Endülüsten Avrupa'ya Hazin Sesleniş

Emevi devleti; tarihin sayfalarında yerini alırken bizlere birçok ibretlik hadiseyi bırakmış olmanın yanında dünya tarihinde de çığır açan izler olarak karşımıza çıkar. Dünya topraklarının pek çoğunu etkilemenin yanında kültürel ve ideolojik etkileri ile günümüz dünyasına seslenen Emeviler pek çok alanda büyük izler bırakmıştır. İslam dininin geniş topraklara yayılmasının en önemli başlangıç aşamalarından birisi olarak Emeviler gösterilebilir. Haklarında olumlu olumsuz pek çok şey yazılsa da Emeviler zamanında İslam dini için önem arz eden Hadis ve Kuran ilimleri sistematiğe bağlanmış bu sayede bir usul oluşturulmuştur. Uygarlık alanında da İslam medeniyetinin oluşmasına zemin hazırlayan Emeviler bugün pek çok alanda etkisini halen göstermektedir. Konumuza böyle bir giriş yaptıktan sonra özellikle dünya tarihinde çok geniş yankılar oluşturmuş bir medeniyet olan Endülüs Emevileri hakkında biraz konuşmak istiyorum.
Endülüs coğrafyası Emeviler’e kadar Hristiyan dünyasının hizmetinde iken ilk defa Emevi fetihleri ile İslam ile tanışmış ve o zamana kadar Avrupa’nın görmediği bir inkişafı, medeniyeti ve ilerlemeyi dünya müşahede etmiştir. Şehir medeniyetinin en güzel örnekleri, saraylar, bağ, bahçe, mesire alanları, hastaneler, cami ve medreseler, ilim meclisleri, şehir kaldırımları, atık su taşıma sistemleri, şehir ışıklandırmaları, hamamlar, gözlem evleri, tersaneler ve daha aklımıza gelmeyen pek çok alanda yüksek başarılara imza atmış bir medeniyet olan Endülüs Emevileri; İslam’dan aldığı kuvvetle bu güzellikleri diğer devletlere aktarabilmişlerdir. Endülüs’te kalan son devletçiklere kadar bu alandaki çalışmalarını durdurmayan Endülüs Emevileri her alanda örnek olmaya çalışmışlardır. Endülüs topraklarında hayat bulan İbn Rüşd, ibn Haldun, ibn Tufeyl, Muhyiddin ibn Arabi, ibn Firnas, El Kurtubi, ibn Cübeyr, Zerkali, ibn Meserre..gibi alimler dünya tarihinde yeni ufuklar açan çalışmalar yapmışlardır. Endülüsün son dönemlerinde yaşayan Endülüs Nasrileri;  Yol, köprü, cami, medrese, hastane yapımıyla ilgilenmiş; halkın kullanacağı hamamlar ve çeşmeler yaptırmış, müzik, resim, sanat ve edebiyatı himaye etmişler, her alanda uzmanlaşmaya çalışarak halkın mutluluk ve refahı için uğraşmışlardır. İlim ve sanata o kadar önem vermişler ki Emeviler dönemine ait çok sayıda kitabın muhafaza edildiği bir kütüphane dahi kurdurmuşlardır. Dünyaca meşhur el-Hamrâ Sarayı son zamanlarda yapılmış Endülüs mimarisinin şaheser örneklerinden biri olarak gözümüze çarpar. İspanya yarım adasında 1500’lü yıllara kadar siyasi varlıklarını devam ettirebilmeyi başarabilmiş bu büyük medeniyet bilim alanındaki pek çok buluşun ilk kâşifi olma vasfını da ellerinde bulundurmuş ve bu keşifleri ne yazık ki kendi isimlerinden yıllar sonra başka başka isimler altında özellikle Latinceye tercüme edilerek dünya sahnesinde yer etmişlerdir.

Endülüs’ün bu kadar parlak hayatlarının yanında, yıkılışlarında karşılaştığımız çok acıklı yaşamları da bizlere bir ibret niteliğindedir. Yıkılışlarına doğru "bir olma" vasfını iyice yitiren Endülüs Emevileri ‘Bey’ olma sevdasına düşmüşler ve parçalanma bu şekilde çok daha hızlı hale gelmiştir. Endülüs'te yaşanan siyasî olayların en önemlilerinden biri Mülûkü't-tavâif diye isimlendirilen işte bu Bey olma sevdasıdır ki her aşiret, her aile, her hanedan kendini bir devlet olarak tanımlamış ve aralarında oluşan siyasi birlikler zayıflamaya başlamakla birlikte bu küçük devletler arasında da kıyasıya devam eden savaşlar olmuştur. Bu savaşların temelinde Emeviler dönemine nispetle değişen ve daralan bakış açıları, İslam’ın temel hedeflerinden ayrılma ve dünyaya meyletme sevdası yatmaktadır. Emeviler döneminde ilk zamanlarda “dış düşman” denilince ya kuzeydeki Hristiyan krallıklar ya da Mağribî’deki Fatımîler kısacası İslam dinine göre bozuk itikatlı olan kavimler akla gelmekteydi. Yapılan savaşların temel gayelerinden birisi ila-i Kelimetullah olarak isimlendirilen Allah Teâlâ rızası ve sevgisi idi. Endülüs yarımadasında son zamanlarda ortaya çıkan Tavâif devletleri (kısacası beylikler, Beyler dönemi) döneminde ise; artık Hristiyanların emelleri doğrultusunda birbirlerini parçalamaya çalışan Müslüman Emirler, yegâne düşmanı unutmuşlar ve birbirine karşı savaş eder duruma gelmişlerdi. İslam’ın ‘Müminler ancak kardeştir’ hitabı çoktan unutularak bu küçük Müslüman devletçikleri daha ziyade birbirine düşman olmuşlardı. Epey bir süre bu şekilde anlaşmazlıkları devam eden Tavaif’in aklını başına getiren olay bir musibet niteliğinde idi. Bugünkü ismi Toledo olan Tuleytula büyük şehrinin Hristiyan krallıkların birleşmesiyle Müslümanların elinden çıkmasıyla Müslüman Emir ve beyler, tehlikenin farkına varabildiler ve durumun vahametini idrak edebildiler. O zamana kadar bey oldukları devlet oldukları övüncünde olan Tavâif devletçiklerinde artık yer yerinden oynamış, halk galeyana gelerek paniğe kapılmıştır. İçlerine bir korku düşen Endülüs Müslümanları artık bu yarımadadaki geleceklerinden endişe etmişler ve büyük devlet olma ümitlerinden vazgeçmişlerdir. Bu büyük kayıptan sonra hızlıca gelen Hristiyan şövalye akınları sonrasında benzeri bir tehlike olarak; Batalyevs, İşbîliye veya Kurtuba’da kayıplar yaşanarak bu şehirler bir bir elden çıkmaya başlamıştır. Kastilya Kraliçesi İzabella ile Aragon Kralı Ferdinând'ın 1469 yılında evlenmeleriyle Hristiyanlar tek bir devlet haline gelmişlerdi. Bu evlenme olayı artık Müslümanların bu yarımadadaki işlerinin, günlerinin iyice zorlaşacağı anlamına gelmesine rağmen Gırnatalı Müslümanlar, bütün bu olanları önemsemeksizin, birbirleriyle uğraşmaya devam etmişlerdir.
İslami hedef ve temel gayeden uzak bilinçsizliklerden kaynaklı kayıplar neticesinde Endülüs’te küçük Müslüman devletçikler Hristiyanlar tarafından bir bir ele geçirilmiş son olarak Müslümanlar küçücük bir toprak parçasına sıkıştırılmış halde bırakılmıştı. Müslümanların elinde Endülüs medeniyetinden kala kala ufacık topraklara mahkûm edilmiş Nasiri Emirliği kalmıştı.  Yine tarihten okuduğumuz ölçüde cereyan eden olaylarda;  “1491 senesi Nisan ayında en büyük şehir olan Gırnata şehri Kastilya ve Aragon ittifakı tarafından muhasara altına alınmıştır. Gırnatalı Müslümanlar, bu kuşatmaya ancak dokuz ay dayanabildiler. Dışarıdan yardım alma umudu da tükenince, halkın çoğunluğu, teslim olmaktan başka çare olmadığına karar verdi. Bu sebeple, iki taraf arasında müzakereler yapıldı ve bir anlaşma metni hazırlandı. Ebû Abdullah'ın anlaşmayı imzalamasıyla Gırnata'nın 2 Ocak 1492'de teslim edilmesi kabul edildi.  Son Nasiri emiri Ebu Abdullah, ailesi ve eski saray görevlileriyle birlikte bir süre kendisine tahsis edilen bir iktâda yaşadı. Bu esnada Hristiyan kral ve kraliçe tarafından, yakından takip edildi. Sonunda bu murakabe ve dolaylı baskıya fazla dayanamayarak, Gırnata'da sahip olduğu gayrimenkulleri satıp 1483 senesinde Fas'a göçtü. Müslümanların bir kısmı, Hristiyan hâkimiyeti altında yaşamayı "zillet" telakki ederek, İspanya dışındaki Müslüman topraklarına, özellikle de Kuzey Afrika'ya göçmeyi tercih ettiler. Müslüman nüfusun diğer kısmı ise, kendi yerlerinde kaldı. İşte Hristiyan hâkimiyetinde kalan bu Müslümanlara müdeccenler veya müdeceller denilmektedir.[1]” İşte belki de bu Afrika’ya göçme işi yapılan yanlışların en büyüğü idi.

Müslümanların bir olup tekrar topyekûn bir bağımsızlık savaşı vermek yerine, geldikleri topraklara göç etmeleri, zaten İslam düşmanlarının istediği ve beklediği bir hedefti. Çoğunluk kısmı bu yarım adadan Afrika’ya doğru göçünce azınlıkta kalan müdeccenler baskılara maruz kaldılar. Dinlerini hayatlarını değiştirmek zorunda bırakıldılar. Günümüzde Portekiz ve Kastilya sınırları içinde kalan Müdeccenler, toprak vergisi diezmo/ elmarjal ile birlikte kişi başı yıllık vergileri[2] ödemekteydiler. Müdeccenler, iyice baskılara maruz kalmamak amacıyla genelde nüfusunu yalnızca kendilerinin teşkil ettiği, şehir yaşamından daha uzak getto benzeri mahallelerde yahut müstakil köylerde[3] ikamet etmekteydiler. Bu zamanlarda baskılar tam olarak başlamadığından dini inançlarda kısmi bir hürriyet söz konusu olmakla birlikte Müdeccen cemaatleri, kendilerini devlet nezdinde temsil edebiliyorlardı. Aslında bu; sonun başlangıcı, ustaca hazırlanmış bir siyasetin, bir tuzağın göstermelik bir oyun olarak ortaya konmasından başka bir şey değildi. Zamanla gerçek niyetleri belirmeye başlayan Hristiyanlar dini hürriyetleri de baskı altına almaya ve adalet ve eşitlikten uzak hükümler meydana çıkarmaya başladılar. Müdeccenler’in Hıristiyanlar aleyhine şahitlikleri, kanunlarda ancak Hıristiyan şahit bulunmaması durumunda geçerli olacak şekilde düzenlendi. Ceza takdiri yapılırken, temel bir ilke olarak Hristiyan’ın Müslümandan daha değerli olduğu kabul edildi. Bu nedenle suç aynı olsa dahi din farklılığı cezai müeyyideyi de farklılaştırmaktaydı. Müslümanların aynı suçtan cezaları bir Hristiyan’a göre daha ağır olarak tanzim edilmişti. Bu şekilde eşit ve adil hakka sahip vatandaşlık hakkından mahrum olundu. Genelde Müslümanların işlediği suçlarda işkence edilerek ölüm cezası sık başvurulan bir yöntemdi. Kastilya ’da Hıristiyanlar üzerinde Hıristiyan olmayan birisinin yönetici olamayacağı kanuni bir düzenleme olarak tespit edildiğinden, Müdeccenler yönetimde görev alma imkânından mahrum kalmışlardır. Yönetimde söz sahibi olmaları da bu şekilde sözde kanunlarla düzenlendikten sonra Müdeccenler için hayat iyice zorlaşmaya başlamıştı. En son 1526 yılında çıkarılan bir fermanla o tarihe kadar İspanya’yı terk etmemiş bütün Müslümanların Hristiyan sayılacağı ilan edildi. Bu kanunla da müdeccenler, din ve vicdan hürriyetini de kaybetti.Yol güvenliğinin olmaması nedeniyle ve yahut mevcut durumun ileride değişebileceği umuduyla Müslüman halkın önemli bir bölümü şeklen Hristiyan olmaya, ama gizli olarak İslâm’a bağlı kalmaya yani Morisko olarak yaşamaya karar verdiler. Bu gizli niyetlerini bilen Hristiyan yöneticiler daha ağır yaptırımları uygulamaya karar verdiler. Hristiyan idarecileri bu şekildeki Moriskolar’ın İslâm dini ve kültürüyle bağlarını koparmak ve bu suretle daha kolayca asimile olup Hristiyanlaşmaları için; evlerde İslâmî kitapların bulundurulmaması, hiçbir şekilde gizli ya da aşikâr ibadete meyledilmemesi, Arapça konuşulmaması, Arapça şarkı söylenmemesi, yeni doğan çocuklara Arapça isimler verilmemesi, hamama gidilmemesi, erkek çocukların sünnet edilmemesi, Cuma günleri evlerin kapılarının kapatılmaması, kadınların çarşaf giymemeleri ve peçe takmamaları gibi İslam ve Arap kültürüne ait bir takım yasakları uygulamaya koydular. Yasaklara uymayan Müslümanlar; Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp, mahkeme başkanı[4] olan papaz, kilise erkânı ve halkın hazır bulunduğu bir törenle ya kişinin işkence edilerek öldürülmesi ya da yakılmasıyla gerçekleştirilecek bir idam cezasına çarptırılmaktaydı. Bu şekilde can veren engizisyon kurbanlarının sayısı hakkında gerek Müslüman gerek Hristiyan olanlardan cezalandırılan kişi adedinin yüzbinli rakamlar olarak telaffuz edildiği bilinmektedir.
“Moriskolar, bir taraftan engizisyon mahkemeleri aracılığıyla uygulanan baskılar diğer taraftan sosyal ve iktisadî hayat içerisinde maruz kaldıkları ayrımcılıklar nedeniyle mevcut durumu lehlerine çevirecek çıkış yolları aramaya koyuldular. Bu yollardan biri, son derece riskli olmasına rağmen çoğunlukta oldukları bölgelerde silaha sarılıp hâkimiyeti ele geçirmekti. Nitekim Gırnata Moriskoları, 1568 yılında bu şekilde hareket ettiler. Vaftiz adı Hernando de Valorolan Muhammed b. Ümeyye adlı gencin liderliğinde ayaklandılar ve bu ayaklanma sonucu çok kanlı biçimde bastırıldı. İspanya Krallığı, Moriskolar’ın Fransızlar, ama özellikle de Osmanlılar tarafından kullanılabileceğini kanaatine sahipti. Bu sebeple de zikredilen cemaatten tamamen kurtulmanın yol ve yöntemi üzerinde düşünmeye başladı. Sonuçta bunun ancak ülkedeki bütün Moriskolar’ın sürgün edilmesiyle mümkün olacağı görüşüne ulaştı. 1609 yılında yayınlanan bir fermanla Moriskolar’ın tamamının sürülmesi emredildi. 1614 yılına kadar devam eden sürgün süreci esnasında en az 500 bin kişi başta Kuzey Afrika olmak üzere Balkanlar’a, Anadolu’ya, Fransa ve Hollanda’ya göçmek zorunda kaldı. Morisko nüfusunun çoğunluğu daha çok Cezayir, Tunus, Trablusgarb, Belgrad, Selanik, İstanbul, Adana ve Şam gibi Osmanlı topraklarına intikali sağlanmakla birlikte diğer Avrupa ülkelerinde de yerleşenler de oldu.”[5] Kimi bebek ve çocuklar Hristiyan kiliselerinde ve aileleri yanında asimile edilerek ailelerinden uzaklaştırılıp Hristiyanlaştırıldı.  Bu şekilde pek çok hazin hikâyeyi barındıran bu medeniyetin çöküşü günümüz İslam neferlerine, ayrılığa düşmüş İslam milletimize, yegâne düşmanımız olan ehli kâfirin  elinde oyuncağa dönüşmüş İslam dünyasına ders niteliğindedir.

Bir medeniyetin asli çocukları olan Endülüs son dönem Müslümanları, kendi değerlerinden ve uzaklaşıp kendi aralarındaki kardeşliği ve beraberlik duygusunu yitirmekle perişan bir halde tarih sahnesinde kayboldular. Şimdi belki de dünya sahnesinde ismini Hanry, Hans, George, Josef, Maria, Santa, Michelle,.. vs olarak bildiğimiz pek çok Hristiyan’ın geçmişinde Müslüman Endülüs’ün kanları vardır. Bu öyle hazin bir sesleniş ki bugün belki de İspanyalı bir Hristiyan’ın nesillerinde Endülüs Medeniyetinin, mimarisinin, İslam tecellisinin yapı taşlarından birisi vardır.  Belki bu Hristiyanların dedelerinde İslam’ın neferi olma sevdası ile İspanya yarımadasında kılıç ve at kuşananlar vardır. Kuşaklar sonrası torunları ise İslam’dan habersiz, bir yalanın içinde geçmişindeki bilinmezliklerle yol alan bireyler olarak günümüz dünyasında kendilerine yer bulmuşlardır. Allah bilir; ahiret âleminde dedesi Endülüs Müslümanı, kuşakları ise nice Avrupa milletinde bulunan Hristiyan olan pek çok kişiyle karşılaşmak sürpriz olmayacaktır. Bu şekildeki bir acı neticenin vebali; ‘Bey’ olma sevdası ile ehli kâfire oyuncak olan Emirlerde değil midir? Dedesi Müslüman Endülüs torunu Hristiyan Avrupa olan binlerce asimile olmuş, hidayetten nasip alamamış bunca kişinin vebali, toprak sevdasına düşmüş birbiriyle çekişerek kardeşliği unutmuş İslam idarecilerinde değil midir? Kendi topraklarında rahat yaşadığını zannederek başka Müslüman topluluklarındaki acıları görmezden duymazdan gelen İslam milletleri bu hazin tablonun neticesinden ibret almazlar mı?  Birlik ve beraberliğini kaybetmiş toplumlar bu ve buna benzer medeniyetlerin yok oluşundaki dini ve kültürel asimilasyonlara maruz kalmaya mahkûmdur. Güçlü olanın güçsüzü ezdiği dünyada bir ve beraber olmaktan başka bir çaremizin olmadığını bilmeden yaşamaya devam edemeyiz. Bir ve beraber olan, uhuvveti yakalamış İslam milletleri ehli kâfirin her zaman korkulu rüyası olacaktır.  Tuzak ve desiselerle oyuncak haline getirilmiş İslam milletleri; rahat döşeklerinde ehli kâfire meydan okuyarak sözünü dinletebileceğini düşünmemelidir. Çünkü İslam kardeşliği ve bir olmayı emreder. Ayetlerde müjdelenen toplum; bir ve beraber olan İslam milleti için ancak bir anlam, bir hedef ifade eder. Aksi halde birlikten, kardeşlikten uzaklaşmış bir İslam milleti olan bizler için, zaman değişse bile zıt kutupların birbirine yaklaşmadığı hak ile batılın bu savaşında yok olmaya, asimile olmaya mahkûm olacağız.
Kadir PANCAR
30.03.2016

KAYNAKLAR-NOTLAR


[1] Özdemir Mehmet, Endülüs Siyasi Tarihi, Ankara Üniversitesi,2012, s 340-350.
[2] Açıklama: pecho de los morosya daalfitra denilen 1maravedi tutarında bir verginin adıdır.
[3] Açıklama: Morerìas (getto tarzı köy yaşantısı)
[4] Auto de Fe (Engizisyon mahkemelerinde yargılayıcı konumunda olan mahkeme başkanı papaz)
[5] Özdemir Mehmet, Endülüs Siyasi Tarihi, Ankara Üniversitesi,2012, s 340-350.
[6] Sarıçam İbrahim, Emeviler, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2014.
[7] Sırma İ.Süreyya, Hilafetten Saltana Emeviler, Beyan Yayınları, 2013.
[8] Kılıç Ayşe, Endülüs Müslümanlarının Sürgünü, Doğu Kütüphanesi, 2015.
[9] Doğan Mesut, Endülüs Düşlerin Son Sığınağı, İz yayıncılık,2014

Elements 3D Uygulaması

Öğrencilerin kimya derslerinde kullanabileceği bir uygulama olan "Elements 3D" uygulması aynı firma tarafından çıkarılan başka bir görsel uygulmadır. Programın bünyesinde yer alan elementlerin yazılı olduğu kağıtları indirip çıktısını aldıktan sonra, bunları keserek üç boyutlu zar haline getiriyoruz. Daha sonra bu element isimlerinin yazılı olduğu zarları uygulamanın yüklü olduğu kameradan okuttuğumuzda o elementin şeklini atom numarasını, periyodik cetvel özelliklerini öğrenebiliyoruz. Ayrıca iki elementi birleştirdiğimizde bunların bileşik olma durumlarını da görebiliyoruz.  Kimya derslerinde teorik olarak öğrendiklerimizi görse açıdan zenginleştirebilmeye ve akılda daha kolay kalmasına yardımcı uygulamayı denemenizi öneririm. 


Cemaatler ve cemaatleşme Sorunu

Cemaat: TDV İslam ansiklopedisinde şu şekilde tanımlanır. “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ masdarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” mânasına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için kullanılır. İslâm dininde cemaat halinde ibadet teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için cemaat şart koşulmuştur. Her gün kılınan beş vakit namaz, haftada bir kılınan cuma namazı, bayram namazları cemaatle eda edilen belli başlı ibadetlerdir. Cemaatle namaz, müslümanlar arasında mevcut mânevî bağın en önemli tezahürlerinden biridir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesini ve ibadetlerini severek yapmalarını sağlama amacına yönelik olmalıdır. " 
Buradaki cemaat tanımı, namaz için gerekli olan şartların başında gelen tanımdır. Günümüz anlayışında ise cemaat denilince akla topluluklar, tarikatler ve bir fikir etrafında toplanmış olan oluşum ve teşkilatlar gelmektedir. Bir topluluğa intisab etmiş, aynı gayeye doğru yola çıkmış, kader birliği yapmış insanların herşeyden önce, İslam'ın koyduğu temel esaslara bağlı olarak hareket etmesi elzemdir.İntisab, bağ manasına gelir. İntisab edilen, bağlanılan yoldaki tüm gözlemler ve uygulamalar İslam'ın akaid ve inanç esaslarına tamamen uymalı ve Kuran-ı Kerim/Sünnet çizgisinden bir milim dahi sapma göstermemelidir. Şeyhin, mürşidin hal ve hareketlerinde, en küçük İslam'a aykırı bir davranış varsa, gidilen yolun sıhhati gözden geçirilmelidir. Hareketler ve davranışlar tevil edilmemeli, aklını kiraya vererek yorumlamaya çalışılmamalıdır. Tasavvuf kaideleri İslam şeriatine aykırı yorum içeremez. Eğer böyle bir durum söz konusu olursa o tarikat ve yol İslam dışı addedilir ve oradan hemen uzaklaşmak gerekir. İnsan, akıl sahibidir ve bilgi sahibi olmak zorundadır. Rüyalara, menkıbelere körü körüne inanmak ile kişi ahiretteki sorumluluğundan kurtulamaz. Tasavvuf ve tarikat konusu, İslam'da en çok farklı görüşün çıktığı ve bundan sonra da çok fazla yorumların oluşabileceği, yumuşak zemine dayalı bir mevzudur. Bu konuda ünlü tasavvuf alimlerinin yazdığı risalelerden ve özellikle İmam Rabbani'nin konu ile ilgili bakış açılarından örnekler vermek elzemdir.


Tasavvuf konusunda belki de en hacimli ve detaylı eser şüphe yok ki İmam Rabbani'ye ait Mektubat eseridir. Zamanında müridlerine ve bir takım önde gelen insanlara, mektuplar şeklinde yazılan ve devrindeki gözlemlediği eksiklikleri konu edilen bu eser; günümüz dünyasındaki sorunlara da tespit ve çözümler sunması açısından son derece önemlidir. Yanlış anlaşılmalara, tasavvuf yolundaki hatalara, şeriat, tarikat ve hakikat alanlarındaki noksan görüşlerin tenkidi ve ihyasında önemli bir mevkiye sahip olan, Mektubat eserinden konuyu incelemeye devam edelim.

İmam Rabbânî, tasavvuf erbabının çoğunun şeriatı kabuk, hakikati öz olarak gördüklerini ifade eder ve bu düşünceyi tenkit eder. Ona göre bu düşünceye sahip olmak şeriatın kemâline, tarikat ve hakikatın özüne giden yolda müridin engelidir. Tarikat ve hakikat, şeriatı tamamlayan bâtınî vechedir. Şeriat ise bu bâtının zâhiridir ve aralarında bir ayrılık yoktur. Şeriatı kabuk, hakikati öz olarak görmenin sebeplerinden biri de cehalettir. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 54)

İmam Rabbânî, şeriat ve hakikati ayrı görmediği gibi şeriat ve tarikatı da ayrı görmez. Aralarında ayrılık ve aykırılık yoktur. Şu var ki aralarında icmal ve tafsil, keşf ve istidlâl bakımından farklılıklar vardır. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 58)

Bu mektup; günümüz dünyasında tarikat ve hakikat alanlarında ilim sahibi olduğunu iddia eden  kişilerin, İslam şeriatine uygun olmayan davranışları karşısında, bu kimselerin buldukları kılıflara cevap niteliğindedir. 

İmam Rabbânî, sûfî olmayanların, hatta müslüman bile olmayan kimselerin dahi istidracen keşf ehli olabileceklerini ifade etmiştir. (Burhan Ahmed Farûkî-Halil İbrahim Şimşek, “Ahmed Faruk Sirhindi (Müceddid Elf-i Sani İmam Rabbânî)’nin Tevhid Anlayışı”, Ekev Akademi, c.I, Sayı: III, s. 183)

İmam Rabbânî keşfin ve hâllerin ancak şeri ilimlere uygunlukla diğer kimseler nazarında itibar kazanabileceğini açıkça dile getirmiştir. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 279)

Bu mektuplar da, günümüz dünyasında keramet gösterdiğini iddia eden kişilerin hallerine cevap niteliğindedir. Burada dikkat edilmesi gerekn husus, müslüman olmayan kişilerden bile olağanüstü bir takım hal ve davranışlar sadır olabilir. Bu durum karşısında bunları birer delil olarak görmenin yanlış bir sonuca ulaştırabileceğini İmam Rabbani ifade etmiştir.

İmam Rabbânî’ye göre vâkıalara ve uykulara (rüya) da itibar edilmez. Zira vâkıa ve uykuya itibar, müridin mürşidine olan ihtiyacını ortadan kaldıracaktır. Mürşid ve mürid münasebetlerinin ortadan kalkması ise tarikatın ortadan kalkması demektir. Aynı zamanda bu durum usul ve istikâmet kaybına da yol açacaktır. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 293-294)

Bu mektup, rüya ile doğru yolda olduklarını iddia eden, müntesiplerini İslam'a uygun olmayan fiil ve eylemleri yapmaya yönelten, mertebe ve derece olarak yükselmenin en önemli yolu olarak, rüyaları gösteren kimselerin hallerine cevap niteliğindedir. 

İmam Rabbânî, bir başka mektubunda ilhâm ve keşfi birlikte zikreder, bunların başkaları için delil olamayacağını da net bir şekilde ifade eder. Zira keşf ve ilhâm hata ihtimaline açıktır. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 43. 79, Mektûbât, I, 116.)

Bu mektuplar, günümüz dünyasında ilham ile kendisine bir takım bilgiler geldiğini ve bu bilgilerin ışığında oluşan yolun doğru yol olduklarını iddia eden, bazı gizli ilimlere vakıf olduklarını ve bu şekilde kimseye nasip olmayan bir ilimle Kuran-ı Kerim ayetlerini yorumladıklarını ve tefsir ettiklerini iddia eden kişilerin hallerine de cevap niteliğindedir. 

“Velâyet, nübüvvetten üstündür.” sözünü savunmak sekri sahva tafdil etmekten ileri gelir ki Rabbânî’ye göre bu yanlış bir düşüncedir. Oysa nübüvvet velâyeti kapsar, sahv hâli sekr hâlinden üstündür. Nübüvvetin velâyeti kapsaması aralarında kül-cüz ilişkisi olduğuna delalet eder. Bu durumda velâyetin nübüvvetten üstün olduğunu savunmak cüzün külden büyük olduğunu savunmakla eşdeğerdir ki bu saflıktır.(İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 101, İmam Rabbânî, Mebde’ ve Meâd, trc. Süleyman Kuku, İstanbul 2002, s. 71-72)

İmam Rabbânî, velilik derecesini peygamberlikle bir tutan ve hatta peygamberlikten bile ileri derecede olduğunu iddia ederek şeyhlerini, mürşidlerini günahsız, hatadan beri ve masum olarak görenlere de cevap vermiştir. İslam'a hiçbir şekilde uygun olmayan davranışlarını tevil ederek şeyh ve mürşidlerinin davranışlarını taklid ederek, doğru yolda olduklarını iddia eden kişilerin bu halleri acınacak derecededir. Şeyhini ve mürşidini, peygamberimiz efendimizden (s.a.v) her ne şekilde olursa olsun, en küçük bir manaya bile gelecek biçimde faziletli gösterme arayışı, İslam dini akideleri açısından, hiçbir surette kabul edilemez. Bu kimselerin, acilen tevbe edip bulundukları ortamdan çıkmaları zaruridir. 


Keşif ile alakalı olarak Abdülhakim Arvasi'den de bir cümleyi de  burada zikredelim. Keşfin en yüksek derecesinde bile kesinlik yoktur ve keşf makul-muteber olmaz (Abdulhakîm Arvâsî, Rabıta-i Şerife, Sadeleştiren: Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2015, s. 86)

İmam Rabbânî’ye göre halkın tabi olacağı taife âlimler taifesidir. Zira sûfîlerin uygulamaları bir şeyin haramlığı-helalliği noktasında hüccet değildir.Çünkü âlimler ilimlerini nübüvvet kandilinden alırlar ve vahiyle teyid ederler. Peygamber’in söz ve fiillerine muvafakat gösteren sûfîlere de uyulabilir. Âlimlerin bilgi kaynaklarına mukabil, sûfîlerin bilgi kaynakları, keşf ve ilhâm, hataya açık, yanılgıya müsait, yanlış yorumlanmaya elverişlidir. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 279, Mektûbât, I, 116)

İslam Şeriatinin hükümleri, açık beyan olarak ortada dururken, bağlı oldukları şeyhin ve mürşidinin gizli (işari) ya da alenen dine aykırı sözlerini delil olarak kabul etmek ancak sapıklıktır. Sufilerin sözleri, temel İslam inançlarına aykırı ise asla kabul edilmez.

Müslümanların ve sûfîlerin fikirlerinde, fiillerinde ortaya çıkan bidatleri yok etmek gayesiyle mücadelesini ve tecdîd faaliyetlerini sürdürmüştür. Ona göre bidat sünnetin yokluğudur. Bidate uymak sünneti eksiltmek, sünnete bir şey eklemek veya sünneti terk etmektir. Hatta yer yer bidate uymak farzı ortadan kaldırmaktır. Bu yolu tutan sûfîlerin ve onlara itibar edenlerin din tahribine sebep olduklarını beyan eder. Ona göre bu meseleler hafife alınamayacak konulardır fürûâttan gibi görünen kefen bezi, sarık bağlama şekli, niyetin dil veya kalple yapılması gibi meselelerde dahi sünnete uygunluk arar.  Bidat konusunda o kadar hassastır ki bidatçilerle arkadaşlığın kâfirlerle arkadaşlıktan daha kötü olduğunu ifade eder.(İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 160, Mektûbât, I, 8)

İmam Rabbânî bu mektupla, şeyhlerin ve mürşidlerin İslam'a hiçbir şekilde uygun olmayan davranışlarını, sözlerini adeta birer sünnet mesabesinde gören ve bunları birer dua ve zikir gibi telakki edip, bunları gündelik hayatta vird edinerek kendilerince bir yorum geliştirenlere de cevap vermiştir. Şeyhlerinin söz ve davranışları ile bidaate düşerek ibadet etmek ve bu yoruma bağlı olarak hayatını devam ettirmek, sünnet açısından sorgulanması gereken bir durumdur. 

İmam Rabbânî, müridin malına tamah eden mürşidleri de tenkit eder. Ona göre bu durum müridin irşâd edilmesine engel olabileceği gibi mürşidin de mahvına sebep olur. (İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 150)

İmam Rabbânî, bu mektubu ile tarikati ve tasavvufu bir nevi para kazanma, şöhret elde etme ve bir takım maddi menfaatler karşılığı olarak gören mürşid ve şeyhlere de cevap vermiştir. Böyle anlayışlara sahip tarikat ve cemaat mensuplarının, sadece kendi aralarında alış-veriş yapmaları, kendilerinden olanı her ortamda korumaları-kayırmaları, her durumda maddi konulardan dem vurmaları, sadaka, infak, yardım ve zekat gibi maddi ibadetleri sürekli olarak gündeme getirip kendilerine pay çıkarmaları, makam ve mevki peşinde koşmaları, kendi menfaatleri için başkalarının haklarını kolayca gaspetmeleri, sorgulanması gereken hassas durumlardır. 

Konu ile ilgili olarak farklı tasavvuf alimlerinden bazılarının görüşlerini de burada zikrederek, mevzuyu açmaya çalışalım. 

Ruveym, .er-Rum suresi-22. ayetini tefsir ederken; “Sûfiler, (Allah için) birbirlerine kızdıkları sürece hayır üzere kalırlar, birbirlerinde bir kusur gördüklerinde birbirlerini uyarmayıp yapılana sükût ederlerse onlarda hayır yoktur” demiştir

İbn Acîbe, Ruveym’in yukarıdaki açıklamada verilen sözünü "(İnsanlar din) işlerini kendi aralarında parça parça ettiler." tefsirini yaparken "Bütün gönlünüzle O’na yönelin, O’na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp -her bir grubun kendindekini beğendiği- fırkalara ayrılanlardan olmayın. (Rum Suresi,31-32)" Ayette geçen "Her grup kendi elinde olana sevinir” işaretlerinde zikretmiştir.(İbn Acibe, el-Bahru’l-Medid, V, 23)

Kelabazi(ö.380/990)  de “et-Taarruf” adlı eserinin telif etme sebebinden söz ederken şu tespiti yapmıştır: “Zamanla tasavvufa rağbet azalmış, bu yol yaşanmaktan ve hakikatler hâl olmaktan çıkmış, tasavvuf, soru-cevap ve kavl-kitap eksenine kaymıştır. Mana kaybolmuş, madde ön plana çıkmış, tasavvuftan nasibi olmayanlar tasavvufa dair konuşmaya başlamıştır.” (Ebu Bekir Muhammed bin İshak Kelâbâzî, et-Taarruf li Mezhebi ehli’t-Tasavvuf, Beyrut: Dâru’l Kütübi’l-İlmiyye, 1993)

Kuşeyri (ö.456/1072);“er-Risâle” eserinin telif sebebinden söz ederken, zamane sûfîlerinden şikâyet etmiş, gerçek sûfîlerin kalmadığından dem vurmuş, sûfîliğini iddia eden kimselerin, hem inançta hem amelde hem de hâlde gereken noktada bulunmadıklarını dile getirmiştir. (Kuşeyrî, et-Taarruf, s. 19-21)

Kuşeyri, şeriat ve hakikat hakkında şöyle der: Şeriat ubudiyetin gereğini yapmaktır. Hakikat ise rububiyeti müşahede etmektir. Hakikatta desteklenmeyen şeriat makbul olmadığı gibi, şeriatta kayıtlı olmayan hakikatde aynı durumdadır. Şeriat, mükellef'iyet getirir. Hakikat ise, Hakk'ın tasarrufatını haber vermektir. Şeriat; ibadet etmek, hakikat ise müşahede etmektir. Şeriat; emredileni yapmak, hakikat ise gizli ve açığı müşahede etmektir.(Kuşeyrî, er-Risale)

Şeyh Ahmet Zerruk, Bidata karşı tenkitleriyle öne çıkan, tasavvufî hayatta ve tarikatlarda yaygın olan âdet ve uygulamaları da sert bir dille eleştiren Zerrûk, kavramların yozlaşmış içeriğini boşaltıp, kavramı yeniden inşa eden bir yaklaşım sergilemiştir. Eleştirilerinin gerçek hedefi, tarikat çevrelerinde ve tasavvuf düşüncesinde gördüğü bozulma ve yozlaşmalardır. Sahih tasavvufun dayanaklarının tesbiti ve tasavvufun hurafe ile şâibelerden kurtarılmasının yollarına dair pek çok risale telif etmiştir. "Tasavvufun Kaideleri isimli kitabında şöyle der: "Fakih mutasavvıfa hükmedebilir, fakat mutasavvıf fakihe hükmedemez." (Uddeti’l-mürîdi’ṣ-ṣâdıḳ, 1419/1998, s. 239-607,en-Naṣîḥatü’l-kâfiye, Ḳavâʿidü’t-taṣavvuf)

Abdülvahid b. Zeyd şöyle der: "Düşünceleri ile sünnetin manasını anlamaya çalışanlar, kalpleri ile bu husus üzerinde duranlar ile nefislerinin şerrinden Allah'a sığınanlar gerçek sufilerdir." (İbn Haldun, Şifau's Sail, s. 292)

İbrahim Nasrabadi şöyle der: "Tasavvufun aslı kitap ve sünnete yapışmak, heva ve bidatleri terketmek, meşayihe hürmet, halkın kusurunu bağışlamak, dostlarla iyi geçinmek ve hizmetlerini görmek, güzel ve ahlaklı olmak, evrad ü ezkara devam etmek, ruhsat ve tevilleri terketmektir." (Halil Necatioğlu, ·Tasavvufun Aslı, Aralık 1983, ss. 2-3)

Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Fatihadaki "İyyake na'büdü" şeriati özetler, ''ve iyyake nestain" ise hakikati ikrar eder. Allah'ın emri olması itibarıyla, şeriat hakikattir. Marifet de, Allah'ın emri olması itibarıyla, hakikatte şeriat olur." (Kuşeyrî, er-Risale,s.261)

İbn Haldûn, tasavvuf ilmin sırlarını ortaya koymada şahsın mânevî mertebesinin önemli rol oynadığını, ilâhî ilham almadan akıl veya hesapla yapılan tahlillerin tılsımcılıktan öteye geçemeyeceğini belirtmektedir. (Muḳaddime, III, 1161-1162)

İmam Gazali; Peygamberler ve tasavvuf ehlinin sözlerini kendi kitaplarında toplayan filozofların görüşlerini bile sırf onlar söyledi diye reddetmek yerine, Kitap ve Sünnet’e uygun olup olmadığı ölçüsüne göre değerlendirmek gerektiğine işaret etmektedir. (el-Münkız mined dalal, s. 27-28).



İslam'da cemaat vardır, cemaatleşme yoktur. "Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız. (Al-i imran-103) ayeti mucibince bölünüp parçalanmak, müslümanlara felaketi getirir. Herkes kendi aklına göre bir yorum ve yol tutamaz. İslam'ın temel akideleri bellidir. İbadet şekilleri, haramları ve helalleri bellidir. Zarurat-ı diniyye bütün temel islam kitaplarında yazılıdır. Haram olanı helal sayan, helal olanın yapılmasını bir takım tevil ve yorumlarla haram sayan gruplar ve oluşumlar İslam dışıdır. Sünnet düşmanlığı yapan, Peygamber efendimizi (s.a.v) küçültmeye, sıradanlaştırmaya ve hatta hakir gören teşkilatlar İslam dışıdır. Kuran-ı Kerim'i çeşitli bahanelerle itham eden sözde kanaat önderleri İslam dışıdır. Peygamber efendimizin (s.a.v) güzide ashab-ı kiramına dil uzatanların hal ve hareketleri İslam'a uymaz. Bir yolda, bir kişide zarurat-ı diniyyeden olan hareketlerden birine karşı en küçük bir saygısızlık, söz veya hareket göze çarparsa, o yolda bir saniye bile durulmaması bizim en temel imani sorumluluğumuzdur. 
Devir, acayip bir devirdir. Suret-i Hak'tan görünen pek çok batıl fikir ve kişi çevremizde dolaşmakta ve İslam düşmanları tarafından finanse edilmektedir. Uyanık olmak ve herşeyi Kuran-ı Kerim ve Sünnet gibi edille-i şeriyye etrafında görüp, sorguladıktan sonra buna göre kabul etmek vazifemizdir. Açık naslara aykırı söz ve davranışlar kabul edilmez. Rüya, ilham ve keşfe itibar edilmez, bunlar asla bağlayıcı delil olmaz. Kişiler kolayca satın alınabilir yoldan çevrilebilir. Bugün iyi bildiğimiz biri yarın yoldan sapabilir, şeytanın ağına düşebilir. (Allah muhafaza buyursun) Yarınımızın garantisi yoktur. Kimin nasıl olacağını, Allah'tan başka kimse bilemez. İmanımıza kimse kefil olamaz.Merhum Esad Coşan'ın da yıllar önce (1990) cemaatleşme fitnesi karşısında söylediği gibi Kişi, ancak Allah'a kul olur. (Yazı için linke Bakınız)  Allah'tan başkasına boyun eğilmez. Dünyalık menfaat elde edeceğiz diye ahiretimiz heba edilmez. Unutmayalım ki herkes bağlı oldukları toplulukla haşredilecektir. "Her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse işte onlar amel defterlerini okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğramayacaklar." (İsra Suresi-71) Bugün birinden duyduğumuz İslam'a uygun güzel bir söz, yarın aynı kişiden duyacağımız İslam dışı farklı tevil ve yorumlarını garantisi olamaz. Şeytan, her yönden insanlarla savaş halindedir. Kişinin nefsi, kendisi ile savaş halindedir. Kimse kendisini garanti altında hissetmesin. Peygamberimizin kızına hitabı, bu konuda son derece önemlidir. "“Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah'tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam." (Müslim, İman,89) 
Gerçek ilim, sahih kitaplardan ve kaynaklardan öğrenilir. İlim öğrenmede, alimler yol göstericidir.  Yanlış yolu gösterip göstermediklerini anlamanın yolu, öncelikle yukarıda sayılan kıstaslar çerçevesince, gerçek kitap ehli ilmiyle amil olan alimleri bulabilmektir. Daha sonra onların bu söz ve daranışları, Kuran-ı Kerim ve Sünnet çizgisinde değerlendirmektir. Bu demek değildir ki herkes müctehid olsun, kafasına göre dini yorumlasın. Buradan kasıt, kişinin İslam dininin temel akidelerine ters olmayan kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalıp, ölünceye kadar farz ibadetlerini yapması ve haramlardan her zaman kaçınmasıdır. Tasavvuf önemli bir mevzudur. Tasavvuf kuralları, erkanı, edepleri asla şeriate muhalif olamaz. Şeriat kurallarında derinleşmeden, iyice anlamadan yukarıda bahsedilen manada şeyhler eliyle tasavvufa yeltenmek, belki bizleri felakete sürükleyebilir. Pek çok iyi amel arasına zehir gibi serpiştirilen, farkedilmesi son derece zor, söz ve fiiller mahvolmamıza sebep olabilir. İslam düşmanları, bizden daha iyi çalışıyor ve bizden daha iyi derecede İslam eserleri ile meşgul olup araştırıyorlar. Eksikliğimizi ve zaaflarımızı çok iyi bildikleri için, her türlü zehirli oluşumu bizlere şirin gösterebiliyorlar. Örnek olarak, Hampher'in Ortadoğu'da Vahhabiliği bir mezhep olarak topluma nasıl kabul ettirebildiği incelenebilir. Misyonerlerin Afrika'da yaptığı faaliyetler ortadadır. Amerika, Avrupa kıtası, Rusya, Çin, Avustralya ve Hindistan gibi büyük coğrafyalarda müslümanlara karşı sistematik olarak yürütülen asimilasyon ve baskı çalışmalarını görüyoruz. İslam dininin düşmanları hiçbir zaman boş durmuyor. Biz müslümanlar olarak düşmanlarımızdan medet ummak yerine, öncelikle kendi dinimizi iyi bilmeli ve gelebilecek her türlü fikri saldırıya karşı uyanık olmalıyız. Kendimizi her alanda iyi yetiştirebilmenin yollarını aramalıyız. Her daim fiillerimizi sorgulamalı ve sürekli olarak kendimizi ölmeden önce hesaba çekmeliyiz.  Hataya düşmekten, aynı kusurlarda ısrar etmekten, yanlış kişilerin ardına düşüp gitmekten sakınmalıyız. Yanlışlarımızdan dolayı bir an önce nasuh bir tevbe yaparak, her daim Allah'a sığınarak yaşamaya çalışmalıyız. Her zaman ne istiyorsak, dünyada ve ahirette ne bekliyorsak, hiçbir kulun önünde eğilmeden, sadece Allah'tan istemeyi bilmeliyiz. 

Konu ile ilgili olarak, aşağıdaki paylaştığım "Hakla batılı ayırmak" adlı yazıyı da fikir vermesi açısından okuyabilirsiniz. Benzer şekilde daha önceki yıllarda tarafımdan yazılmış "Cemaatler ve Namaz" isimli yazıyı da buradan (Bkz. Cemaatler ve Namaz) okuyabilirsiniz.

Allah, bizleri doğru yoldan ayırmasın. Hak olarak bildiklerimizi, amellerimizi zayi etmesin. Yanlışın peşine düşüp gitmekten, hepimizi korusun. Güzel bir atasözümüz vardır. Dimyada pirince giderken eldeki bulgurdan etmesin. Tasavvuf, tarikat, cemaat derken batıl yollara saplanıp, şeytanın oyuncağı haline dönüşerek telef olmuş bir şekilde bırakmasın. (amin)

15/03/2016
Kadir PANCAR

(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi-5)

"HAKLA BATILI AYIRMAK ve HAKK’IN TARAFINDA YER ALMAK
 Tarihte yaşandığı vaki olan bu olayla ilgili genel yargıları ifade etmekten ziyade bugüne bakan yönüyle tarihin tekerrür ettiğini gösteren olayların bize verdiği mesaj şudur: Hakla batılı, yanlışla doğruyu ayırt edemeyen ve liderini masum kabul edip ağzından çıkanı emir telakki eden, hata da olsa hikmet arayan camiaların tarihin şahitliğiyle bizzat haksız oldukları görülmüş ve görülecektir.Ne kadar kalabalık olursa olsun, adaletten, ilimden, hikmetten ve şuurdan nasibi olmayan ve şartlandırılan kitleler olmaktansa tek kişi de kalsa adalet ve doğruluk üzere olmak yeğdir ve kimi zaman İbn-i Mes'ûd (r.a)’ın söylediği gibi: "Cemaat, tek kişi de kalsa, o kişinin hakka uygun olmasıdır." Kalabalıkların baskısı altında söylemekten çekindiğiniz hakikat; sizi Allah katında, halk nazarında ve tarih önünde haksız konuma düşürecektir.Etrafınızda herkesin yüksek sesle de olsa söylediği yalan; cılız da kalsa, duymasanız ve duymak istemeseniz de bir kişinin dillendirdiği haktan ve doğrudan daha değerli ve geçerli olamaz. 

CEMAAT CEMADATA DÖNÜŞÜRSE… 
Nitelikli birliktelik, kolektif akla değer veren birlikteliktir. İlkelerin, değerlerin, hassasiyetlerin ve kavramların istişare ve ortak akılla belirlenmediği birliktelikler; hak üzere olamaz, kalıcı değer üretemez, uzun soluklu yürüyüşlere güç yetiremez, dahası birleştirici olamaz. Bu değil cemaat olmak, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle olsa olsa cemadat olmaktır. “Camilerde cemaat yerinde hep cemadat; Siner de köşelerde Hakk’tan beklerler imdat!” Cemadat olmak; cansızlık, edilgenlik, şuursuzluk, şartlandırılmışlık, sıradanlık ve sürü olmaktır; cemaat olmak ise şartlandırılmaya yer olmayan bir bilinçle, şuurlu ve akıllı birlikteliktir. Şuur ve akıl, şahsiyetli olmanın mümeyyiz vasfıdır. Şahsiyeti merkeze alan bir yaklaşımla her ferdin biricikliği ve kendine mahsus karakterinin (şakile) korunduğu organik ve özgün bir yapıdır cemaat, şartlandırmayla tek tipleştirme değildir. Şahsiyet sahibi fertlerden oluşmayan bir yapı; aklını kiraya verip yukarıdan gelen talimatlarla hareket eden bireylerden oluştuğu için hata yapmaya, doğru yoldan sapmaya müsait bir yapıdır. 


CEMAATİN İSTİKAMETİ, LİDERİN VE FERTLERİN İSTİKAMETİDİR.
Cemaate istikamet kazandıran, liderin ve fertlerin istikametidir. Sevgimiz, saygımız ne kadar çok olsa da lider de bir insandır. Onun bu insanî yönünü görmezden gelip kutsallık atfederek söz ve davranışlarında ilahîlik aramak sorunları çözmez, dahası çoğaltır. Hakikat şu ki; liderin düşüncesindeki yanlış bir meyil, toplulukta geniş açılarla daha büyük yanlışlara dönüşür.Liderler de yanlış yapabilir. Liderleri uyarılmayan bir topluluğun sözleri, kararları ve icraatları hayırlı sonuçlar doğurmaz; yanlışı apaçık belli olan topluluğu düzeltmeyen bir lider de düzeltilmesi mümkün olmayan büyük felaketlere sebebiyet verir. Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen ilahi buyruklar; Allah’ın ipine topluca sarılmayı (Al-i imran-103), emredildiği şekilde dini ayakta tutmayı ve ayrılık çıkarıp parçalanmamayı (Şura-13), dinlerini hizipçilik ve cemaatçilikle bölerek parçalayanlar gibi olmaktan sakınmayı (Rum-32) öğütlemekte, cemaatli olmaya teşvik etmekte; ancak cemaatçi olmayı ayrılıkçılık saymaktadır. Ümmet bilincine sahip olunmadan oluşturulan cemaat anlayışı, cemaatçiliği doğurur, bu da toplumu ve ümmeti parçalanmaya götürür. 

Bir Deve Hikâyesi 
Kûfelilerden biri, erkek devesine binip Şam’a gelmiş. Şamlı bir adam, sokakta devenin yularına yapışarak: ‘Bu dişi deve benimdir, sen Sıffin günü onu çalmışsın!’ diye bağırmaya başlamış. Halk başlarına toplanmış. Kûfeli: "Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir" diye itiraz etmişse de derdini bir türlü anlatamamış. Hep birden Şam Valisi Muaviye’nin huzuruna çıkmışlar. Kûfelinin devesi erkek olmasına rağmen Şamlı elli şâhidi de yanına alarak Muaviye’ye devenin dişi olduğunu ve kendisine ait olduğunu söylemiş. Muaviye devenin Şamlı adama verilmesine hükmetmiş. Herkes çekildikten sonra Hz. Muaviye Kûfeliye: “Al işte, sana devenin değerinin iki katını veriyorum.” demiş ve eklemiş: “Ey Kûfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Kûfe'ye dönünce gördüklerini Ali'ye anlat ve de ki: "Ey Ali, Muaviye'nin, dişi deve ile erkek deveyi, dağ ile ovayı ayırt edemeyen, ona körü körüne bağlı ne derse evet diyen on bin adamı var!" 
CEMAATÇİLİKTEN ALLAH’A SIĞINMAK 
Cemaatli olmakla cemaatçi olmak birbirinden farklıdır. Cemaatçi olmak; başta kendi cemaatine, sonra da diğerlerine zarar veren bir taassup ve tarafgirliktir. Cemaatçilik, sadece kendi cemaatini en doğru görme hastalığıdır. Hakkı sadece kendi tekelinde gören ve başkalarını yok sayan bir anlayış; cemaat olmaktan çıkar, başka bir yapıya dönüşür. Kendinden olmayı, ehliyet ve liyakate tercih eder; enerjisini ve imkanlarını kendi nüfuzunu artırmaya harcar; kelle hesabı yaparak niteliği pas geçer ve nihayetinde bu birliktelik menfaat birlikteliği haline gelir. 

PARÇAYI BÜTÜN ZANNEDEN, BÜTÜNÜ PARÇALAR 
Cemaat olmak, büyük ümmet ailesinin bir şubesi, küçük bir parçası olmaktır. Bütünün bilincine sahip olmayan, parçayı bütün zanneder ve bütünü parçalar. Cemaatin çıkarlarıyla ümmetin çıkarları çatıştığında ümmetin çıkarlarını yeğlemek esastır. Tercihini ve hareket tarzını kendi cemaatinin çıkarları ekseninde belirleyenler; kirli ilişkiler içerisine girer, karanlık odakların kuklası haline gelir, diğer yapıları ötekileştirir, dahası onlara hayat hakkı bile tanımaz. Haset, öfke, düşmanlık ve körü körüne taraftarlık öyle zehirli bir virüstür ki, ötekileştirdiğiniz her kim ise, ona ait olan ve ondan gelen ne varsa reddetmek durumunda bırakır insanı. Bu hastalık, yine Üstad’ın ifadesiyle: ”Kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hadisatlar doğurur.” 

BİZ OLMANIN ÖNÜNDEKİ ENGELLER 
Biz olmak, her açıdan övülürken, körü körüne bağlılık, tarafgirlik ve –ci ekini alan- dar bakışlılık ise yerilir. “Onlar dinlerini parçaladılar, bölük bölük oldular. Her grup kendilerinde olanla böbürlenmektedir.” (Rum,32) ayet-i kerimesinde belirtilen hizip ve grup asabiyeti, biz olmanın önünde bir anlayış engeli olarak açığa çıkar. Birden fazla doğru olabileceğini ve hakikate giden yolların çeşitliliğini idrak edemeyen, sadece kendine öğretilenleri tek doğru kabul eden ve insanları bu dar ölçülere göre sınıflandıran, ayrıştıran sığ yaklaşım, bir zihin körlüğüdür ve “Biz” olmanın önündeki en büyük engeldir. Günümüzde her Mü’min, bir yere yaslanarak dinini yaşayacaktır. Fıkhını bir mezhebe uyarak tatbik edecek, dinin sosyal hayatta yaşanması için de kendi ideallerine ve hassasiyetlerine uygun bir yapıyla birlikte hareket edecektir. Ancak cemaat, meşrep ve mezhep yaklaşımlarındaki aşırı hassasiyet, takıntı halini almamalıdır. Böyle olduğunda; dünyayı sadece kendi penceresinden gördüğü kadarıyla algılayan, hizmet ya da çalışmayı kendi grubunun menfaati odaklı değerlendiren, başkalarının faaliyetlerine kör ve sağır kesilen hatta arka plan tahlilleriyle su-i zanda bulunarak gayri meşru sayan bir anlayışla hareket edilir. Burada hakiki âlimlerin koyduğu ölçüyü esas almak en güzeli:“Benim görüşüm doğrudur; ama yanlış olma ihtimali de vardır. Farklı görüşler yanlıştır; ama doğru olma ihtimali de vardır.” Benzer bir ölçüyü Bediuzzaman Said Nursi de koymuş:“Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur..” 

DOĞRUYA DOĞRU, EĞRİYE EĞRİ DEMEK 
Doğru kim tarafından söylenirse söylensin doğrudur; eğri de kimde görülürse görülsün eğridir. Bizden olanın söylediğinde eğrilik olduğu halde, vardır bir bildiği ya da vardır bir hikmeti diyor, başkalarınca söylenen doğrulara da kendi zararımıza olduğu gerekçesiyle doğrudur diyemiyorsak dürüst olduğumuz iddiasında bulunmak gülünç olur. Oysa Hakk’ın hatırı âlîdir ve ilahi ölçü bellidir: “Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.” (Maide,2) İnsanın konumu ve durduğu yer, bakış açısını şekillendirir, bu doğaldır; ancak hak ve hakikat söz konusu ise durduğunuz yer farklı da olsa doğrular asla değişmez. Eğer bizi yönlendiren siyasi ihtiraslarımız, iktidar hırsı ve kendi grubumuzun çıkarları olursa, yani politik yaklaşımlar, daha belirleyici hale gelirse siyaseten de olsa söylenilen yanlışlar, bizi haksızlığa ve batıl tarafta yer almaya sevk edebilir. 

 AKL-I SELİM OLMADAN ASLA…
Akl-ı selim devre dışı kalıp duygularla hareket ediliyorsa, basiretiniz bağlanır, en gerçekçi ve makul delilleri bile görmeye yanaşmazsınız. Eğer bir iddianız varsa ve bunu yalan, itham ve zanlarla ispatlamaya çalışıyorsanız ya gerçekten yalancısınız ya gaflet halindesiniz ya da farklı beklentiler ile hareket edip birileriyle ilişkinizin bozulmasını istemiyorsunuz demektir. 

İTAAT VE İSYAN DENGESİ
Geleneğinde itaat olanın geleceğinde isyan; geleneğinde isyan olanın da geleceğinde itaat olmaz. Ne kayıtsız şartsız bir itaat ne de ahlaksız bir isyan. Kural çok net: “Halika isyan olan işte mahluka itaat olmaz.” Meşru dairede itaat, kölelik anlamına gelmeyeceği gibi, yine meşru dairede itiraz, bağilik değildir. İtaatin de itirazın da bir ahlakı vardır. Birbirimizi edep ve saygı çerçevesinde eleştirebiliyor, eleştirilerimiz yapıcı ve umut aşılayıcı olabiliyorsa, eğriye eğri, doğruya doğru diyebiliyorsak, kararlarımızı istişareyle alabiliyor ve sorumluluğu hep birlikte üstlenebiliyorsak hem yönetim kadrosunun yanlış yapmasına hem de topluca daha büyük kitlesel yanlışların yapılmasına engel olmuş oluruz. Sözün özü ve en değerlisi dua makamında söylenendir: “Allah’ım! Bizi hakkı hak olarak görüp hakka tâbi olmakla; batılı batıl olarak görüp batıldan kaçınmakla rızıklandır.” 

Ahmet TÜRKBEN 
Kaynak: http://www.siyerinebi.com/tr/ahmet-turkben/cemaat-olmak-ama-nasil


 (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi-5)

Ayetin Tefsiri: "Fatiha suresinde, besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir. İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. 

İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar, hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. 

Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir. Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “Sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada "biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur"; “Ey! Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir.  Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler. " (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 62-63)

Çağın Hastalığı Unutkanlık

"Kur’an-ı Kerim’de 240 yerde zikredilen “insan” kelimesi bünyesinde muhabbet ve insanlarla irtibatı temsil eden “üns” ve unutmak anlamındaki “nesy” olmak üzere iki kök mana barındırmaktadır. Bünyemize yerleştirilmiş olan unutma özelliği bağlamında hoş görülecek şeyler olduğu gibi unutma hastalığının sirayet etmesine asla izin vermememiz gereken mevzular da bulunmaktadır. Elbette ki bu hastalığın zararlarından korunmak için bizzat Rabbimiz tarafından talim ettirilen “Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma”duasını sık sık etmeli, unuttuklarımızın affını niyaz etmeliyiz. 
Kur’an-ı Kerim’de cennetteki yasaklı meyveden unutarak yediği zikredilen insanlığın atası Hz. Âdem’in nesli olarak bu hastalığın bizlere de sirayeti pek tabidir. Bugün Müslümanların yaşadığı sosyal, siyasal bütün çağdaş şartları ve ülkemizde geçmişte hâkim olan baskı ortamı şartlarını da göz önünde bulundurarak unutkanlığın sebeplerini şu maddelerde özetleyebiliriz: 
Haram bakış nisyan verir. Kur’an-ı Kerim’in koyduğu, başta gözlerimiz olmak üzere tüm duyu organlarımızı haramlardan muhafaza etme emri, hiçbir şart ve zamana bağımlı olarak değişmeyen, herhangi bir yorumla da kesinliği asla değişmeyecek olan bir emirdir. Unutmayalım, bu emir yüce Allah’ın kıyamete kadar -şartlar, imkânlar ne kadar gelişirse gelişsin- gelecek tüm insanlığın dertlerine deva ve meselelerine çözüm olarak indirdiği kitabı Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir.


Haddinden fazla uyku da beyni hantallaştıracağından unutkanlık sebeplerindendir. Bunun gibi her türlü iş ve amelde de ölçüyü muhafaza etmemiz gerekmektedir. Zira ölçüsü konulmayan yalnızca iki amel vardır. Bunlar ise hayatımızın her alanında, hangi işle meşgul olursak olalım devam etme özelliğine sahip olan zikir ve cihattır. 

Midenin sürekli dolu olması. Güneşin doğmasından sonra ve batmasından önceki kerahat vakitlerinde uyumak. Sabah kahvaltısını terk etmek. İçi boş hayaller kurmak. Hayal gücü meşru dairede ve bir gün elde edilmesi mümkün olan şeyler için kullanıldığı takdirde elbette bir nimettir. Faydasız ve meşru daire dışında olan şeyleri hayal etmek ise hem zihnimizi beyhude yere meşgul edecek hem de unutkanlığa sebep olacaktır. 

Temel sebeplerini sıraladığımız bu hastalığın çözüm yollarına gelecek olursak; Bu konuda ilk önerim Kur’an-ı Kerim’den ayetler ezberlemektir. Bu tavsiyedeki asıl hedef ve maksat Kur’an-ı Kerim’den ezber ayetleri çoğaltmak değil, zihni Kur’an ile yormaktır. Bu gayret neticesinde unutkanlığın sona erdiğini görmek, belki Kur’an-ı Kerim’in mucize bir kelam oluşunun delillerinden biri olarak da kabul edilebilir. Kur’an’a vakit ayırmaz, zihnimizi Allah’ın kelamıyla değil de, faydasız ve gereksiz şeylerle, TV programlarıyla yorarsak bunun aksi bir tesiri görmemiz de kaçınılmaz olacaktır. Unutkanlığı yenmenin bir diğer yolu ise “Elin karda, gönlün Yarda” prensibini şuur haline getirmektir. Bu hastalığın bir diğer tedavisi ise zikrullah ile meşgul olmaktır. Allah’ın adını -hassaten seherlerde- zikretmek ruhumuz için tarifi imkânsız bir gıda ve vitamin niteliğindedir. Bir de bu hususta somut bir öneri verecek olursak; âlimlerimiz hafızanın kuvvetlenmesi için hassaten sabah namazı eda edildikten sonra 21 adet çekirdekli siyah üzüm yemeyi tavsiye etmişlerdir."

Abdullah BÜYÜK
http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdullah-buyuk/cagimizin-hastaligi-unutkanlik-ve-sebepleri-13435.html