Güç, iktidar, servet ve zenginlik, insanın zaaflarından bazılarıdır. Bunlardan yönetim ve sermaye, insanların hayatları boyunca hep önemli olmuştur. Sermaye ile iktidar ve hüküm sahipleri arasında anlamlı bir ilişki vardır. İktidarlar, halk üzerinde yükselirken genellikle sermaye ve zenginlik, bu hükmün kaynağı olmuştur. Sermayeyi ele geçiren zümreler, zamanla yönetim ve idareyi de kendi bünyelerinde toplamışlardır. Bütün savaşlar ve zulümler, iktidar mücadelesi için gerçekleşmiş gibi gözükse de aslında bir nevi sermayenin kontrolüne sahip olma çabasında birleşmişlerdir. Dünya hırslarından uzaklaşmayı öğütleyen, sermaye ve zenginliğin başka insanlarla paylaşılmasını isteyen dinler bile zamanla sermayenin, doğal olarak suni gücün kontrolüne girmişlerdir. Örnek olarak; Hıristiyan dünyasındaki kilise, Hz İsa’(a.s) ‘ın tebliğ ettiği mesajın aksine, tüm dünyada yaptığı çeşitli ayin, ibadet ritüelleri, tören ve merasimler gibi çeşitli başlıklar altında sömürdüğü halkların üzerinden, muazzam bir güç ve zenginliğin temsilcisi olarak, hem dini yaşantıya hem de sermaye hayatına müdahale ve hükmeder hale gelmiştir.
Sermaye ve iktidar sürecini/ilişkisini, İslam düşünce ve medeniyetlerinin konuya yaklaşımları ile birlikte, özelde Avrupa tarihinin çeşitli dönemlerinden yararlanarak incelemeye çalışalım. Avrupa halkları; Orta Çağ’da derebeyi ve Kilise tahakkümü altında ezilirken, Avrupa dışında kalan diğer milletlerin yönetimlerinin büyük çoğunluğu, kendi asilzadelerin elindeki yönetimsel güç ile baskılanmışlardır. Buna rağmen İslam dünyasında, özellikle asrı saadet döneminde sermaye gücü, bizzat dinin emrine ve hizmetine verilmiş, "asil soy-üstün ırk" kavramları toplumdan dışlanarak, "din kardeşliği" ve "takva" vurgusu öne çıkarılmış ve bütün bunların yanında dünyanın faniliği, dünya hayatının aldatıcılığı, elde edilen her türlü zenginlik ve servetten ahirette hesaba çekileceği, fakirlere infak ve yardımların her daim ön planda tutulması gerektiği inananlara sürekli olarak hatırlatılmıştır. Bütün bunlara rağmen Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatının ardından, ilahi mesajın muhatabı durumundaki Müslümanların arasında bile diğer toplumlarda olduğu gibi iktidar ve güç mücadeleleri görülebilmiştir. Peygamber efendimizin ve hilafetin temsilcisi konumundaki ilk dönem İslam devletlerinde dahi sermaye ve güç ilişkisi insanların arasında gittikçe hissedilirken, zamanla din ve dini müesseseler bile bu iktidar mücadelelerin içinde kendine yer bulmuştur. Avrupa'da iktidar ve sermaye birlikteliği ve mücadelesi daha kolay anlaşılabilen bariz örneklerle ortaya çıkmıştır. Üretim ve tüketim zincirinin sürekliliği için; Avrupa devletleri veya görünür olmayan iktidar temsilcileri, İslam'ın bir nevi "sermaye paylaşımcılığı" durumunda olan zekat müessesesinin karşısına, ülkelerinde maalesef kapitalist düşünceyi yerleştirmeye muvaffak oldular. Peki bu sistem Avrupa'da nasıl yerleşik bir düşünce haline gelerek tüm dünyaya yayıldı? Bu sorunun cevabını Fransız ihtilali, Sanayi İnkılabı özelinde ele alarak fazla detaya inmeden irdelemeye çalışalım.
İslam dini ile sürekli mücadele halinde olan Avrupa'nın erken dini/siyasi tarihinde kilise ve kral/derebeyi sistemleri büyük bir öneme sahiptir. Gücün ve sermayenin kontrolüne, bu iki unsur her zaman sahip çıkmıştır. Derebeylerin veya kilisenin sermaye üzerindeki hakimiyeti eşsizdir. Halk, baskı veya zulümler karşısında her haliyle bu iki unsura mecburen bağlı kalmıştır.. Her daim emekleriyle mücadele eden halkın üzerinden, kilise veya aristokratik güç sahiplerinin çeşitli vesilelerle veya cürümlerle elde ettiği/gasp ettiği ürünleri satabilmek veya çeşitli şekillerde değerlendirebilmek için, halklarının içinde nispeten imtiyazlı durumda olan tüccar sınıfından yardım aldılar. Böylece bu güç ve sermaye dengesi, yeni ortaya çıkan bir sınıfın lehine git gide daha fazla otoriteleşerek değişmiştir.
Tüccar sınıfı, yönetim tabakasından (kilise ve derebeylerinden) aldıkları ürünleri başka yerlerde satarak daha çok zenginleşti ve paranın/sermayenin kontrolünü zamanla ele geçirerek yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Böylece kral ve derebeylerin keyfi otoritesi, zengin tüccar sınıfı ile aristokratların lehine zamanla artan oranlı olarak paylaşılmaya başlandı. Belli bir dönem sonra bu denge zengin bir burjuvazinin yönetimde ortak olmasına yol açtı. Kilisenin halk üzerindeki baskıcı tavırları, ritüel haline getirdiği çeşitli ayin ve ibadet biçimleri, aforoz etme yetkisi, günah çıkarma ve endüljans belgesi gibi akıl ve mantıkla izah edilemez düşünceleri, inanan kesimlerde inanç zayıflığına ve kiliseden uzaklaşmaya sebep oldu. Kilise, dini hayat ve yönetim tabakasındaki otorite olma durumunu, filozof ve aydınların görüşleriyle zaten kaybetmeye başlamıştı. Kilise, değişen şartlara uygun biçimde, yönetim ve hayat kademesinden çekilmek veya gizlenmek durumunda kaldı. Kilisenin Avrupa’daki Kralları da kapsayan mutlak otoritesi reform hareketleriyle zayıflayarak ulusal kiliselerin ortaya çıkışını hızlandırdı. Böylece merkezi otorite konumu bölünmeye ve yerel yeni dini/siyasi otoritelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Kilise mecburen arka plana çekilerek/ya da kendini çekilmiş göstererek sermaye ve iktidar kanadında sözünü muhafaza etmek için çaba göstermeye başladı. Kilise, inanan kesimi dini enstrümanlar eşliğinde kendine bağlı kılarak, zenginliğini ve yönetimdeki iktidar ortaklığını kaybetmeme mücadelesinde çaba gösterdi. Arka plana çekilmiş görüntüsü veren kilise, bütün bu gelişmelere rağmen -Hz. İsa'nın (a.s) dünyaya meyletmemeyi öğütlemesine rağmen- yeterince servet sahibi oldu. Nitekim bugün Hıristiyanlığın temsilcisi konumundaki Vatikan, zenginlik ve iktidar bakımından dünyada ciddi bir pay sahibidir.
Hıristiyanlığın mutlak temsilcisi konumundaki Roma Kilisesi, dini/siyasi reform hareketleriyle birlikte bölünme hareketlerine maruz kalarak yeni ulusal kiliselerin doğması ile başlayan süreçte merkezi otoritesini gittikçe kaybetti. Kilisenin zayıflayan merkezi otoritesi ve idari alanda devletler bazında yerel unsurların güç kazanmasından dolayı geri plana çekilmesi ile yönetim tabakalarında yalnız kalan asiller, kral ve derebeylerinin, zenginlik ve sermaye sahipleri karşısındaki durumu da git gide kötüleşmeye başlamıştı. Öncelikle Avrupa'da daha sonra tüm dünyada servetler ve sermaye, belli ailelerin etrafında toplanmaya başladı. Yeni ortaya çıkan ulusal kiliselerin artan hızla zenginleşmesi ve servet sahiplerinin/büyük ailelerin kazandığı bu yeni statü, aristokrat ve burjuva sınıfları için iktidara giden yolda memnun edici bir gelişmeydi. Zamanla kral/derebeyleri ile zengin ve aristokrat burjuva sınıfı, yönetimde güç bakımından eşit hale geldi. Daha sonra burjuva sınıfı, iktidarda söz sahibi olabilmek için kral/derebeyleri ile anlaşma yapma ihtiyacını mecburen hissetti/hissettirildi. Bu yeni gelişen statü, kral ve derebeylerin hiç hoşuna gitmese de artık yönetim, mevcut yeni şartlara bağlı olarak değişmeliydi. Yapılan bu anlaşmalarla, bir nevi demokrasi sisteminin(!) ilk örnekleri ortaya çıktı. Artık yönetim gücü, kral/derebeyi ve zengin burjuva sınıfı arasında paylaşılmıştı. Esasında iktidarda ayrıcalıklı konumda olan asilzadelerin, (kral ve derebeylerin) elindeki yönetim gücüne, paranın ve zenginliğin sahibi durumunda olan burjuva sınıfından yeni bir ortak gelmişti. Bu yeni yapı, gerçek emek sahibi olan ezilen halka, Fransız ihtilali ve sonrasında yaşanan gelişmeler ile "demokrasi" ve özgürlük olarak kabul ettirildi. Halklar, kendilerini kendi iradeleriyle yönettiğini zannederek gücün (kral/beyler ve burjuva sınıfından oluşan ortak zümrenin mensupları) karşısında ezilmeye devam etti. Zenginliğin sahipleri durumundaki burjuva sınıfı, yönetimde kısa zamanda elde ettiği iktidarla yetinmek istemiyordu. Daha doğrusu kendisine rakip/ortak bir zümre/kişiyi yönetim ve iktidar kademesinde istemiyordu. Bu nedenle çok büyük sermaye ve zenginliklerle sıradan bir tüccar konumundan çıkmış olan, devletlere yönetim işlerinde söz geçirebilecek durumuna gelmiş durumdaki zümreler; artık yönetimde tam bir yetkinlik elde edebilmek uğruna, kendi yaşadıkları devletleri/hükümetleri ekonomik olarak yıpratmak adına ellerinden geleni yaptılar. Sonunda iktidara son darbeyi vurup kendi görünen/görünmeyen iktidarlarını kurabilmek için devletlerin en zayıf halkasını oluşturan işçi ve köylü sınıflarını çeşitli bahanelerle ayaklandırdılar. Bu ayaklanmalar, mevcut iktidarları zor durumda bıraktı. İşçi ve köylü sınıfının protestolarında, çeşitli filozof ve aydınların görüşleri de oldukça etkili oldu. Belki bu ayaklanma ve protestolar, "aydın sınıf” ile "sermaye/aristokrat sınıfının” ortak ürünüydü. Bu konuda net bir şey söylemek zor lakin filozof ve aydınların görüşleri ile sermaye sahiplerinin emelleri bir noktada birleşerek, hedeflenen amacın yani mevcut iktidarın değişmesini sağladı.
Fransız ihtilaliyle hemen hemen eş zamanlı olarak İngiltere'de gerçekleşen sanayi inkılabında, sermaye, para ve ticareti kontrol eden zengin zümreler; fabrikalarının çalışması için çok ciddi insan emeğine ihtiyaç duyuyordu. Çünkü sistem, tarım toplumundan artık fabrika toplumuna dönüşmüştü. Fabrikalarda durmadan sömürülüp yoğun emek mesaisi ile çalışacak, karşılığında da az bir ücret alacak işçi sınıfına, bu dönemde çok fazla ihtiyaç vardı. Bunun için işçi sınıfı, kendini değerli hissetmeliydi. Yönetimleri değiştirebilecek gücün, işçinin kendisi olduğu fikri; gerçek emek sahibi insanlara aşılanmalıydı ki halklar bu sayede daha kolay yönetilebilir hale gelebilsin. Sanayi inkılabı ile yeni kurulan fabrikalarda, işçi sınıfının insanları, sorgusuz sualsiz yeni düzene emeklerini köle edeceklerdi. Bunun için yeni sisteme gönüllü olarak işçilerin katılmaları ve yönetimde söz sahibi oldukları izlenimi, kendilerinde oluşturulmalıydı. Böylece ezilen işçi sınıfı, kendi hakkını savunduğunu zannettiği sendika temsilcilerine, parasal sistemin bir uzantısı olan fabrikalara ve yönetim kademesindeki diğer ağababalarına kendi hür iradeleriyle köle oldular. Üretim ve tüketim mekanizması çarklarının devam ettiği bu düzende, işçiye önceki zamanlara kıyasla daha çok ihtiyaç vardı. Günün birinde işçiler nasıl olsa kapı önüne konacaktı. Ama şimdi değil. Bugün bu sistemin işçileri; alın terleriyle canla başla çalışarak fabrikaları büyütmek için uğraş vereceklerdi. Emeklerini, hayatlarını ortaya koydukları bu sanayi ortamlarında işçiler, kendilerinden bağımsız çalışan devasa makineleşmiş/robotlaşmış fabrikaların geleceği günlere kadar çalışmalıydı. İşçi sınıfı, başına gelecek bu oyunu maalesef çok uzun zaman sonra fark edecekti ama oyun iyi kurulmuştu ve şimdi çarklar tıkır tıkır işliyordu.
Burjuva ve aristokrat sınıf, önceki zenginliklerinin üstüne sanayi inkılabı ile birlikte daha fazla zenginlik katarak, iktidar ve yönetim işlerini tek başına ele geçirdi. Artık yönetimdeki kişileri kendileri belirliyor veya bizzat kendileri yönetime geliyordu. Mutlak iktidarın tek sahibi, kısaca burjuva diye nitelediğimiz bu büyük zümreler/aileler/dini müesseseler oluyordu. Görünüşte halk kendi kendisini yönettiğini zannediyor olsa da yönetim ve idare tamamen görünür veya görünmez olarak zengin/asil zümrenin tahakkümü altındaydı. Halkın sözde iradesi, esasında sadece bir göz boyamaktan ibaretti. İnsanların içinde bulundukları bu esaret düzeninden kurtulmaları maalesef pek mümkün değildi. Bu meşru (!) kölelik sisteminde para ve güç, kendilerini diğer insanlardan farklı kabul eden, zengin ve otoriter zümrenin elindeydi. Ezilen sınıf ne olursa olsun değişmiyorken, burjuvazi bir tabaka ise her daim iktidarını muhafaza ediyor, güç ve zenginliği her dönemde kontrol altında tutabiliyordu.
İnsan emeğine fazla ihtiyacın kalmayacağı bir zaman dilimine hazırlanan dünya, artık eski dünyadan daha farklı; robotlaşmış, makineleşmiş, otonom bir düzene geçmeliydi. Bu yeni sistem için üst kontrol tabakası; alt köle tabakasını "kendilerini değerli hissettirip" farklı enstrümanlar kullanılarak yeniden ezmeye devam edebilmeliydi. Ya da alt tabakanın mensupları, kurulacak yeni sisteme uymadığı için bertaraf edilerek yok edilmeliydi. Sermaye ve iktidar, asla kontrol dışı kalamazdı. Güç ve iktidarın hep aynı ellerde kalması ve servetin en tepelerde paylaşılması için kontrol dışı hareketlere izin verilemezdi. Bir sistem kurulmuş ve sistemde herkese bir vazife verilmişti. Kurulan düzenin devamı için siyaset, bilim, din, sanat, basın, spor, suç...vs. gibi güç odakları; kendilerine biçilen görevleri tavizsiz yapacaklardı. Halklar, devletlerini yönettiğini zannettiği iktidar ile muhalefet yapıları arasında tercih yapmaya zorlanırken, arkada oyunun kurucuları ve temsilcileri iktidar veya muhalefet üzerinden heybelerini daha fazla doldurabilmenin derdindeydi. Bütün bunlar karşısında iyinin ve güzelliğin temsilcisi durumunda olan bir grup insan, bu kısır şeytani düzenden bir çıkış yolu bulabilecek miydi? İşte bütün soru bu...Umulur ki çoğunluğa rağmen azınlıkta kalmış bu iyi insanların gayesi ve çabası bir gün muvaffak olur. Böylece bu iyi insanların gayret ve ihya seferleriyle; şereflerini ve sermayelerini şeytana adayan batıl yolun yolcuları da kendi kurdukları oyunlarında mağlup olurlar. Unutmayalım ki Allah, bu iyi insanlarla beraberdir...
"Siz O'na (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah, O'na yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Üzülme (Hüzne kapılma), elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah, O'na 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, O'nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, Yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi-40)
KAYNAKÇA:
Aksoy, A. (2016). Geleneksel Devletten
Modern Devlete: Sanayi Devrimi Ve Kamu Yönetimi Düşüncesinde Değişim.
Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi , 2 (3) , 31-37.
Ar, K. N. (2015). Küreselleşme sürecinde
istihdam ve sendikacılık. Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 10(1), 239-270.
Çılğın, T. (2021). Küresel Üretim Ve
Tedarik Zincirlerinde Denetim Sorunları Ve Modern Kölelik Uygulamaları.
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 3 (2) , 174-211.
Doğan, K. C. & Şentürk, S. H. (2017).
İngiltere’de On Yedinci Yüzyıl Devrimler Çağı Ve Parlamentarizmin Gelişimi
Doğrultusunda Bütçe Hakkı . Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi , 7 (14), 353-373.
Güler, M. A. (2015). Modern Kölelik ve
Modern Köleliğin Görünümleri. İş ve Hayat,1, 23-46.
Kaymak, Muhammet. ’Sanayi Devrimi Neden
İngiltere’de Gerçekleşti? karşılaştırmalı Bir Makro Tarih Denemesi’’(Der.)
Hakan Mıhçı, İktisada Dokunmak, Phoenix Yayınevi, Ankara,2011,ss.163-185.
Köksalan, N. (2020). Gönüllü
Kölelikten Gönüllü Sadeliğe. XIV. IBANESS Congress Series on
Economics, Business and Management –Plovdiv/Bulgaria, September 26-27.
Küçükkalay, M. (1997). Endüstri devrimi ve
ekonomik sonuçlarının analizi. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi 2 (2), 51-68.
Mahiroğulları, P. D. A. (2012). XXI.
Yüzyıla Girerken Sendikacılık: Günümüzdeki Değişim, Dönüşüm Ve Gelecek İçin
Arayışlar . Hak İş Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi , 1 (1) , 9-33.
Özkiraz, A. & Talu, N. (2008).
Sendikaların Doğuşu; Türkiye ve Batı Avrupa Ülkeleri Karşılaştırması . Sosyal
Bilimler Araştırmaları Dergisi , 3 (2) , 108-126.
Şahin, R. (2019). Sanayi devrimi Osmanlı
İmparatorluğu’nda neden başlamadı? Business Economics and Management Research
Journal , 2 (1) , 1-16.
Toptaş Arslan, G. (2018). Çalışmanın
Evrimi: Sanayi Toplumundan Sanayi Ötesi Topluma Geçiş . Fırat Üniversitesi
Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 2 (1) , 145-162.