Sultan Fatih ve Fetih

Yüce Rasülümüzün müjdesi olarak gerçekleşmiş, İstanbul'un Fethi'nin yıldönümünü her yıl aşk ve heyecanla yaşıyoruz. Bu büyük olayı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, Hicreti, Peygamber Efendimiziin konu ile ilgili müjdesini ve İslam Tarihi'ni çok iyi bilmek gereklidir.Güzel İstanbul'umuz Fetihten önce 22 kere kuşatılmış, bu kuşatmanın 11'i Müslümanlar, 11'i ise, diğer kavimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu büyük müjdeden 1453'e nasıl gelinmiştir? Önce bunu değerlendirmeye çalışalım:

İstanbul'un fethi, tarih yolu üstüne kabus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, yalnız Müslümanlar'a ve Türkler'e değil, bütün insanlığa yeniden açılmasıdır. İstanbul'un fethi büyük bir tarihî devrimdir.

"Cümle ehli âlemin mamûresin arzetseler Ehli fakrin hissesine mülki istigna düşer." - Avni
("Bütün el âlemin iler tutar nesi var ortaya konsa Mülksüzlerin payına düşen mülk: Kâinata metelik vermemektir." - Fatih Sultan Mehmet)

"İstanbul'un fethini sadece bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl önceki kafa ile düşünmek olur.İstanbul'un fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir. Din, eski savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak, savaşın nedeni değil, döğüşen ülkelerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dini gerekçeler kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih kavgalarını güden derin maddi kanunların yüzeydeki sembolik ifadelerinden ibarettir.Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul'un fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler. 

Mekke'den Medine'ye Hicret'i sırasında, tüm Medineli Müslümanlar Yüce Rasülümüze kucak açmışlar, bir yandan "Ay doğdu üzerimize Veda Tepesi'nden..." diye ilahiler okurken, bir yandan da, herbiri kendi evlerinde misafir etmek istemişlerdi. Peygamber Efendimiz de hiç kimseyi kırmamak için "devesinin çöktüğü yerde" misafir olmak istediğini belirtmişti. Devesi "Ebu Eyyub el-Ensarî" (Halid bin Zeyd) isimli fakir bir sahabenin evinin önünde çökmüş ve bu büyük sahabe, Efendimizi 7 ay evinde misafir etme şerefini elde etmişti.
Başta Ebu Eyyub el-Ensarî olmak üzere, Müslüman toplumlar Peygamber Efendimiz'in şu müjdesi ile heyecanlanmışlar ve bu müjdenin muhatabı olmak için harekete geç-mişlerdi: "İstanbul mutlak fethedilecektir. O'nu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir." Sahabe ve Müslümanların içine, şehirler dilberi "İstanbul sevdası" düşmesinin asıl sebebi işte bu müjdedir.İlk sefer, Hazreti Osman zamanında yapıldı. Hz. Osman, bir komutanı başkanlığında bir donanmayı Bizans'a gönderdi. Bu sefer ile, hem Bizans donanmasına büyük kayıplar verdirdi, hem de bu sefer İstanbul deniz yollarının Müslümanlara açılmasını sağladı.

İkinci sefer, 668'de Emevi Halifesi Muaviye zamanında gerçekleşti. Bu seferde, Peygamber Efendimiz'i misafir etme şerefini elde etmiş Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bulunuyordu. 96 yaşına rağmen Medine'den İstanbul üzerine sefere çıkmakta kararlıydı. Evlatları, torunları, hatta evlatlarının torunları bile vardı. Her biri: "Babacığım, dedeciğim! Sen gitme! Senin yerine biz sefere çıkalım." demelerine rağmen, O şunları söylüyordu:
- "Hayır! Ben Kur'an-ı Kerim'i okudum. Oradaki cihat ayetlerini ve Fetih Süresi'ni müteala ettim. Peygamber Efendimizin İstanbul hakkındaki müjdesine şahit oldum. Bu sefere mutlaka çıkacağım."
Emevîler, Abbasîler, Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi ve II. Murad'ın yaptığı seferler sonuçsuz kalmış ve sıra 22. ve son kuşatmaya gelmişti. Murat oğlu II. Mehmed'e...1451'de babasının ölümü üzerine Padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul'un Fethi'niprogramına alıyordu. Çünkü baştan beri Fetih ruhu ile yoğrulmuştu. Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplin içinde eğitiyordu.
Bizans'ın geçit vermez surlarını yıkabilecek, 1,5 kilometre uzağa fırlatılabilen 2 ton ağırlığında toplar döktürdü. Ayrıca "Havan topu"nu icad etti.
Bu sırada Bizans'ın durumu hiç de iç açıcı değildi. Halk ahlakî ve ekonomik çöküntüden bıkmış, Konstatin'in zulmünden yılmıştı. O kadar ki halk "Hristiyan külahı görmektense, Müslüman sarığı görmek daha iyidir." diyecek duruma gelmişti. Çünkü o dönemde Osmanlı "Adil bir dünya düzeni" kurmayı başarmış, dünyanın hayranlığını kazanmıştı.İstanbul'u fethetmekte kararlı olan II. Mehmet tarihin ilk ağır toplarını döktürdü.Karadan ve denizden kuşatılması gereken bu şehir için her türlü tedbiri aldı. "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni." diyordu. Ölümü göze alacak kadar kararlı alan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.Fatih, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri gemiden yürüttü.Hocası Akşemsettin Hazretlerinin izni ve duası ile kuşatmayı başlattı. 53 gün durmadan surlar doğuldu. Geçit vermez surlar delik-deşik oluyordu. Bütün tedbirlere rağmen İstanbul düşmüyordu. Son gece Fatih hocasının yanına geliyor:
- "Hocam, ne olur, artık himmet buyurun da İstanbul'u fethedelim." diye ağlıyordu.Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında "Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı "Talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. Gerçekten bu son hücuma surlar dayanmıyor, İstanbul Osmanlıya teslim oluyordu. Surlara Tevhid Bayrağı'nı dikme şerefi ise ulubatlı Hasan'ın... Genç ulubatlı, bir ok yağmuruna maruz kalmasına rağmen, azim ve kararlılığından hiç bir şey kaybetmiyor, bayrağı burçlara diktikten sonra şehitlik rütbesine yükseliyordu.

Ulubatlı bir sembol şahsiyetti. Fatih'in ordusunda, Ulubatlı Hasan misali Peygamber müjdesine ulaşmanın aşk ve iştiyakiyle yanıp tutuşan, Anadolu'nun binlerce bağrı yanık delikanlısı bulunuyordu. Her biri genç neslin ideal örneği olması gereken yiğitler...Fatih, önde hocası Akşemsettin Hazretleri olduğu halde, çoşkulu bir törenle İstanbul'a giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak tebrik ediyorlardı. Başka bir ülkenin tarihinde böyle göz yaşartıcı bir sahneye şahit olabilmek mümkün mü? Çünkü Bizanslılar, Osmanlı'nın zulmetmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu. Fatih, Bizanslıları dinlerinde serbest bıraktı ve mabedlerine dokunmadı."
Hikmet Kıvılcımlı
https://www.scribd.com/document/66304482/Fetih-Medeniyet

Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler.Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar.Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih SultanMehmed elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu.Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın.” diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu.İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan SultanMehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhib olmuştu.

Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları görenBizanslılar su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtanBizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddînİstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.
Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek,İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.

Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder.İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki CenevizlilerTürklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi.

Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler.İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu.

Mescid-i-Aksa Şiiri

Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde 
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu 
Varıp eşiğine alnını koydum 
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Gözlerim yollarda bekler dururum 
Nerde kardeşlerim diyordu bir ses 
İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin 
Unuttu mu bunu acaba herkes

Burak dolanırdı yörelerimde 
Mi’raca yol veren hız üssü idim 
Bellidir kutsallığım şehir ismimden 
Her yana nur saçan bir kürsü idim
Hani o günler ki binlerce mü’min 
Tek yürek halinde bana koşardı 
Hemşehrim nebi’ler yüzü hürmetine 
Cevaba erişen dualar vardı
Şimdi kimsecikler varmaz yanıma 
Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım 
Rüzgarlar silemez gözyaşlarımı 
Çöllerde kayıp bir yetim vâhayım
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde 
Götür müslümana selam diyordu 
Dayanamıyorum bu ayrılığa 
Kucaklasın beni İslâm diyordu
Mehmet Akif İnan

Anılar Defterinde Gül Yaprağı


Anılar Defterinde Gül Yaprağı
Gibi Unutuldum Kurudum
Başıma Düştü Sevda Ağı
Bir Başıma Tenhalarda Kahroldum.
Sen Kimbilir Rüzgarlı Eteklerinle Kimbilir
Hangi İklimdesin

Ben Sensiz Bu Sessizlikle
Deliler Gibiyim
Sensiz Bu Sessizlikle.

Ayrılıkla Başım Belada
Gözlerini Çevir Gözlerime

Yoksa Ben
Sensiz Bu Sessizlikle
Deli Gibiyim
Sensiz Bu Sensizlikle.
Cahit Zarifoğlu

Terci-i Bend Şiiri



Susarak anlattın bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak

Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı

İçimde bir düzen kaynaşmaktadır
Büyük ve çekingen bakışlarından

En iyi anlatış artık susmaktır
Anladım bunu ben seni bilince

Gel denize yaslan yalnız denize
Sırrını denizler taşır insanın

Zaman bir hızdır ve yıldızlar akan
Esneye günler ve gece üstünden

Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni

Gözlerin ne kadar İstanbul öyle
Sebiller uçuşur parmaklarında

Ortak günlerimiz tarih şöleni
Saçlarında sayfa sayfa güneşi

İçimde bir sergi var portrelerin
Hayalim her yerde kavrar gölgeni

Aşka ve tabiata ulaştır bizi
Gel kurtar bu şehrin gürültüsünden

Terletme nolursun bir eşya gibi
Ölümsüz bir hasret yaşarken bende

Vurulmuş geyiktir sensiz zamanlar
İçimin ormanı bir yangın yeri

Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni

Istırap varoluş şartımız oldu
Esef etme yazım karaymış diye

Bir yanım vahşidir ürkütür seni
Aykırı düşerim sulhçülüğüne

Bir gün deli gibi sarsarak seni
Göklerin yolunu sorabilirim

Başımı taşlara vurabilirim
Aklımdan çıkarsa anılarımız

Paramparçayım gel sen onar beni
Topla aynalardan eski gölgemi

Göçebe ömrümü bağla zamana
Dağılsın içimin karıncaları

Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni
Mehmet Akif İnan

Rahman Şiiri


Suyu temizliyor ayakların /gerçek mi gerçek/
savaş pilotu exupery'nin
parmaklarının suya dokunuşudur
çoğalan ibrahimlerle
bir gelecek vakit habercisi
yeniden çizdi kenti

- buruşmuş çocuk balonları
gibi kaldırıldı
kentin
putları
ve
eski fotoğrafları -

bir şölen
kelimelerde

inanınca duanın gücü artar
tutsaklık eridi
bir akımdır geçen yüreğimden
en uzaktaki bir müslümanın yüreğine

/varoluş sevmenin ekonomisi/
baktığın yerlerde gölge
rahman rahim
bir kutsal gölge

vakur dinç
bir devrimden
iyi anlarım
- benim işim
devrim yapmak

bir güzel geyik gibi
özü tarihin
anlamı yaşamanın -her savaşçının-
bir muştu büyütüyorum yüreğimde
bileklerimizin gücüne doğru işleyen
bir asya direnci
afrika siyah inci
en çok şimdi anlıyoruz ömer'i ali'yi hasan'ı ve osman'ı
/keskin nişancı
olarak
ilerliyoruz/

ey öbürsü günleri bekleyen çocuklar
- işçi asker
kutsal
/alınteri kitabımın ilk cümlesi/
burjuva ayağa kalk
güneyde kuzeyde doğuda batıda
yargılıyorum seni

şan soluyan şan alan genç yürekler
ey kardeşler
gören gözlere ortalık ışımıştır

Nuri Pakdil-1970

Yedi Güzel Adam

Türk edebiyatında önemli yeri olan Cahit Zarifoğlu'nun şiirinden esinlenerek ortaya çıkan şairler topluluğu; "Yedi Güzel Adam" olarak isimlendirilmiştir. Yedi Güzel Adam Cahit Zarifoğlu’nun soyutlamasıyla yazılmış bir büyük şiirdir. Bu şiirin merkezinde Cahit Zarifoğlu vardır. 
YEDİ GÜZEL ADAM
Bu insanlar dev midir 
Yatak görmemiş gövde midir 

bir yara açar boyunlarında 
Kolkola durup bağırdıklarında 

Yar kurbanın olam 
Dağlar önüme durmuş 
Ki dağlanam 

Çekip pırıl pırıl mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden 
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında 

Yedi adam biri 
bir gün bir kan gördü 
gereğini belledi 
yari asla koynuna 
Ayırmaz kanı yanından 

Cahit Zarifoğlu'nun 'Bu insanlar dev midir / yatak görmemiş gövde midir' mısralarıyla başlayan ünlü şiiri, nice edebiyatçının yetiştiği Maraş'ın Taş Mektep'inde vücut bulan bir dostluğu ve başlayan yol arkadaşlığını anlatıyordu. Edebiyatımıza damga vuran Yedi Güzel Adam'ın kim olduğunu açık açık yazmamıştır.  Cahit Zarifoğlu'nun kendisinden başka Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören neredeyse herkesin üstünde anlaşmaya vardığı isimlerdir. Diğer iki ismi üzerinde ihtilaflar vardır. Kimi Hasan Seyithanoğlu ve Ersin Nazif Gürdoğan olarak sayar kimi Nuri Pakdil ve Ali Kutlay'ı ekler, kimileri de Sezai Karakoç'un ismini telaffuz eder. Bu yazımızda kısaca hayat hikayelerini ve eserlerini anlattığımız Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Alaaddin Özdenören, Ali Kutlay ve Sezai Karakoç gibi büyük şair ve düşünce isimlerini "Yedi Güzel Adam" topluluğu altında sekiz büyük isim olarak zikredeceğiz.






Abdurrahman Cahit Zarifoğlu (1940-1987) 1940’da Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Öğrencilik yıllarında sırasıyla ilkokullarda öğretmen vekilliği, çeşitli gazete ve haftalık dergilerde musahhih ve teknik sekreterlik, bazı özel şirketlerde tercümanlık, muhasebe yardımcılığı yaptı. Goethe Enstitüsü’nün dil kurslarına katılmak üzere iki defa Almanya’ya gitti. Bu sırada belli başlı Avrupa ülkelerini ve kültürlerini tanıdı. 1975’de Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nda mütercim olarak çalışmaya başladı. Bir grup arkadaşıyla “Mavera” dergisinin kuruluşunda ve yayınında görev aldı. Zarifoğlu, kendisine özgü şiiriyle tanındı. Zarifoğlu’nda şairlik mizaç olarak belirir. Şiiri dıştan çok içe dönük bir anlatıma yönelir. İç ürpertileriyle, hayretle başlayan şiiri metafizik ürpertiyle bilgeliğe ulaşır. Hikâye, roman ve günlük türünde yazdığı kitaplarında şair duyarlığı egemendir. Çocuklar için yazdığı kitaplarda fantezi ile olağanüstü gerçekler dünyası ile hayaller dünyası iç içelik gösterir. En çok bilinen şiiri Acz'dır. 47 yıllık kısa hayatından geriye birçok şiir, hikaye, deneme, roman, günlük, tiyatro, çocuk şiirleri ve hikayeler bıraktı. Cahit Zarifoğlu, Zarifoğlu, Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can ve Adem Yaşar müstearlarını yazılarında kullandı.7 Haziran 1987'de İstanbul'da vefat etmiştir. 
Yayınlanmış eserleri: “İşaret Çocukları” (Şiirler, 1967), “Yedi Güzel Adam” (Şiirler, 1973), “İns” (Hikâyeler, 1974), “Menziller” (Şiirler, 1977), “Yaşamak” (Günlükler, 1980), “Serçekuş” (Uzun Hikâye, 1983), “Ağaçkakanlar” (Masal, 1983), “Katıraslan” (Masal, 1983), “Yürek Dede ile Padişah” (Masal, 1984, Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülü), “Savaş Ritimleri” (Roman, 1985), “Korku ve Yakarış” (Şiirler, 1986), “Bir Değirmendir Bu Dünya” (Denemeler, 1987), “Motorlu Kuş” (Masal, 1987), “Sütçü İmam” (Tiyatro, 1987), “Gülücük” (Şiir, 1989), “Ağaç Okul” (Şiir, 1990).

Mehmet Akif İnan (1940-2000) 12 Temmuz 1940 Şanlıurfa'da doğdu. Türk şair, yazar, araştırmacı, öğretmen.1952 yılında İlkokulu bitirdi. 1958'de Urfa Lisesi'nden Maraş Lisesi'ne sürgün gönderildi. Aynı yıl bir grup arkadaşıyla Derya Gazetesi'ni çıkardı. Bir yıl sonra Maraş Lisesi'nden mezun oldu ve ilk Konferansını Urfalı Şairler üzerine verdi. Aynı yıl içinde Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. İki sene sonra bıraktı. 1960 yılında Kahramanmaraş'ta Necip Fazıl Kısakürek ile tanıştı. 1962 yılında tekrar üniversiteye döndü ve 1972'de mezun oldu. Bu süre içinde 1962-1964 yılları arasında Hilal Müessese Müdürlüğü'nü yaptı. 23 Temmuz 1965 günü evlendi.1964-1969 yılları arasında Türk Ocağı'nda faaliyet gösterdi. 1969'de Nuri Pakdil ile birlikle Edebiyat Dergisi'ni kurdu. 1969-1972 arasında Türk Taşıt İşverenleri Sendikası'nda uzmanlık görevinde bulundu.İlk kitabı "Edebiyat ve Medeniyet Üzerine" yi 1972 yılında çıkardı. İlk şiir kitabını ise 1974 yılında Hicret adıyla çıkardı. Daha sonra 1976-1990 yılları arasında Mavera Dergisi'nde kurucu olarak yer aldı.1977-1980 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü'nde Türkçe Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bu dönemde eğitim Enstitüleri için Oktay Çağlar ile beraber "Yeni Türk Edebiyatını hazırladı. Daha sonra Ankara Fen Lisesi öğretmenliğine atandı. Vefatına kadar bu lisede öğretmenlik yaptı. 1985 yılında "Din ve Uygarlık" adlı denemeler kitabını çıkardı. 1991'de "Tenha Sözler"i yayınladı. 1993-2000 yıllarında Eğitim-Bir'i kurdu ve başkanlığını üstlendi. Aynı zamanda Memur-Sen Konfederasyonu başkanlığını yürüttü. 6 Ocak 2000 Şanlıurfa'da vefat etti. 
Eserleri: Hicret (1972), Tenha Sözler (1993) Deneme-İnceleme: Edebiyat ve Medeniyet Üzerine, Din ve Uygarlık, Yeni Türk Edebiyatı

Adil Erdem Bayazıt (1939-2008)1939’da Maraş’ta doğdu. İlkokul ve Lise öğrenimini burada tamamladı. Yüksek öğrenimine 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladı. Geçim zorluğu yüzünden 1961’de öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesine naklederek askere gitti. Askerlik dönüşü fakülte değiştirerek yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebıyatı Bölümünde tamamladı. Edebiyat öğretmenliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. İstanbul Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu sırasında genel sekreter olarak çalıştı. Daha sonra, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Dairesi Başkan Yardımcısı iken bu görevinden istifa suretiyle ayrılarak Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi. 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden Kahramanmaraş’tan milletvekili seçildi. TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. İslâmî ton bir “leit-motiv” halinde bütün şiirlerine yayılmıştır. Edebiyatta leitmotiv, özellikle roman sanatında sıkça kullanılan bir anlatım tekniği unsurudur. Özellikle romanın değişik bölümlerinde, çeşitli nedenlerle -vesilelerle- tekrarlanan ifade kalıbı leitmotiv olarak isimlendirilir. İlk şiir kitabı ''Sebeb Ey'' 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında yayımlandı. Son şiirleri ''Risaleler'' adı altında 1987'de Akabe Yayınlarından çıktı. Şiirleri ve yazıları Açı, Hamle, Çıkış, Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayımlanmıştır. Vermiş olduğu eserleri ile TBMM Başkanlık Divanı'nca “Üstün Onur Ödülü” verilmiştir.5 Temmüz 2008 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir.
Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Erdem Bayazıt'in yazıları, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır. Erdem Bayazıt, 5 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul´da vefat etti. Şiir ve yazıları Açı, Hamle, Çıkış, Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayınlandı. En bilinen şiiri "Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair."

Ali Kutlay (1940-2008) Ali Kutlay,1940 yılında Kahramanmaraş'ta doğmuştur. Öykü yazmaya 16 yaşında başladı ve 18 yaşında “Hayır, ben o sağlamlıkta cümle kurmayı başaracağıma aklım kesmedikçe elime bir daha öykü yazmak için kalem almayacağım.” diyerek öykü yazmayı bıraktı. O yaşta yazdığı öyküler bile kaliteliydi. Hukuk okumuştur. Hakkında daha fazla bilgi yoktur. Rasim Özdenören'i hikaye ve öykü yazmaya teşvik etmiştir. Rasim Özdenören, Ali Kutlay için şunları demiştir."Ali Kutlay, benim öykü yazmama vesile olan arkadaşımdı. Cahit Zarifoğlu, onun kardeşi Sait Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, bizden bir sınıf aşağıda Alaeddin Özdenören, onun sınıf arkadaşı ve Ali'nin kardeşi Ahmet Kutlay ve eli kalem tutan daha başka arkadaşlar o dönemde Allah'ın bir lütfu olarak bir arada bulunuyorduk. Ali'nin bir öykü yazdığını bana Erdem haber vermişti. Ben de ondan öyküsünü müsaade ederse okumak istediğimi söylemiştim. O da bana: "Sen de bir öykü yazmaya söz verirsen, öykümü okuturum" şartını öne sürerek öyküsünü okumak üzere bana vermişti. Söz verdiğim için ertesi gün ona bir öykü yazıp verdim, ancak verirken ben de aynı şartı ileri sürdüm: Ali yeni bir öykü yazmaya söz verirse kendi öykümü ona okutacaktım. Böylece Ali ile aramızda, aylarca devam eden bir öykü yazma teatisi başladı.Sağlam cümle kurardı. Öykü yazmaya 16 yaşında başladı 18'inde bıraktı. O yaşta yazdığı öyküler bile kaliteliydi. Sanıyorum hep kusursuz olmanın ardına düşmüştü. Bu yüzden zor beğenirdi. Örneğin benim yazdığım öykülerde kusurlar bulurdu. Bense onun yazdığını beğenirdim. Halen de aynı beğenimi muhafaza ediyorum. Onunsa, öykü yazmayı bıraktıktan sonra benim yazdıklarıma ilgi duymadığını biliyorum." (https://www.yenisafak.com/yazarlar/rasim-ozdenoren/muessif-bir-yitim-ali-kutlay-oldu-13730) 7 Kasım 2008'de İstanbul'da vefat etmiştir.

Rasim Özdenören (1940) 1940 yılında Maraş'ta doğmuş;Türk ,öykü ve deneme yazarıdır.İ.Ü. Hukuk Fakültesini ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak, Kültür Bakanlığında önce Bakanlık Müşaviri sonra müfettişlik görevlerinde bulunmuştur.1978'de memurluktan istifa etmiş fakat sonra tekrar memuriyete dönmüştür. "Çok Sesli Bir Ölüm" ve "Çözülme adlı hikâyeleri TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. Rasim Özdenören’in, Türk edebiyatında adını duyurmaya başladığı yıllarda varoluşçu yazarların etkisi daha fazla hissedilmiş,köy romancılığı yavaş yavaş etkisini yitirmiştir. Özdenören'in çocukluğu Anadolu’nun bir çok ilinde yaşayarak geçtiği için kendisine “ayrıntı avcısı” dedirtecekkadar güçlü bir tasvir yeteneğiyle,köy hikayelerini yazmayı sürdürmüştür..Hikâyelerinin kahramanları, çevremizde rahatlıkla görebileceğimiz, dokunabileceğimiz kişilerdir.Rasim Özdenören, gerek denemelerinde gerekse öykülerinde, meselenin anlatmak olduğunu ilk öykülerinden başlayarak kavramış bir yazardır. O, İslami kimliğiyle tanınan bir öykücüdür fakat öykülerinde hiç bir zaman, dönemindeki bir çok yazarda görüldüğü gibi, inandığı şeyleri okuyucusuna dayatmamış, vermek istediği mesajı öyküyü örselemeden, akışı ve yapıyı bozmadan anlatmayı bilmiştir. Anlatırken de ustaca, yer yer şiirsel bir dille yazmıştır.Özdenören, kendisi hakkında çok sayıda tez, özel sayı ve kitap hazırlanmış seçkin bir öykü ve deneme yazarıdır. Öykü yazmaya 1957'de Varlık dergisinde yayımlanan Akarsu adlı öyküsüyle başlamıştır. Hastalar ve Işıklar adlı ilk öykü kitabı 1967'de yayımlandı. Öykü, roman ve deneme kitapları olan usta yazarın 30'un üzerinde kitabı bulunmaktadır. Rasim Özdenören 
Eserleri: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Kafa Karıştıran Kelimeler Müslümanca Yaşamak Yaşadığımız Günler Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı Çarpılmışlar, Çözülme Çok Sesli Bir Ölüm Gül Yetiştiren Adam Hastalar ve Işıklar Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti Ruhun Malzemeleri Ben ve Hayat ve Ölüm Yeniden İnanmak Denize Açılan Kapı Red Yazıları Acemi Yolcu İpin Ucu Çapraz İlişkiler Kent İlişkileri Kuyu Edebiyat ve Hayat Yüzler Köpekçe Düşünceler Düşünsel Duruş Toz Aşkın Diyalektiği Eşikte Duran İnsan Yazı, İmge ve Gerçeklik Ansızın Yola Çıkmak Hışırtı İki Dünya İmkânsız Öyküler Siyasal İstiareler Açık Mektuplar


Alaeddin Özdenören (1940-2003) Rasim Özdenören'in ikiz kardeşi olarak 1940 yılında Maraş'ta doğmuştur. Öğrenimine Kahramanmaraş'ta başlayan Özdenören, babasının memuriyeti nedeniyle öğrenimini Malatya, Tunceli ve İstanbul gibi ayrı şehirlerde tamamlamıştır. 1966 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde öğretmen olarak görev yaptıktan sonra atandığı Kültür Bakanlığı Müşavirliğinden 1991 yılında emekli olmuş ve 1997 yılında Balıkesir'e yerleşmiştir.Hamle dergisi ile mahalli gazeteler için hazırladıkları edebiyat sayfalarında edebiyata başlayan Alâeddin Özdenören'in edebiyat hayatı, Necip Fazıl’la Büyük Doğu’da, Sezai Karakoç’la Diriliş’te, Nuri Pakdil’le Edebiyat’ta, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan’la, kendisinin de kurucuları arasında yer aldığı Mavera’da devam etmiş, son yazılarını ise Yedi İklim ve Hece için yazmıştır. Şair, kimi zaman kendi adıyla, kimi zaman da Bilal Davut müstearıyla Yeni Devir, Milli Gazete, Zaman, Tutanak ve Sağduyu gazetelerinde de fikrî ve kültürel yazılar kaleme almıştır. 26 Haziran 2003'te Balıkesir'de vefat etmiştir. Şairin cenazesi Balıkesir Başçeşme Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Eserleri: Güneş Donanması (1974)(Şiir) İnsan ve İslâm (1982)(Deneme) Batılılaşma Üzerine (1983)(Deneme) Devlet ve İnsan (1986)(Deneme) Yakın Çağ Batı Dünyası ve Türkiye'ye Yansımaları (1986)(Deneme) Yalnızlık Gide Gide (1996)(Şiir) Şiirin Geçitleri (1996)(İnceleme) Şiirler, 1975-1999 (1999)(Şiir) Unutulmuşluklar (1999)(Hatıra) Bütün Şiirler (2002) (Şiir) Açılı/yorum (2004)(Deneme)

Nuri Pakdil (1934-2019) 1934 Maraş doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. İlk çalışmalarını, şiir ve deneme türlerinde Maraş'ta, Demokrasiye Hizmet gazetesinde yayımladı. Lisedeyken Hamle adında bir dergi çıkardı (1954/55). İstanbul'da bir haftalık dergide sanat sayfaları düzenledi (1964). Edebiyat dergisini (Şubat 1969) ve Edebiyat Dergisi Yayınları'nı (1972) kurdu. Nuri Pakdil'in ve Edebiyat Dergisi Yayınları'nın ilk kitabı Batı Notları'dır. Edebiyat Dergisi, kimi aralıklarla uzun yıllar sürdürdüğü yayınına, Aralık 1984'te ara verdi. Edebiyat Dergisi Yayınları, 1972-1984 yılları arasında, 18'i Nuri Pakdil imzasını taşıyan, 45 kitap yayımladı. Nuri Pakdil, 28 Şubat 1997 tarihinde Edebiyat Dergisi Yayınları'ndan yeniden kitap yayımlamaya başladı. Oyun, çeviri, deneme, gezi-izlenim ve şiir kitapları bulunmaktadır. Nuri Pakdil Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü. Kasım 2014'te Necip Fazıl Saygı Ödülü'nün ilkini aldı. Nuri Pakdil, hiç evlenmemiştir.18 Ekim 2019 tarihinde Ankara'da vefat etmiştir.
Nuri Pakdil’in Eserleri Şiir: Anneler ve Kudüsler Sükût Sûretinde, Şubat 1997 Ahid Kulesi, Haziran 1997 Osmanlı Simitçiler Kasîdesi, Temmuz 1999. Deneme: Biat II, Ocak 1977 Bağlanma, Şubat 1979 Bir Yazarın Notları II, Aralık 1980 Biat III, Nisan 1981 Bir Yazarın Notları III, Mayıs 1981 Kasırganın Çatırtıları / Guillevic, Şiir/Çeviri, Mayıs 1981 Bir Yazarın Notları IV, Eylül 1982 Edebiyat Kulesi, Şubat 1984 Derviş Hüneri, Mart 1997 Arap Saati, Mayıs 1997 Klas Duruş, Ekim 1997 Kalem Kalesi, Ekim 1998 Bir Yazarın Notları I, Mart 1999 Otel Gören Defterler 1: Çarpışan Sesler, Aralık 1999 Otel Gören Defterler 2: Yazının Epik Resmi Çekildiği Sırada, Mayıs 2000 Otel Gören Defterler 3: Büyük Sorgu, Kasım 2001 Otel Gören Defterler 4: Simsiyah, Nisan 2002 Otel Gören Defterler 5: Ateş Hattında Harf Müfrezeleri, Ocak 2003 Otel Gören Defterler 6: Yazmak Bir Mûcize, Haziran 2005. Tiyatro: Put Yapımevleri, Nisan 1980 Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş, Haziran 1982 Umut, Haziran 1997 Korku, Ağustos 1997 Gezi: Batı Notları, Mart 1997. Çeviri: Harikalar Tablosu / Prevert, Oyun/Çeviri, Temmuz 1974 Ay Operası / Prevert, Şiir/Çeviri, Nisan 1975 Arap Şiiri (Güldeste) I, Şiir/Çeviri, Haziran 1998 Arap Şiiri (Güldeste) II, Şiir/Çeviri, Haziran 1998.

Sezai Karakoç (1933-2021) 22 Ocak 1933 yılında Diyarbakır'ın ergani ilçesinde doğmuştur. Şair, yazar, düşünür, siyasetçi.Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç, ilkokulu 1944'de Ergani’de bitirdi. Daha sonra Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt oldu. 1947'de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başladı. Gaziantep Lisesi'nden 1950’de mezun oldu.Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı.İstanbul'da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi'ni kurdu. 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” Amblemiyle Diriliş Partisi'ni kurdu.Karakoç'un şiirimizde son derece özgün bir yeri vardır.Onun şiiri metafizik bir şiirdir.Türk şiiri geleneksel yapısı itibariyle aslında metafizik bir şiirdir.Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili farklıdır.O,modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İbsen (1828-1906)'in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt'ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder: 1)Şair, Kendisi Olmalı: "Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır." 2) Şair, Kendine Yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli." 3) Şair, Kendinden Memnun Olmalı: "Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. "Beni andırıyor, ah, beni o" demeli." Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir. Edebi ve düşünce hayatını diriliş nesli olarak tanımladığı gençliğin yetişmesine adayan Sezai Karakoç'un şiirleri Büyük Doğu, Hisar (1951-54), Mülkiye (1952-53), İstanbul (1953-57) Şiir Sanatı (1955), Hamle (1955), Pazar Postası (1957-58), Türk Yurdu (1959), Hür Söz (1961), Soyut (1965), Hilâl (1965) ve Diriliş (1960-92) dergilerinde yayımlanmıştır. Usta kalemin "Mona Roza” şiiri 1950'li yılların başlarında büyük ilgi görürken, ikinci şiiri "Rüzgâr" Hisar (Şubat 1951) dergisinde çıkmıştır. Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. 
Sezai Karakoç'un Sözlerinden Bazıları: 
"Seni öldürmeye gelen, sende hayat bulsun. 
Anne ölünce çocuk bahçenin en yalnız köşesinde elinde bir siyah çubuk ağzında küçük bir leke. 
Baharı yaz uğruna tükettik ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna derken ömrü tükettik bir hiç uğruna. 
İnancın yarısı utançtır. Her şeyi tam olsa da, utancını yitirmiş bir medeniyet, sağlıksızdır.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu ona açtığı ölçüde insandır. 
Herkes gibi olmak, olmayacak bir şey. Herkes gibi olmak, olmamak gibi bir şey.
Göz seni görmeli ağız seni söylemeli, bütün deniz kıyılarında seni beklemeli.
Senden ümidi kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.
Geceye yenilmeyen her kişiye, ödül olarak bir sabah ve bir gündüz, bir güneş vardır. 
Yol uzun, uzak. Kalbimizden başka pusula da yok gövdemizin cebinde.
Bütün şiirlerde söylediğim sensin... Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin."

Yok Gibi Yaşamak


Boğuk bir bakışın oluyor senin
Bir girdap derinliğinde kayboluyor gibiyim
Yok gibi yaşamak bu kalkıp kurtulmak gibi kalabalıktan
Durma bana türkü söyle Anadolu olsun
Susuz dudak gibi çatlak olsun
Karanfil gibi olsun kara çiçek gibi solgun yüzün
Durmadan akıyor kalbim ayaklarına bana karanlık bakma
Ağlıyorum bir karanlık karayel saçlarına
Çekme ülkemden nar yangını gözlerini
Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni
Arıyorum arıyorum o ilk çağ ırmaklarında sedef ellerini

Susmam seni ürkütmesin içimde çağlar var bilmelisin
Katı bir yalnızlık bu bilmelisin
Kaçmam kendimi bulmam ben senden yoksunum iyi bilmelisin.

Şu yalnızlık çıkmazında önümde niye sen varsın
Niye herşey bir anda kayıyor sen kayıyorsun
Kalbim niçin bu kadar yabancı sen niye yoksun
Bir sam yüklü geceleri içimden atamıyorum
Niye bunları bir anda unutamıyorum

Hadi tut elimden gök gibi ölü kadar yalnızım.
Erdem Bayazı

Birazdan Gün Doğacak

Nuri Pakdil'e

Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı
Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın
Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam başak
Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana
O inanmışlar çağının.

Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger.

Gün doğar rüzgar eser bulut dolanır
Rahmet şarkısı söyler yağmurlar
Alnınız en soylu isyandır demir külçelere
Gürültü susar ses donar sevgi tohumu patlar
Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde.

Ey bizim sabır yüklü toprağımızın kutsal ağacı
Sen bize hayatsın umutsun mezarlar kadar derin
Bizi tutan bir şey varsa dirilten o sensin
Üzerinde uyuduğumuz yavru kuşların tüy renkli sıcaklığı.
Ey damarlarımızda donan buz yüzlü heykeller beldesinden
Yıkıntılar sonrası sığındığım şefkat anası
Ey dağları yerinden oynatan ses ey mermeri toz eden rüzgar
Ey alemi donatan ışık toprağa can veren el.

Gün olur toprak uyanır uyanır böcekler
Sarı bozkır titrer çıplak dağlar yeşerir gök yıkanır kirli
dumanlardan
Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler
Yemyeşil bir rüzgar eser yıldızlar arasından.

Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu.

Erdem Bayazıt-1966

Yedi Güzel Adam Şiiri

....Cahit Zarifoğlu
I
Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir
bir yara açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında
            - Yar kubanın olam
              Dağlar önüme durmuş
              Ki dağlanam
Çekip pırıl pırıl mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında
1.
Yedi adam biri bir gün
            bir kan gördü
            gereğini belledi
            yari asla koynuna
Ayırmaz kanı yanından
Beyaz haberlerim var kardeşlerim
            - Bir güzel ince gelin
              Kabartır göğsünü toz duman içinde
              gelinliği durur çıkartıp bıraktığı yerde
              İçerlerden bir taşlı tarladan
              Kaynayan nehrin gözünde
              unutmuş gelin alınlığını
              Avuçları sıcacık yumulu bedenine dayalı
              Kalın bilekli badem topuklu
              Seyirtir o ince gelin
              g r e v l i'lere şifalar götürmek için
Beyaz haberlerim var kardeşlerim
            - Gölgesiz meydanlara
              aklı yağmalayanlar arasından
              yayılırsa karanlık fısıltılar
              ya da güzel dışlı yapay çiçekleri
              Muhtemel bir genç kızın
              Başına atılırsa
yedi adamdan biri
Bir gün bir kan göreni
Kabukları soyulmuş
Taze devrilmiş bir ağaç gibi
Çeker çıkarır kendi kadınlarından
Fırlar yataklarından tatlı uykudan
Çıplak yalın ve güzel adaleli
O er alarak
Seyirtir danseder gibi
- Önce sağlam olmalı arkam
O ince gelin
Berilir hemen ardında erin
1000 yıl durmadan en atmış bir çınar gibi
G i d i y o r dansöz gibi
Yere ve göğe açık avucunda o kan
            O işlem onda güvercin ve sevap
            Onlarda en ağrımalı yara
Ve yollanıyor o güvercin onlara
Güvercin değişiyor gittikçe ondan
Güvercin değişiyor vardıkça onlara
+ ve aman ne uzun sürüyor bir düşman öldürmek +
Yedi adam artık bir kan göreni
Varıyor dengede
Kuğu gibi sarkıyor onlara
            akıyor onlara
            şiirler söylüyor ve mısralarında
            işlek çelik kümeleri
            ve kalkıyor her bir ulaşmasında
            iki yanında sülüs ve vav gibi
            bir vuruşta öldüren elleri
           -Karanfil serpercesine
            Bir kez daha vurdum ya Allah diye açtığım yaralara
           -Güzelin düşmanı güzel olur
            güzelin yari güzel  olur
O varıyor tüm meydanlara
Kanı okşayarak ve kabartarak
            Kanı okşa ve kabart
            Ve sonra sabah kahvaltısında
            İçinden geçirmekle varsın sofrana
Çocuklarımızın ellerinde büyüyen gagalı şeylerin
Tanrının buyruğu ile ortaya çıkarttığı
Gürbüz bir yumurta


II.
Yedi adam biri bir gün
            bir aşk gördü
            gereğini belledi
            ölüm girse koynuna
Ayırmaz aşkı yanından
Beyaz haberlerim oluşuyor kardeşlerim
Daha ne kadar saklanabilirdik seninle:
Yaylalardan nasıl geçtik
Çobanlara yetişemedik ama uzaktan
zahmetsiz ve hiç kimseye değil gibi konuşan ağızlardan
Ne bilge sözler dinledik
Sığındığımız
Ve içinde saçlarımız göle girmiş gibi ıslanan
O dev O kabul eden O izin veren mağaralar
Yine açık yine buyur'lu
çekildi üstümüzden. - Çalıların
Bilen duruşlarıyla karşılaşırdık  koşuşurken gizlilere
Güneşi tez gördük dağlarda
Ormanın ay çiçeği gibi uyanan hayvanlarıyla
İlk iş gövdemizin acıktığını anlamak  oldu
Gittik kokladık ekmeğimizi tarlalarda
O gün gezdim seni elllerimle
Söyledin: Geniş vuruyor yüreğin
Ülkeye tez giden ayaklarımla varıyorum
Kanım temizliği seven bir kola atılıyor durmadan
Yıkanmış güneşte yeni kurumuş çarşaflar gibi
Serin ve ürpertici gövden
Yaklaşmaktasın ve / çok yakınıma taşıdığım / güller
Sana canı gönülden aşık oldum meleğim
Kollarına gümüş bilezikler düşündüm
Dostlar buldukça onlara
Kalın kaşlarını övdüm
Güzeldin
Gövden gerilmiş devinmekteydi
Bir tobloda gibi her bakmaya değişen
Karanlık anlamlardan arınan yüzünle
Hakkı verilmiş
Zehirleri alınmış kazanlarda
Demirle birlikte çeliğe koşmaktaydın
Ve döllenmekteydin mengenelerle kucaklanarak
İşçi eğilir bükülür ve doğrulur
Köylü bükülür doğrulur eğilirken
İnsan iyi maden kuyumcuda
Güzeldin / Gövden
Yeni bir iklim gibi yayılmaktaydı karalara
Ağaçlar,kırlardaki hayvanlar kasabadaki insanlarca
İşte davetliydin
Acıktık bıçaklarına kanımızı gütmekteymişin gibi
Gelip acı sözlerin için
Bir çekmece koydun yaralarımıza
Ve ellerin uçuşan yapraklar gibi
Brden
Nasıl yalnız olduğumu anladım
Kimseler yoktu ikimizden başka birbirine bakan
Susuyor sessizce
Aşkla ilerliyorum
Milletim bileniyorum
Devirmeye
Devirmeye safrası beynimi üleşen
Elleri karımın üstünde birleşenleri
Bundan böyle yekinmeye hevesli yüreğim
/ sanatsever halkımıza duyrulur /
Aklım eski izlerde şimdi
İz demek
Bir geniş
Bir kendine dönük bir en ileriye
Yol demek
Usulca kalkıp gidene: Dur
Ki çevrileceksin
Toydun cesurdun
Gençtin atıldıın
Bilmezdin atıldın
Kabuğu oydun oydun
Kabukta kaldın
Sis iner örter mermeri
ağacı binayı
Sis kalkar kalkmaz
Gürünür  mermer
Ağaç ve dev
Bu adamlar dev midir
Yatak özlemez gövde midir
Gül açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında
Bomba düşmüş gibi deprenir toprak
Konuştuklarında
                  - Yar kurbanın olam
                    dola yaşmağını bileğime
                    Ki düşmanı güzel vuram
Çekip mavzerler çıkardılar oyluk etlerinde
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında


III
Yedi adam biri bir gün
                bir yar gördü
                gereğini belledi
                yari asla koynuna
Ayırmaz yari yanından
Alev gerekli kentliye
Bu ısıtma devleri kentte
                    bir an önce inmeli oğlum
bütün gün badem çırptım
üzümün tehini armudun çürüğünü ayıkladım
uykuya geç vardım
yatağın içine elimi daha yeni koydum
rahatıma doymadım ama../
ÜMMETİ GÖZETMEM GEREKLİ
Ben seni beyaz haber ustası
Olasın DİYE boğmadım - DOĞURDUM
Beyaz haberlerim için hazır olun kardeşlerim
Anam su döküyor ellerime
Bedenim hızla kaçıyor
Gözlerime toprak atan uykudan
Suyu çarptıkça yüzüme ve gözlerim yalnız
Yanıyorlar
Yemi torbanın dibine gelince beygir
İri saman saplarının arasından
İri etli dudaklarına
Küçük zor bulunan arpaları topluyor
Bir parça daha yükselen
bir parça küçülen
Bir parça daha uzak duran yıldız
Beygir ve yanında duran semeri
Evin gerisinde yığınla odun - badem dalları
Ve kuru alıç kökleri
Ve ben o zaman bilmezdim halka
Ateş gerektiğini
Çalışır gün boyu kuru ağaçları devirir
Badem çırpar budardım yaban çalıları
Gün tepeme değsin öğleye durayım
Gün tepene değsin öğleye durasın
Kökleri hem derinleri hem sığları sarmış
Durmaksızın nimet devşiren
Ceviz ağacının altında.-
Öğleye durmayı
Hiç düşündüm mü ağaç neden hayvan değil:
Çünkü kan'dır hayvan
Damardır ağaç
O ceviz ağacının altında
Dallarına ve köklerine
Bir öz su damarı gibi bağlanarak
Onlar ve ağaçlar
Toprak ve kalbinden doyurduğu hayvanlar
İşitmişler bakın onlarla
Onlar ve yapraklar
geniş bir ağızla üfürülüyormuş gibi kımıldamaya başladılar
Onlar ve tüfeğimi doğrulttuğum kuşlar
Şimdi öldürme vaktim değil
Baaşıma omuzlarıma konun
Dudaklarımdan ve kalbimden dinleyin
/ İşte bakın ekmek böyle tutulur /
Öğleye durarak bağlıyorum bu tepeleri
O tepelere
Eğlenme doğada - kentte bu gece ışıklar yanmadı
Damlardan
Çorba dumanı yükselmemekte
Yufka ekmeği
Toprak ve ağaç kokulu ellerimle
/ İşte bakın ekmek böyle tutulur /
Şu en artist
Ve lokmayı taşıyan parmakların ucunda
Pıt pıt bir damar gibi atan
Yemin ve billah
Sıcak bulgur aşının kalbidir
Dedim çünkü kalk
Yoksa sütüm helal olamaz
Düşündüm sol kolları kesik insanların
Ne denli mahir  olduklarını sağ kollarında
Beyaz haberlerim için toplanın kardeşlerim
- Adım Mustafa ve Niyazi ve Abdurrahman
Kafkas yaylalarında çadırlarımın
Sürülerimin ocak taşlarımın
İzleri vardır / doğup yürümeye başlayınca
Çıplak basmıştım toprağa /
Yine de ana'vazım duymasam hiç uyanmam
Bedenim öylesine yorgun babam öylesine ölü
Ölü gibi kımıldamıyor dedem
Sini belli kendi belli değil
Ne bir hak torunlarında ne yaşayan bir arzusu
Ellerim yumruk dizlerimin arasında(tam üç yüz yıl)
Etim etimin sızısını alsın diye
Kalk çünkü sabah yıldızı
Bir mızrak boyu yükseldi
+ iri ve zeki
uçları nemli bir göz gibi +




IV
Yedi adam biri bir gün
            bir bela gördü
            gereğini belledi
Yalvarsa evleri harap kadınlar
            ve ağlayan bir kaç çocuk
Kamalar salınsa karnına
            ayrılmaz belalı yanından
Haberime kulak asmayıp -  Duymadık
Demeyesiniz kardeşlerim
Ülkem bugün
Yariyle buluşmuş gizlilerde
Tepeden tırnağa yeni yıkanmış
Ve örtüler içinde
Göz kapakları kale kapıları
Gibi örtülü
Yassı gözlü kabarık alınlı
Kalbine ve beline zengin
Düzgün bedenli bol saçlı erkekler gibi
Ülkem
Tepeden eteğe yıkanmak için
Aşıdan sonra paklanan
Ovalara yayılmış kadınlar
Evi uçsuz bir yol gibi bekleyen
Yavruya verilecek süt gibi
En sıcak yerinde bekleten
O kadınlar gibi ülkem
- Yürürüm bayırlarda
Gücüm ne merkezde tartmak için
Kulak verir
Dinlerim ağacı
Geçerken beton döşeli apartman kaykılı toprakta
Sesim nasıl etkili yoklamak için
Durdurur sorarım kentliyi
Ne haber böyle :
Nereye :
Bela üreten elim
Nasıl davranır belalar içinde
Sınamak için
Uzanır okşarım saçlarını ey yarim
Bakarım aşık ve hoyrat ellerime
Bir gün sapsarı kesildim
Öyle bir tabiat vardı ki gövdemde
İnsanları görmezdim bile yanımdan
Bir hava bulutu gibi geçerlerdi
İçimden
Gidip dağlara
Kafa tutmak gelirdi
Bir gün ben
İri ve kaslı gövdem
Sapsarı kesildim
Hali harap bir dev çıktı önüme
Gözlerini öyle açtı ki yüzüme ve ağlamış
Sonra söyleştik
Bu bir nöbet devriydi kardeşlerim
Bizimle aşkta olanların
Eline su döksünler
Çadırlarının önüne o küçücük
kilimleri sersinler



V
Yedi güzel adam
Biri bir gün bir dağ gördü
Gereğini belledi.
Ki o dağ
Ağaçsız ve yalnız
Gökle alıp veriyordu.
Rüzgarla ürperir gibi olurdu
Beygirin derisi nasıl ürperirse boydan boya
Dokununca.
Yılanla akreple kertenkele
Tavşan keklik kurtla
Onlarla
Hayvanlarla kımıldanırdıı
Dağ bu
Serpilmiş atılmış yer kapmış
başa  kuruluş.Böbürlenmeden iri kendiliğinden koca
Dağ bu
Devir. söz gelsin. kervan devri
Eteğinde ipek yolu zencefil yolu
Kara ve beyaz yolu zenci. Develer
İçerek karınlarından tüylerinden geçirerek
Dağı yiyerek. söz gelsin. beslenirlerdi
Dağ bu
Devir kuş devri
Geçerdi  kartal
İşte o kartal
Renksiz ısıvermeden
Ürkmeden ürkütmeden
Kendinden geçerek süzülür
Dikine batar dikine çıkar
Coştumu
Vurur kendini dağa - ölürdü parçalanarak
Dağ bu
Devir  aslan devri
Yer yer toplaşarak
erkekli dişili
Sık sık oynaşarak
Devir insan devri
Geçti geçti
İnsan geçti
Et geçti kan geçti
Göz geçti
Gelenler
Yeni gelen yeniden sonradan gelen
Geçti geçti
Dağ bu
Yılanla kımıldanırdı
Yılanla kımıldanırdı
Yedi güzel adamdan biri
Bir gün bir dağ  göreni
Durdu sevmeden bilmeden devinirken
Durdu durdu seyreyledi
Sordu :
dağ nicesin
günde mi gecede misin
geçmişte şimdide
yoksa gelecek bir  düşte misiin
Dağ serpildi
Atıldı yeniden yer tuttu
İlk kez yılanla kıpırdanmadı
Gözü görür görmez
Dağa göçtü güzel adam
Eteğinden yukarıya üç gün
Yürüdü.Bir yılda dolandı
Çevresini.Eğlenerek kayalarda geceleri
Yürüdü günde ve bir kuş gibi
Görerek de
Durmadan dolandı dağın çevresini
Artık dağ yılanla kımmıldamadı
Kımıldardı onunla
Hırçındı adam hep hırsla
Yaralıymışca inlerdi
Yüzü durgun gözler duru berrak
Hırslanırdı ayağıyla - avuçlarından ter akar
Omuzlarını burardı
Ola ki anlatsa dağ
Der hırçındı adam ince bilekli
Azgıın topuklu
İnce uzun parmaklı karınsız
Karşı koyan omuzlu
Yerken güzel yer doymadan kalkar
Oturarak ve hayvanlardan bile
Gizlenerek işerdi
Adam hırçındı - saçları uysal akardı
Rüzgarla kardı
Esinti olmadan zaten akmaktaydı
Uzun boylu değildi
Ama kendinden uzunu yoktu - yalnızdı
Geçince önünden
mağaralardan kuş tavşan kurt yavrusu
Dağa vururlardı
Serçe tohum düşürürdü ağzından
Tavşan yeşerince onu
Yerdi kökünden
Ot üremedi
Ağaç üremedi
Dağ ağaçsız ve yalnızca
Gökle alıp veriyorrdu
Adam küçük bir kaya düzlüğünde
Toprakta mağra içinde mağara kapısında
Kaynak başında kuru yamaçta
Dururdu
Eğilip alnını
Yaydıkça yere iki elinin arasına
Göğsü çatırdayarak eğilir
Parçalanarak doğruldukça
Dağ cezbelenir
En yüksek zirvesini kayalı alnını
Yamaçlar yamaçlara yayılan yüzünü
Adam eğilip koydukça yüzünü toprağa
Eğilip koyacak yer arardı
Dağ cezbelenince
Doğrulup eğildikce
Ovaya bir anda
Kentler serilir
Yollar fabrika çevrekleri bentler
Yedi adamdan biri
Bir gün bir dağ göreni
Yeni bir soluk çekti  içine
Deeğişti aynı kalarak
İndi kente
Dağıyla
Esen başı
Serin başı geniş kollarıyla
Gözleri yüzünü kaplıyacak gibi büyüyerek
Ve şakaklarında
Avuçlarının arasında güçlükle tuttuğu
Bir şey duruyordu
Yedi adamdan bir dağ göreni
Buyruğu dağa diyeni
Dağdann buyrukla  kente ineni
Suları yürüyerek geçeni
Çekip mavzerini çıkardı oyluk etinden
Durdu yarin kapısında

VI
Yedi güzel adam
    biri bir gün
    bir sofra gördü
    gereğini belledi
Sağdan soldan
    hoşça davetler gül kuyusu etler
    mevkiler
    sözümona kadın
            entrika
            tehdit
    teklif pof pof
            kazanç
            savaş
    tümü ölüm işaretleri
O ayrılmaz sofrasından.
Yedi güzel adamdan biri
Bir gün bir sofra göreni
Diğer kardeşleri gibi
    tanrı adıyla başlansın cömertliğe
    misillu
    bir sözle
    nalbantyani bıyıklarını çekerek
    çöker
Mavi bir yemekle başlardı
                bir kaçış
    belleğime vur benim
    az'ı vur debelensin
    bir at ansanblesini
    şaha kalkmışlığın psikodinamiğinden vurarak
çocuk avuçlarında tablolar
yalın kılıç ve ünleme isteği
    ile
    soy bir yanımı
    uzat mahzenlerdeki ses bloklarının içine
    hoyratken
    ellerim birer oymak bir göçebelik
        kız kazımağı
        daha bayıltıcısı olmadı iliklerimde
    Ha ben ha varlık göçmeni kalbimin şuuru
        ağaçları dereye fırlatıtırır yamaca
        bilinçle ürküp
        evciliklerden
Gün - gün Gün - gün
Yar bu obada
                evinde
                bir laleler içinde
    döşeğine ve uşkusuna
    binilişine ve ekmeğine rahat
    ulu önder mübareki
tasasız ve yavrusundan emin
    iken
Yedi adam her biri
obalarda
    bal kutusu kayalarağzında
toprağın
    al suyu al tohumu
    ya hak
    insana doğru
kıvrımları kokuları
yükselir uçuşurken
herbiri bir bezirgan oku
bir kervan koruyanı
Her biri
bir yedi güzel adam bahadırı
beyi ya kılıççısı
    olarak dolanırlar iken
obalarda
kentlerde
bahçelerde
evağızlarında
    Bir gün bir sofra gören yiğit
    bir kadın dövdü
    elini bin tövbeyle yıkadı
    Senin adınla başlarım ekmeğe
    Senin izninle varsak yarenliğe
    Dostluk olup yardan dostluk görerek
    Göçer sözümüz dörtbaşlı ejdere
Bir gün bir sofra gören yiğit
Bir günah sevdi
Belini bin tövbeyle yıkadı
    Senin adınla...
    Senin izinle...
    Dostluk olup...
    Geçer sözümüz...
Gün - gün Gün - gün
Onlar o oada bu obada
Kan dolaşımı soluk hızlanışı safalarında
    yavaşlayıp duran tunç kaplar
    parmak uçlarında bakır oyukları
    aşk var
    ak bir mermer damarı yarıldı
    toprağın derininde
    üstünde
    kızını ve oğlunu avutuyordu
Tayları deli dolu genç yalaz
Engin otluklarda
Bir milyar koyun keçi manda mecik
Uzaklaşıp sırlı başlardan
    başıboş ve görevsiz
Çepeçevre sohbete oturmuş gibi
Dana irisi köpeklere
    doğru
    kuşku duymadan yaklaşarak
    azgın dişleyicilerin önünden
    bilmecesiz
    bir köylü kalabalığı tavrıyla
    geçerek
Sevgili anneciğim
Kemiğim
Uyanınca dağın bayrağını açarlar: ova
Güneş yine aynı eğriden görünür
ve sofralar binlerce
    esenlik dolu kızlarla serilir
    - ne de kuşlar sabırsızlanır -
    Çocuklar
    Anne
Ve peşlerinde
    Uykunun ve yatağın çiçekleriyle
    Süzülüp gelen yaşlılar
Sofranın eteklerinde
Çok oldu renk yollarını
Çatı kirişlerini
Değirmenin taşlarını
Onaran kişiler
Bileklerinde beylikleri
Sular geçirip ağızlarından
Seyirttiler
Onun sabah sofrasına
Sevgili dostum
etim
CAHİT ZARİFOĞLU