maksatlı olmadan balık avlayıp, sonra balıkların ağızlarına batmış olta iğnelerini ağızlarını kopartarak çıkarıp tekrar denize bırakan zihniyet ile dip trolü denen balık ağı ile her şeyi süpüren av yöntemi arasında insanın bencilliği konusunda, bir farkın olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Zıpkınla veya dinamitle balık avlayıp bunu marifet gibi teşhir edenleri rahatlıkla sosyal medyada görebiliriz. Yengeç, karides, ıstakoz gibi deniz mahsullerinin tencerelerdeki seslerine şahit olmuşuzdur. Binlerce balık olacak havyarların, tabakta meze oluşuna da tanık olmuşuzdur. Balıkları deniz ortamında çevrelenmiş kapalı havuzlarda, ne olduğu belli olmayan yemlerle kısa sürede yetiştirip avlayarak, tezgahlarda insanların hizmetine sunarken, kendilerine göre doğal olan bu ortam ve doğal yemlerle (!) ürettikleri balık ürünlerini daha kolay satabilmek için ‘sağlığa yararlı olma kisvesi’ altında bu besinlerin reklamlarını yaparak satabilmenin yollarını arayanlara da çok defa şahit olmuşuzdur.
Tavukları kafese hapsedip kısa sürede civciv halinden hormonla büyüten, gece gündüz yumurtlasın diye ışık altında bekleten zihniyet de yine aynı bencil yapının bir yansımasıdır. Bu zihniyete göre tavuklar, daha en başta yumurta halinde iken eziyet kültürünün içine bırakılıyorlar. Yumurtalar büyük bir kuluçka makinesinin içinde, tavuk annelerinin sıcaklığından mahrum olarak makinenin engin sevgisi(!) ile yoğrulan dünyada hayata gözlerini açıyorlar. Tavukların altında günlerce bekleyerek anne sıcaklığı ile olgunlaşan geleneksel civcivler yerine, artık herhangi bir şekilde tavuk anneleriyle bir araya gelmelerine izin verilmeden, sıkışık çok katlı kafeslerde, özel hazırlanmış yemlerle besleniyor, ardından alanında uzman kişiler tarafından dişi ve erkek civcivler, hızlı entegre tesislerde birbirlerinden birer meta gibi atılarak ayrılıyorlar. Dişiler yumurta üretimi için kafeslere gönderilirken erkek civcivler ise ya telef oluyor ya da öğütülerek yem yapılıyor. Dar kafeslerin içinde yaşamaya zorlanan tavuklar çömelerek ya da sadece ayakta kalarak yem yemeleri ve çok seri şekilde yumurta üretmeleri sağlanıyor. Bu süreçte tavuklardan bazıları yaşadıkları yoğun stresten ölebiliyor. İnsanoğlu, tavuk çiftliklerindeki bu hastalık ve ölümleri ilaçlarla kontrol altına almayı başaramadığı durumlarda telef olan tavukları da endüstrinin başka kollarında değerlendirerek kendilerine göre hep kazanıyorlar. Diğer kafes tavuklarına nazaran biraz daha geniş mecralarda yaşama şansı bulan tavuklar; organik ve gezen tavuk olarak adlandırılıp, yumurtaları ve etleri de, daha pahalı olarak tüketiciye sunuluyor. Şu ‘gezen tavuk’ ve ‘organik’ kelimelerini bir kere düşünün. Gezmeyen, hareket etmeyen tavuk mu olur? İnsanın tüketim çılgınlığına ve pervasızlığa yetişebilmek için, tavukların bu şekilde adlandırılması, kapitalist dünyada maalesef mümkün oluyor. Ayakları toprağa basmadan, tavuk entegre tesislerinde yumurtadan çok kısa sürede olgunlaştırılıp sofralara gelen yetişkin civcivler ve bunların tüketilmesi sonucu oluşan hastalıkların çarelerini aramakla boğuşan insanların bu davranışı, zalimlik ve cehalet göstergesi olmakla birlikte, kapitalizmde yerleşmiş doğal köleliğin işaretidir. 
Kedi ve köpek gibi hayvanların bir bebek gibi giydirilip kuaförlerde saçların tarandığı, ne olduğu belli olmayan mamalarla beslendiği zihniyet ortamı; insanın kendi bencil hisleri uğruna aciz hayvanları nasıl kuklaya dönüştürdüğünün işaretidir. Kimsesiz kalmış yardıma muhtaç binlerce insan evladına, anasız babasız yetim çocuklara en küçük bir hayrı olmayıp da kedi/köpeğe en güzel kıyafetleri ve yiyecekleri alıp, milyonlarını bağışlayarak, arkadaşlığı/dostluğu hayvandan bekleyen, yalnızlıklarını bu şekilde gidereceğini düşünen insanların hali; “Sürü veya av veya ziraat köpeği dışında bir köpek besleyen kimsenin, ecrinden her gün bir kırat eksilir." (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî) [5] hadis-i şerifi mucibince birer ibret vesikasıdır. Kedi ve köpeklerin güzellik yarışmaları adı altında podyumlarda gezdirilmesi, bakım otelleri ile sıradan bir insanın hayal bile edemeyeceği hizmetleri görmesinin yanında, daha şansız ortamda dünyaya gelen benzer yaratılışa sahip kedi ve köpeklerin başka bakımevlerinde çeşitli eziyetlerle öldürülmesi, bahçelerde ve sokaklarda zehirlenmesi, ayaklarının kuyruklarının kesilmesi, zaman zaman ırklarının bozularak çeşitlendirilmesi, aşılarla kısırlaştırılması, fazla havlayıp ortamları rahatsız etmesin diye ses tellerinin yok edilmesi gibi akla hayale gelmedik işkence hareketleri, insanların vahşiliklerine örnektir. İnsanın bu misallerdeki durumu bile, bir ikilemin içinde yuvarlanıp gittiğinin göstergesidir. İnsan, yolunu şaşırmıştır ve kaybettiği yolu bulmamak için direnmektedir. 
İspanya'da her yıl yapılan sözde festivallerde, boynuzları kesilen ve yakılan boğaların, halk arasına salınarak insanlarla birlikte arenalara kadar koşturulması ve arenada ok ve kılıç darbeleriyle eziyet içinde öldürülmesi, sadece bir yerel gelenek olarak ifade edilebilir mi? Japonya, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde her yıl yüzlerce balinanın, yunus balığının ve köpek balıklarının katledilmesi, Kanada'da her yıl yüz binlerce fokun sopalarla canlı canlı dövülerek öldürülmesi, Çin, Nepal, Tibet..vs. gibi Uzakdoğu ülkelerinde her türlü hayvanın ayırt edilmeden canlı canlı yenilmesi ve bunlardan nice garipliklerle dolu süs eşyalarının yapılması, tavşanların ve kazların tüylerinin canlı canlı yolunarak tekstil sanayisinde kullanılması, insanların bu hayvanlara reva görülen zalimliklerine dünyadan bazı bilinen örnekleridir. 
Avustralya da çok su içiyorlar diye deve katleden zihniyet insanın yine bu bencil yapısıdır.[6] Yerli Aborjin halkının yaşadığı bölgede, günlerce binlerle ifade edilen sayıda deve itlaf edilmiş ve dünya, bu olayı kılını kıpırdamadan izlemiştir. Kuraklık sorununa kendi akıllarınca çözüm bulan bu zihniyet, zalimliğin ve cehaletin göstergesidir. Kuş gribi, deli dana gibi ne olduğu belli olmayan hastalıklarla, sağlıklı veya hasta diye ayırt edilmeden topyekun yakılarak itlaf edilen hayvanlar gibi en küçük bir olayda savunmasız dilsiz hayvanları hapseden, itlaf eden, işkencelere maruz bırakan düşünce yapısı, insanın egoist zihniyetinin yanında, dünyaya hükümran olma sevdasını da içinde barındırmaktadır.  
Evdeki çeşitli süs eşyalarına dönüştürme veya kemer, çanta, ayakkabı ceket, kürk gibi kıyafetlere sahip olma düşünceleri doğrultusunda tilki, timsah, yılan, aslan, gergedan, fil, geyik…vs pek çok hayvanın bir hiç uğruna katledilmesi karşısındaki zalimlik, insana ne kazandıracaktır? İnsanın umursamaz bir tutum içinde kullandığı markalı kıyafetlerin üretilmesi sürecinde, katledilen binlerce timsah ve yılan çığlıklarını, kulaklarımız ne zaman işitecektir? [7] Evimizde bir görsel meta konumunda vitrinleri ve sehpaları süsleyecek olan küçük eşyalar için daha kaç tane fil ve gergedanın vurulmasına seyirci olacağız? Muhabbet kuşlarının, kanaryaların, papağanların sırf odamıza neşe katsın maksadıyla, yerinden yurdundan edilip kafeslerde tutulması, insanın bencil yapısının sonuçlarından değil midir? Yükümüzü taşıyan at ve eşeklerin aç ve susuz bırakılması, turistlere eğlence olsun diye faytonlara koşularak, türlü türlü eziyetler içerisinde telef olmaları, nasıl insanlığın ahlak değerleriyle bağdaştırılabilir? Canlı canlı yakalanıp, anahtarlık içine hapsedilen yengeç, akrep ve çeşitli böceklerin halleri insanın hangi etik değerine karşılık gelir? Bir ihtiras ve zevk uğruna horoz, köpek, deve dövüşlerinin, at yarışlarının hesabı nasıl ödenecektir? 
Çeşitli türleri bir arada toplayan modern hayvan hapishanelerinde, yaşam alanlarından bin bir eziyetle kopartılan hayvanlar, muhakkak ki insanlara keyif olsun diye yaratılmamıştır. Herhangi bir hayvan, eziyet içinde deneysel/bilimsel amaçlarla kullanılmak, ıstırap görecek şekilde film ve gösteri işleri için kullanılmak veya kuyruk/kulak kesilmesi, ses tellerinin alınması ve tırnak ve dişlerinin sökülmesi gibi dış görünüşü değiştirmeye yönelik müdahalelerde kullanılması amacıyla bu dünyada var olmamıştır. İnsan, bunlara benzer pek çok çevresine eziyet verici davranışlarıyla bu dünyanın en şereflisi olmadı ve bundan sonra da bu hareketleriyle eşrefi mahluk olamayacaktır. 
***
Et özelinde düşünürsek, zevk uğruna yapılan hayvan katliamları ve avlar, vahşi hayvanların yok edilmesi hep insanın hükmetme duygusunun ve içindeki saldırganlığın tezahürüdür. Allah’ın senede bir defa meşru kıldığı kurban hadisesini, haşa bir hayvan kıyımı olarak gösterip yaygara kopartanların bu sözleri, aslında bir zıtlık emaresi olarak etsiz sofralara oturmamalarında görülmekte ve bu tip insanların İslam’ın emir ve yasaklara olan düşmanlıklarının perdelenmiş bir nişanesi olarak kelimelerine sirayet etmektedir. Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık ki kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Sonuç itibariyle hepinizin mabudu tek bir ilahtır. Şu halde yalnız O’na teslimiyet gösterin. Sen de Allah’ın buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseleri müjdele!” (Hac Suresi-34) ve “Biz o büyükbaş hayvanları da Allah’ın size nişanelerinden kıldık; sizin için onlarda nice yararlar vardır. Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine Allah’ın adını anın, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem kendiniz yiyin hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurun. İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (Hac Suresi-36) ayetleri, kurban ibadetinin esasında bir zikir, teslimiyet ve yardımlaşma olduğunun göstergesidir. Bazılarının kurban ibadeti ile hayvan kıyımı arasında bir bağlantı kurmaya çalışması hadsizlikten başka bir şey ifade etmez. Allah, Kuran-ı Kerim’de kurban kesmeyi bizzat emrederken, bunun haricinde hayvanları gereksiz yere öldürmeyi ve eziyet etmeyi de yasaklamıştır.
Günümüzde insanların et tüketimi o kadar artmıştır ki, bu tüketime çeşitli çözümler üretmek fikri hasıl olmuştur. Buradaki et tüketimi, nüfus artışına bağlı olarak artmış gibi bir izlenim olsa da, kişilerin artan satın alma gücü sebebiyle bu tez, tam anlamıyla doğru değildir. Dünyada beslenme şartları göz önüne alındığında bazı bölgelerin ne denli içler acısı halde oldukları gözler önüne gelecektir. Bütün kaynakları ile sömürülen kimi insan topluluklarının, beslenme şartlarının  yetersizliği, bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Başka milletlerin kaynakları üzerinden asalak gibi geçinip, kendilerini maddi olarak gelişmiş kabul eden emperyalist düzenin devletleri, dünya geneliyle kıyaslandığında, et tüketiminde çok daha ileride oldukları görülecektir. Problem et tüketimi değil, bu etin nasıl üretileceği ve ne şekilde tüketileceği hususudur.  Problem, birilerinin haddinden fazla et tüketirken, birilerinin de ete hiç ulaşamamış olmasıdır. 
Problem, insanın tabi olana müdahale etmesi ve fıtratta olanı, bazen büyük bir gizlilikle bazen de aşikare olarak bozmasıdır. Et üretimi için hayvanların kısa zamanda büyütülmesi, haram olan hayvanların etlerinin tüketilmesi, vahşi hayvanların etlerinin istifadeye sunulması, sentetik olarak fabrika/laboratuvar ortamında et üretme, yapay yollarla üretilmiş protein/besin hapları, bitkisel/vegan yaşam tarzı gibi acayip fikirler, artan et tüketimine çözüm olarak ortaya atılmıştır. Aşırı et tüketiminde, kendilerini görmezden gelerek fakir/gelişmemiş ülkelere et tüketimini azaltın, hayvancılığı baskılayın uyarıları yapanların, dünya kaynaklarını sonuna kadar sömürmesi ancak riyakarlıkla izah edilebilir. Meşru olmayan et üretim ve tüketim biçimleri haddi zatında insan için oldukça zararlıdır. Kısa zamanda üretilen, hap ve hormonla büyütülen sığır, koyun ve tavuklar gibi hayvanlar, insanın kimyasını ve fıtratını bozduğu gibi, insanı bedenen ve ruhen yıpratarak sunileştirmektedir. 
Kapitalist odaklar, insanın merhametten uzak ve bencilleşmiş özelliğini çok iyi bildiklerinden, tüketim kültürünü durmadan besleyen ve bu yolda çıkan tüm engelleri ortadan kaldıran bir anlayış geliştirmişlerdir. Doğal beslenme kaynağı et yerine mühendislerin çalışmaları netice vermeye başlamıştır. Medyada yer alan ve son zamanlarda yazılan kitaplarla da sıkça adından söz ettiren "sentetik et projesi", "temiz et" adı altında üretilen yapay etli hamburgerin 2013 yılında üretilip tüketilmesinin ardından günümüze kadar geçen süreçte epey ilerleme katetmiştir. [8] Mevcut olan bu tüketim alışkanlığı kontrol edilemez hale gelince de, sömürü sahipleri bu probleme akıllarınca çareler aramış ve işledikleri suça dünya genelini ortak etmişlerdir. İşte bu sebeple fıtrattan uzaklaşanlar, çare peşinde koşar gibi görünürken, zeminde başka şeytani planların/düzenlerin yolcusu olmuşlardır. 
İslamiyet, hayvanlara yapılan eziyet ve işkenceyi yasaklamış ve bu konuda kesin kurallar koymuştur. Kur’an-ı Kerim ayetlerinde, hayvanlar konusunda çeşitli nakiller olduğu gibi, hadis-i şeriflerde de hayvanlara güzellikle muamele edilmesi ve eziyet edilmemesi konusunda, çok çeşitli rivayetler vardır. Peygamberimiz (s.a.v), canlı hayvanın bedeninden bir şey kesme, hayvanların yüzlerini ve vücutlarını dağlama ve damgalama, canlı hayvan bedenini hedef tahtası edinme, hayvan sırtlarından inmeden konuşma gibi hayvan bedenine eziyet anlamına gelen  her türlü uygulamaları yasaklamış ve çeşitli cezai müeyyideler koymuştur. Cabir(r.a) rivayetine göre; Yanlarında yüzü dağlanarak damga vurulmuş bir eşek olduğu halde Resûlullah'a rastlayanlar oldu: Rasülüllah (s.a.v) onlara "Bunu böyle dağlayanlara da Allah lanet etsin!" (Müslim) buyurdular. Aynı hadis-i şerif yine lanet sigasıyla Ebu Davud’daki rivayetinde; “Benim hayvanların yüzüne dağlama yapmayı ve yüzlerine vurmayı lanetlediğim size ulaşmadı mı?” (Ebu Davud) [9] geçmekte ve bu pis davranıştan dolayı halkını men etmektedir. Kolay kolay lanet etmeyen ve insanların da birbirlerine karşı lanet okumalarını yasaklayan Peygamberimizin (s.a.v), hayvanlara karşı bu tarz bir davranış karşısında, lanet etmesi dikkat çekicidir. Peygamberimiz (s.a.v); hayvanların yüzünün veya çeşitli yerlerinin dağlanarak doğal görünümlerinin bozulmasını, eziyet edilmesini her ne surette olursa olsun yasaklamıştır. “İçinde ruh bulunan hiçbir şeyi atış hedefi olarak kullanmayınız." (ibn Mace) [10] şeklindeki emri ile de her türlü canlının hedefe konulmasını yasak etmiştir. Hayvanları binek olarak kullanırken bile ölçülü olmayı tavsiye eden peygamberimiz (s.a.v); "Hayvanlarınızın sırtını minberler edinmekten sakınınız. Çünkü Allah sadece zorlukla varabileceğiniz yerlere sizi iletmeleri için onları sizin emrinize verdi. Arzı da sizin için yarattı. Binaenaleyh ihtiyaçlarınızı yerde karşılayınız." (Ebu Davud) [11] hitabı ile bizlere bildirmiştir. 
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin belirttiği gibi hayvanlar, bizim hizmetimize sunulmuş sessiz varlıklardır. Hayvanlardan gerektiği şekilde en güzel şekilde istifade edilmelidir. Meselenin özü, insanın efendi ve hükümran olması gibi değil, kendisinden beklenildiği gibi insan-ı kamil olarak davranmasında yatmaktadır. Hayvanlar, insanlar kadar özgürdür, yaşama hakkı vardır. İnsana gerektiği kadar hizmet etmek amacıyla yaratılmıştır. Hayvanat bahçelerinde, sirklerde, deney laboratuvarlarında ve diğer şeytani yerlerde eziyet, acı ve korku çeken milyonlarca hayvanın ahı, insandan parça parça veya topyekun çıkacaktır. Dünyada var olma mesajını anlayamamış insanoğlu, kendini düzeltmediği zamanlarda doğal afetler, kıtlık ve sefaletle imtihan olmuştur ve olmaya devam edecektir. Afrika çöllerinin aç ve susuz sömürülmüş insanlarının ahı asla yerde kalmayacaktır. Etsiz sofraya oturmayan, yediklerini sindirmek uğruna spor salonlarında vakit öldüren semizleşmiş, işkembesi vücudundan daha büyük, kapitalist düşüncenin esiri olarak yaşamakta olduğu hayat tarzının sonuçlarını idrak edemediği müddetçe çeşitli nimetlerinin ahını alan insanın başına musibetler gelmeye devam edecektir. 
İnsan ölçülü olmak ve mubah olan dairede hareket etmekle mükelleftir. Fıtratı bozanlar, asli fıtrata dönmek yerine yine ifsad edici yollara başvurarak sorunun esaslı çözümünde sorumsuzluk sergilemektedirler. İnsan, kendi tüketim çılgınlığı için kapitalizme köle olurken, zamana karşı yarışta hata üstüne hata yaparak, kendini dünyanın efendisi olma yarışında bulmuştur. 
İnsan ‘ben’ olma inadından uzaklaşarak asli hüviyetine dönebilirse ancak o zaman olgunlaşmaya vakıf olabilecektir. Allah’ın ayetinde de buyurduğu gibi “Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü hanif olarak dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine kodladığı fıtrata uygun davran (ki) Allah'ın yarattığında bir bozulma meydana gelmesin. Bu, sahih dinin gayesidir; ama çoğu insan bilmez.” (Rum Suresi/30) fıtrata yönelen insan, dünya hayatının esas amacını tam olarak anlayabilir. Bu dünyanın gelip geçici heveslerine aldanmadan, sorumluluklarının ve sınırlarının farkında olan insan, güzel ahlakın temsilcisi olmayı arzuluyorsa, Allah’ın emir ve yasaklarına şüphesiz uymalı ve buna uygun biçimde davranmalıdır. 
***
Hayvanlar konusunda artı ve eksi yönlerinde yukarıda pek çok görüşü dile getirdim. Burada önemli bir mevzuya da değinerek bu bahsi kapatıp yazıyı toparlayacağım. 
Hayvanların birtakım haklarını dile getirirken, insanların hakkının göz ardı edilmesi düşünülemez. Başıboş şekilde dolaşan vahşi hayvanların, sokak köpeklerinin insanlara ve diğer canlılara zarar vermesi [12] hayvan sevgisi ile izah edilemez. Bu alanda görev ve sorumlulukları olan kişilerin, vazifelerini tam olarak yapması gerekir. Saldırgan hayvanların kontrol altına alınması, aç hayvanların beslenmesi, insanların yaşam alanlarında bu tür hayvanların başı boş dolaşmalarının engellemesi ve gerekli olduğu durumlarda bu hayvanlar için barınma yerlerinin yapılması gibi her türlü tedbirin ilgililerce alınması lazımdır. Hayvan yaşamı nasıl eziyetten ve işkenceden korunmuşsa, insanın can ve mal güvenliği de hususiyetle muhafaza altına alınmış olmalıdır. Doğal yaşam alanları tahrip edilen vahşi hayvanların yiyecek bulabilmek için insanların yaşadıkları alanlara gelip insanlara saldırması gibi var olan çeşitli problemler çok yönlü olarak değerlendirilmeli ve insan hayatının değeri açısından kalıcı çözümler üretilmelidir. 

Konu bağlamında suistimale açık olabilecek bir fikri de ayrıca belirtmek istiyorum. Her ortamda var olan çeşitli fikirdeki kişilerin, doğal bir hak olarak görünen pek çok mevzuyu, kendi şeytani düzenlerine hizmet etmesi açısından başka bir bakış açısıyla alıp zehirli fikirlerle karıştırarak önümüze getirdiklerini de görebiliyoruz. Eğitim hakkı, düşünme hakkı, kadın-çocuk hakları, işçi hakları, çalışma özgürlüğü, yaşlı bakımı, gıda hareketleri, çevre hareketi,  hayvan hakları..vs aklımıza gelen ve gelmeyen pek çok mevzu, esasında haklı olarak yola çıkmakta daha sonra şeytani finans düzenleri tarafından kaşınarak, konu asli hüviyetinden çıkartılıp başka mecralara dönüştürülmektedir. Bu konuda dünyada yaşanmış pek çok örnek olay vardır. Şeytanın yol arkadaşları konumundaki dünya düzeninin söz sahipleri, her ortamı kontrol etmek ve her alanda söz sahibi olmak amacıyla doğal olan bir tartışma alanını dahi, kendi menfaatleri doğrultusunda kullanabilmektedir. İstedikleri şeytani düzenlerinin devam etmesi, insanların kölelik düzeninde her şart altında kendilerine hizmet etmelerinin sağlanabilmesi için, var olan her şey rahatlıkla maskelenip, dev finans aktörleri tarafından sıklıkla kullanılabilmektedir. Hayvan hakkı da bu manada ucu açık bir konudur. Herkes bir şekilde konuya dahil olabilir ve istedikleri ölçüde bu hareket büyütülüp istenilen alanlara sürüklenebilir. Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasına ermek için ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usûlüne uygun olarak kesmeyi ifade eden ‘kurban’, hayvan hakkı adı altında kanunlarla engellenir hale dönüşebilir. Hayvan hakkı, küresel ısınma gibi nedenler adı altında, insan et ihtiyacından sentetik ete veya bitkisel yaşama yönlendirilebilir. Hayvancılık, arıcılık, balıkçılık gibi faaliyetler hayvan hakkı adı altında engellenip, insan kırsal yaşamdan tamamen kopartılarak, endüstri toplumunun bir oyuncağı durumuna sürüklenebilir.

Elimizde güç ve imkan olmasa bile böyle konularda uyanık olmak, çok boyutlu düşünmek, mevzulara farklı açılardan bakabilmek elzemdir. Aksi halde, her konu bir şekilde suistimal edilerek, istemediğimiz alanlarda işin içinde çıkılamayacak hale getirilmiş olur. Aslında ölçü ve yapılması gerekenler bellidir. Birilerinin adım atmasını beklemeden, kendi değerlerimizden yola çıkarak, kıstaslarımızı net olarak belirlemeli ve buna göre mevcut düzenimizi kontrol edip düzenlemeliyiz. Kur’an-ı Kerim ayetleri, peygamber efendimizin (s.a.v) mütevatir hadis-i şerifleri, binlerce yıllık örfümüz ortada durmaktadır. Bu kadar muazzam birikimle her alanda kendi kimliğimizi bularak çözüm yollarını istişare ile üretebilmek boynumuzun borcudur. 
***
Son olarak; hayvanlar konusundaki bu tür davranışların altında yatan temel düşüncenin kaynağı olarak inançsızlık ve özelde kapitalizm hakkında da kısa bir değerlendirme yaparak konuyu noktalayacağım. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacıyla işletilmesine dayanan ekonomik bir sistemdir. Kapitalizm, serbest piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak, rekabetçiliğe dayalı, tüketim odaklı bir anlayış çerçevesinde literatürde 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Malların fiyatları ve dağıtımı ağırlıklı olarak piyasadaki satıcıların arasındaki rekabet ve anlaşmalarla belirlenen ve tümüyle insanların tüketimi üzerine yoğunlaşmış bir sistem olan kapitalizmde, kişiler mecburi olarak aşırı miktarda tüketmeye alıştırılmış durumdadır. Bu nedenle iktisadi açıdan insanlar arasında tam manasıyla bir mutluluk oluşmamaktadır. Hal böyle olunca kapitalizm sisteminde, tüketebilmek için para kazanmak ve daha fazla çalışmak, meşru veya meşru olmayan faiz ve banka gibi zeminlerde para ve servet sahibi olmak gerekmektedir. Para kazanmanın mal ve mülk elde etmenin, İslam dini açısından meşru bir zemini vardır. İslam dinine göre, mal ve servet biriktirmek için her yol mubah değildir. 
İslam dini, kapitalizmin aksine sürekli üretim ve tüketim ilişkisini değil, paylaşımcılığı ve yardımlaşmayı öngörmektedir. İslam, malları haksız yere harcamayı red ettiği gibi servet yığmayı kabul etmez. “Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin ve Hristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele! O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı! (Tevbe Suresi/34-35) denilecektirEğer insan gereğinden az mal tüketirse, davranışlarında cimrilik olursa, istediği menfaat seviyesine ulaşamaz. Eğer insan gereğinden fazla tüketirse, malını mülkünü israf ederse, bu sefer de istediği yararı elde edemez ve savurganlığının cezası ile baş başa kalır. İnsan için hayırlısı, cimrilik ve israf arasında orta bir  yolu tutturmasıdır.“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar” (Furkan Suresi-67) 
Kapitalizm düşüncesi ise bu düşüncelerden uzak bir anlayışa sahiptir. Zaman zaman ekonomik buhranlarla adaletsizlikleri çoğaltan ve insanlar arasında huzursuzluğa sebep olarak ve ayaklanma ve şiddet olaylarının temel sebebi olarak gündeme gelen kapitalizm, Batı medeniyetinde düşünürler tarafından tartışılmış ve çeşitli alternatifleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Max Weber “kapitalizmin rasyonelleşmiş eğilimlerinin, kültürel değerler ve kurumlar için potansiyel bir tehdit oluşturduğunu ve insan özgürlüğünü bir "demir kafes" içine sıkıştırabileceğini söyler. [13] 20. yüzyılda Avusturya Okulu'nun öncülerinden Joseph Schumpeter (1883-1950) eninde sonunda kapitalizm fikrinde de değişmeler olacağını, teknolojik gelişmelere göre farklılıklar doğacağını ve yeni sistemlere evirileceğini dile getirmiştir. [14]
Bugünkü anlamda kapitalizm düşüncesinin yıkılması muhakkaktır, lakin bunun yerine yine insan eliyle üretilmiş batıl fikirlerin sosyalizm, komünizm, tekno-paganizm, globalizm, küresel dijitalizm,  küresel sosyalizm, küresel otoriterlik…vs. gibi fikirlerin yeni birer keşif gibi insanoğluna sunulması ve kabul ettirilmeye çalışılması da bir o kadar ütopiktir ki üzerinde çok uzun yazıları barındırır. Küresel şeytani fikirlerin yıkılması kesindir. Bunların yerine getirilmesi düşünülen her türlü fikir de kalıcı değildir. Bu düşünce kalıplarına, içinde bulunduğumuz katmanlardan sıyrılarak, farklı bakış açılarıyla, başka gözlerle bakmamız gerekir. İnanç ve ibadetleri ile her alandaki ticari ilişkileri inci gibi açıklayan, zekat ve sadaka kültürünü içinde barındıran, insanın tüm canlılara merhametli olması gerektiğini sürekli aşılayan, insanın aciz olduğunu, zalim, kibirli ve cahil durumunu gözler önüne seren, insanın bu şeytani vasfının önüne geçmesi için sürekli nefsini hesaba çekmesi gerektiğini daima dikte eden, evrensel doğruluk yasalarını koyan, aldatma düzenini kaldırma mesajları veren, put ve put zihniyetini yok eden İslam'ın evrensel mesajına kulak vermemiz gerekir. Yıllarca komünist ve sosyalist çizgide olup, kapitalist dünyada araştırmalarını yürüten içindeki buhranı dindirmek için çeşitli dinleri inceleyip bunları kitaplarında kaleme alan ve en sonunda İslam'ı seçen insanlardan sadece biri olan Roger Garaudy gibi insanların, arayışlarına kulak vermek gerekir. Sovyet Rusya’sında ve Komünist Çin’de nice baskı ve zulümler altında kıvrıla kıvrıla yaşamlarını sürdürüp sonunda Müslümanlıkla tanışan binlerce insanın hidayetlerine nazar-ı itibarıyla meyletmek gerekir. Küfrün hakimiyet kurduğu coğrafyalarda yaşayan ama içinde bulunduğu huzursuzluğu/manevi sıkıntıları gideremeyip inandıkları batıl dinleri bırakan, eskiye bir set çekerek yeni bir sayfa açan milyonlarca Müslümanın gönlüne inmek gerekir. 
Sözleri ve davranışlarıyla uyulması gereken en güzel örnek olan, Allah’ın (c.c) âlemlere rahmet olarak gönderdiği, fani ve ebedi hayatımızın rehberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) tabi olarak ‘benlik’ davamızdan vazgeçip bütün inatlarımızdan ve kibir havuzundan çıkarak, acizliğimizin ötesinde bir nazarla eğilmek gerekir. Bize zahmetsizce verilen bu din-i İslam nimetinin içeriğine tam bir teslimiyetle bakmak lazım gelir. Aksi halde bütün yaşantımız, boşa kürek çekmekten ve kendimize yazık etmekten öteye geçmez. Allah’ın verdiği nimetlere şükrederek, şefkat damarlarımızı muhafaza ederek, insan-ı kamil olma yolunda yürümeye devam etmeye gayret göstermeliyiz. Allah, bizleri son nefesimiz dahil sırat-ı müstakimde sabit kılsın. (amin)
01/02/2020
Kadir PANCAR

KAYNAKÇA:
[1] Secde Ayeti: “Görmez misin göklerde ve yeryüzünde bulunanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hep O’na secde etmektedir! Niceleri de azabı hak etmiştir. Allah’ın hakir kıldığı kimseyi onurlandırabilecek birisi yoktur. Kuşkusuz Allah dilediğini yapar.” (Hac Suresi-18)
[2] “Yapılması gereken işte budur. Kim Allah’ın koyduğu yasaklara saygı gösterirse bu, rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur. Size vahiy ile (haramlığı) bildirilenlerin dışındaki hayvanları yemeniz helâl kılınmıştır. Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durun ve asılsız sözden de kaçının.” (Hac Suresi-30)
[3] Nahl Suresi, Zemahşeri, II, 334
[4] https://veganlik.org/tarih/ 
[5]“Sürü veya av veya ziraat köpeği dışında bir köpek besleyen kimsenin ecrinden her gün bir kırat eksilir.” [Buhârî, Hars 3, Bed'ü'l-Halk 14; Müslim, Müsâkât 58; Ebû Dâvud, Sayd 1; Tirmizî, Ahkâm 4; Nesâî, Sayd 14, (7, 188, 189)]
[6] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51132806
[7] https://ajanimo.com/timsah-derisi-cantanin-kan-donduran-hikayesi/
[8] Yuval Noah Harari, 21.yüzyıl için 21 Ders, Çev. Selin Siral, Kolektif Kitap, 2018 "Peki Mühendisler hücrelerden et üretiminin bir yolunu bulursa? Hamburger mi istiyorsunuz? O zaman koca bir inek yetiştirip kesmekten ve bu hayvan leşini binlerce km taşımaktansa hamburger yetiştirebilirsiniz. Kulağa bilimkurgu gibi gelebilir ama dünyanın ilk temiz hamburgeri 2013 yılında üretilip yendi bile."
[9]Müslim, Libas ve Zînet, 107( III,37),  Ebu Davud, Cihâd, 58(II,31)
[10] İbn Mace, Zebâih, 10(II, 1063)
[11] Ebu Davud, Cihâd, 55 (II, 32)
[12] Yerel Basın Haber Metni: "Muğla/Datça ilçesine bağlı Cumalı Mahallesi Çeşme sokakta meydana gelen olayda, 12 yaşındaki Ahmet Kürşat Ağa, arkadaşlarıyla birlikte evinin önünde oynarken komşularına ait cane corso cinsi köpeğin saldırısına uğradı." Erişim Tarihi: 04/02/2019 http://www.aydin24haber.com/kopeklerin-saldirisina-ugrayan-cocuk-agir-yaralandi-428476h.htm
[13] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Tutku Yayınevi, 2014
[14] İsmail KİTAPÇI, Joseph Schumpeter’in Girişimcilik Ve İnovasyon Anlayışı: Yaratıcı Yıkım Kavramı Ve Geçmişten Günümüze Yansımaları, Pamukkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Cilt:1, Sayı:2, Eylül 2019
[15] Muhammed Çelik & Mehmet Dağ/ Kapitalist İktisadi Düşüncenin Geçirdiği Dönüşümler Üzerine Bir Değerlendirme, Bitlis Eren Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Akademik İzdüşüm Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, 2017