İslam’ın ilk şartı Kelime-i Şehadet getirmektir. Kelime-i Şehadet’i söyleyerek kalben Allah’ın (c.c) birliğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini kabul eden kişi, artık Müslüman olmuş olur. Kelime-i Şehadet, İslam'a girişin en temel şartıdır. Kelime-i Şehadet getirmeyen bir kimse Müslüman olarak sayılmaz. Ayrıca, Şehâdet kelimesini dil ile söyleyip kalple de tasdik etmek gerekir.
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُKelime-i Şehadet: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulühü" şeklinde okunur. Kelime-i Şehadetin Anlamı: "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O'nun kulu ve Rasûlüdür."
Kelime-i Şehadet-i söyleyen kişi, Müslüman olarak İslam toplumunun bir üyesi olur. Hiç kimse, Kelime-i şehadet'i söylemeye zorlanamaz; zorlanan kişinin şehadeti geçerli sayılmaz. Kelime Şehadet, iman esaslarını içinde barındıran özlü bir kelamdır. Bu konuda İmam Gazali, İhya'da şunları söylemektedir:
"Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu
bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını
anlatmak, daha sonra da inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını
sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen
bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın imanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir
fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları,
başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir?
Evet, sadece taklitten meydana gelen iman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi,
çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede ve yerlestirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de kelam ve cedel ilmi öğrenmek şart değildir."
Ehli Sünnet'in İslâm'ın Şartlarından Olan Kelime-i Şehâdet
Hakkındaki İnancı
Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arşın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine tevhid inancını nasip ettiği bu kullarına inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve Rasûlü
Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) yolunda yürümeye muvaffak kılıp kendilerine onun şerefli ashabının izinden gitmeyi lûtfeden, zâtında ve fiillerinde
kullarına ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği sıfatların en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkatın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan yegane varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı
ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu, kullarına bildiren Allah'a hamd ü senâlar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz! "O, (herşeyden önce mevcut olan) Evvel'dir, (herşey helâk olduktan
sonra geriye kalacak) Ahir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle)
Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtı ise) Bâtın'dır. O herşeyi
bilendir." (Hadid Suresi/3)
Tenzih: Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir
cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiçbir cisme benzemez.
Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi
ârazların bulunacağı yer de değildir. O hiçbir mevcuda benzemez, hiçbir mevcud da
O'na benzemez. "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor.
Onun
benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir), O, Basîr'dir (bütün yapılanları görür)." (Şûrâ Suresi/11) Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıt'alar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler, O'nu istiab etmez. O, söylediği vechile 'istiva etmek'ten hangi mânâyı kastetmişse, o mânâ ile arş'a istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâkî olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve
uzaktır. Zira arş, yaratılmış olmak hasebiyle, O'nun azametini taşıyamaz
Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lûtfuyla O yaratmıştır. Bütün bunlar, O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın
göğün en üst noktasından, tâ yerin en alt tabakasına kadar herseyin
üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından
uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz, Bu üstünlüğün
yakınlık ve uzaklık açısından herhangi bir tesiri yoktur. O'nun derecesi
hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır:
kullarına da şah damarından daha yakındır. "O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir." (Sebe Suresi/47)
O'nun yakınlığı, cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez... O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye
de zarf olamaz. O, zaman hududlarının dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmazdan evvel ne idiyse,
şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtı, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden (değişikliklerden) münezzehtir. Sonradan meydana gelenler, O'nda yer alamazlar. O'nda ârız
şeyler de yoktur. O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan
münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten
müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin...) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zatı da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dâr'ul
Kârar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir.
Hayat ve Kudret
Allahü Teâlâ diridir, Kâdir'dir, Cebbâr'dır, Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm, O'nun
hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekûtun, izzet ve ceberûtun
sâhibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir.
Kıyâmette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün
varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır.
Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip
çevrilmesi, O'nun kudreti dâhilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve
mâlûmâtının (ilminin) da nihayet ve sınırı yoktur.
İlim
O Allah, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası
arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi haricinde kalamadığı bir alimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde
yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışına, sırların gizliliğine
vakıftır. Bütün bunları kadim ve ezeli ilmiyle bilmektedir, Bu ilim asla
değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zatında sonradan
var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.
İrade
Allahü Teâla, bütün kainatın varlığını irade ve bütün hadiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır
veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer
veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür-görünmez
her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kaza, kader, hikmet ve isteğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri
olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş, O'nun dilemesinin dışında
değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra da tekrar iade edici ve isteğini
en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.
Eğer O'nun tevfik ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz.
Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa, hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer
tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir
zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun
irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.
Allahü Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâti ile kaimdir. O, daima
bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezeli irâde
doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla
kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir
değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allahü Teâlâ için
düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir
durum, Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz.
Sem'i ve Basar
Allahü Teâlâ, Semi ve Basir'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda
olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar, O'nun işitme sıfatından hariç
kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince
olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz, Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve
göz kapakları gibi azalar olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz
yaratır. Çünkü O'nun ne zâti ve ne de sıfatları, yarattıklarının zât ve
sıfatlarına benzemez.
Kelâm
Allahü Teala konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaat ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtı ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması, hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi, dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'an, Tevrat, İncil ve Zebur; peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır.
Kur'an-ı Kerim; dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat
bununla beraber kadimdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara
nakledilmesi, onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve böyle bir ayırımı da kabul etmez.
Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi.
Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nun zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak
görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi,
iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece Mu'tezile'nin inandığı gibi zâti ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın aynısı ve gayrısı olmayan ve ondan ayrılmaz birer
hakikattir.)
Tekvin, Fiiller ve eylem
Allah Tealâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana
gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O, varlıkları en güzel ve en gelişmiş
şekilde var etmiştir. Allah Teâlâ, fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm
sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü
Allah Teâlâ, başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun.
Allah'tan başka her ne varsa, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız
şeyler, cevher, araz, bilinen ve görünen herşey, sonradan Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir.
Allah Teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık
yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil,
ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştır. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O, bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de O'nun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir. Bu bir lûtf-u ilâhîdir. Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kularının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve
hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir
fiil ve zulüm değil, aksine adâletin tâ kendisi olur.
Allah Teâlâ, mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle
mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir.
Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın, Allah'a herhangi bir ödevi
yükletmesi düşünülemez. Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi
tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir
hakkının bulunması da vacip olamaz. Tâat ve ibadetlerde kulları üzerindeki
hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip
olmuştur. Allah Teâlâ, peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını
apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, vaadini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilahi hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi
düştü.
Şehâdet'in İkinci Kelimesinin Anlamı
Peygamberin peygamberliğini tasdik edip buna şahidlik etmektir. Allah
Teâlâ mektep ve medrese görmeyen peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.v),
Kureyş kabilesinde görevlendirdi. Onu Arap, Acem, cin ve insanların tamamına gönderdi. Onun şeriatıyla -bu İslam şeriatı tarafından kabul olunan
kısımları hâriç- daha önceki tüm şeriatları yürürlükten kaldırdı. Allah, O'nu bütün
peygamberlerden üstün kılarak insanlığın efendisi yaptı.
Allah Teâlâ kendisinden başka mâbud olmadığına inanmaktan ibaret
bulunan imanın ancak 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' şehadetiyle kemâle erebileceğine hükmetmiştir. O; bütün insanları, peygamber olarak gönderdiği Hz.
Muhammed'in (s.a.v) gerek dünya ve gerekse de âhiret konusunda getirmiş olduğu
şeylerin hepsini tasdikle mecbur tutmuştur. Diğer taraftan Hz.
Muhammed'in (s.a.v) ölümden sonraki hayata dair söylediklerini kabul etmeyen
hiçbir kulun imanının kabul olunmayacağını da ilân etmiştir.
Nekir ve Münker'in Sualleri
Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi, Nekir ve Münker'in kabirdeki
sualleridir. Nekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektir. Bu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlar. Sonrada ona Tevhid ve
Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' derler. (Tirmizî, İbn Hibban) "Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır." (Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban) Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve ilk denemedir.
Kabir Azâbı haktır. İmanın kabul olunması için kabir azâbına da inanmak gerekir. (Buhârî, Müslim) Hem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap, adaletin tâ kendisidir.
Mizan: Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne
eşittir, Onunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılır. Bu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridir. Gramların bu kadar küçük olması, adaletin
tam tecelli etmesi içindir. İyilik sayfaları bir hasene şeklinde nûr kefesine
konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre
ağırlaşır. Günah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adâleti hükmünce bunlarla hafifleşir. (Beyhaki)
Sırat Köprüsü
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir
köprüdür. Allah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerinden kayarak cehennemin dibini boylayacaklardır. Yine Allah'ın fazlıyla mü'minlerin
ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr)
olan cennete varılır. (Buharî ve Müslim)
Kevser Havuzu
Sıratı geçen mü'minler, cennete girmezden önce Hz. Muhammed'in (s.a.v)
kevser havuzundan kana kana su içerler. Bu öyle bir içiştir ki, artık bir
daha susamazlar. Bu havuzun eni, bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdır. Kenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak
vardır. Havuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır. (Müslim)
Hesap
Mahlûkâtın hesabı, çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdır. Kimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebindir. Bu
bakımdan Allah Teâlâ, dilediği peygambere: 'Peygamberlik vazifeni yerine
getirdin mi?' ve dilediği kâfire de: 'Sen peygamberleri yalanladın mı? diye sual sorabilir. Fakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildir. Sualsiz cennete ya da cehenneme de gönderebilir. Sünnet'ten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi
tutar. (Beyhaki)
Şefaat
Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair mü'minlerin şefaatına inanmak gerekir. Şefaatçısı bulunmayan mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardır. Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır.
Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması
Tevhid ehlinin ceza gördükten sonra, ateşten çıkacağına iman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir
kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip
olması gerekir.(Buharî ve Müslim)
Sahabe-i Kiram Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir. Sahabe-i kirâmın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hz. Ebubekir (r.a), ondan sonra Hz. Ömer (r.a), sonra Hz. Osman (r.a) ve ondan sonra da Hz. Ali (r.a) olduğuna inanmak gerekir. (İbn Mâce)
Bu inançların hepsi hakkında hadisler vardır. Bütün bunlara inanıp
bağlanan bir kimse, hak ehlinden ve ehli sünnet cemaatinden olur; dalâlet ve
bid'at fırkalarından ayrılır. İlahî rahmetine sığınarak, Allah Teâlâ'dan bizlere ve bütün müslümanlara yakînin kemâlini ve elinde güzel sebat vermesini isteriz. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir.
Allah Teâlâ ilahî rahmetini sevgili peygamberi Muhammed Mustafa'ya
ve her seçtiği kuluna inzal buyursun. Amin!
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-V, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.291-297 Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992