Ebû Berze el-Eslemî (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kul, kıyamet günü ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bir adım dahî atamaz.” (Tirmizî, Kıyamet, 1/2417)
Allah Rasûlü (s.a.v), ilminden fayda göremeyenlerin içine düştüğü acınacak hâli şöyle tasvîr eder: “Başkalarına hayrı öğretirken kendini unutan âlim, insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen kandile benzer.” (Heysemî, I, 184)
Üsâme bin Zeyd (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim: “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları dışarı çıkar ve bu hâlde değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve: «–Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?» diye sorarlar. O da: «–Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd, Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Ahmed, V, 205-209)
Hz. Ali (r.a)’nin şu îkazı ne kadar ibretlidir: “Ey ilim sahipleri, ilminizle amel ediniz! Çünkü asıl âlim, bildiğiyle amel eden ve ilmi ameline uygun düşendir. Bazı insanlar gelecek, ilim öğrenecekler ancak ilimleri gırtlaklarından aşağı geçmeyecek, yaptıkları bildiklerine, içleri de dışlarına uymayacaktır. Onlar, halkalar hâlinde oturup birbirlerine karşı ilimleriyle övünecek ve üstünlük taslayacaklardır. Hatta biri arkadaşına, kendisini bırakıp başkasının yanına oturduğu için kızacaktır. İşte onların bu meclislerindeki amelleri, Allah’a yükselmez.” (Dârimî, Mukaddime, 34)
Sehl bin Abdullah (r.a): “İlim, dünya lezzetlerinden biridir. Onunla amel edildiğinde, âhiret için olur” demiştir. (Hatîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-ilmi’l-amele, s. 29) İbn-i Mesʻûd’un (r.a) şu ikazı ne kadar korkutucudur: “Bilmeyen kimseye yazıklar olsun! Allah dileseydi ona öğretirdi. Bilip de amel etmeyen kimseye ise yedi kere yazıklar olsun!” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 131)
Süfyân bin Uyeyne; “İnsanların en câhili, bildiği şeyi tatbik etmeyendir, insanların en âlimi, bildiğiyle amel edendir, insanların en efdali de Allah’a karşı en fazla huşû duyan kimsedir” buyurur. (Dârimî, Mukaddime, 32)
İlim yolcuları, Şakik-i Belhî'nin öğrencisi olan Hatem-i Esem'in rivavet ettiği şu cinsten olmalıdır.
Bir gün Şakik-i Belhî, talebesi Hatem-i Esem'e sorar:
- Ne kadar zamandır benim derslerime devam ediyorsun?
- Otuzüç seneden beri...
- O halde söyle bakalım; bu zaman zarfında benden neler öğrendin?
- Sizden sekiz mesele öğrendim efendim.
- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Ömrüm seninle birlikte geçti de, sen benden ancak sekiz mesele mi öğrendin, öyle mi?
- Ey hocam yalan söylemeyi sevmem, ben bu sekiz meseleden başkasını sizden öğrenmedim.
- O halde benden öğrendiğin sekiz meselenin ne olduğunu anlat bakalım.
Hatem-i Esem, hocası Şakik-i Belhî'den öğrendiği meseleleri sırayla anlatmaya başladı.
**Birinci mesele; Mahlûkata baktım, her birinin bir dostu olduğunu gördüm. Fakat bütün bu dostlar, kendilerini, en çok kabire kadar tâkip etmekte ve orada bırakarak geri dönmektedir. Bunu görünce, kendime, sevapları dost edindim ki mezarda da benden ayrılamasın ve beni tâkip etsinler. -
**İkinci mesele; Allah Teâlâ'nın 'Fakat her kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötülüklerden alıkoymuşsa, onun varacağı yer muhakkak cennettir" (Nâziat Suresi/40-41) ayetine baktım ve bildim ki hak, ancak Allah'ın sözündedir. Onun için var kuvvetim ile nefsimi şehvetlerden uzaklaştırmaya çalışıp Allah'ın ibadetlerinde istikrara kavuşturdum.
**Üçüncü mesele; Mahlûkata baktım ve gördüm ki, herkesin yanında kıymetli saydığı bir eşyası vardır ve bu eşya onu yükseltmektedir. Allah Teâlâ'nın 'Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir; Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkidir' (Nahl Suresi/96) sözünü düşündüm. Onun için elime ne geçerse, nefsime kıymetli görünen ne varsa onu Allah'ın yanına korusun diye gönderiyorum. (O'nun rızasını kazanmak için dağıtıyorum)
**Dördüncü mesele; Şu mahlûkata baktığım zaman gördüm ki, her biri, mala, ticarete, şâna ve şöhrete meylediyor. Bütün bunların mânâsını düşündüm ve hepsinin boş şeyler olduğuna karar verdim. Sonra Allah Teâlâ'nın şu ayetine baktım: 'Sizin en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır' (Hucurât Suresi/13). Bu ayeti gördükten sonra takvâya sarılarak Allah nezdinde şerefli olmayı istedim.
**Beşinci mesele; Şu mahlûkâta baktım ve gördüm ki, birbirine taarruz eder, birbirini kötüler ve lânet okur. Bütün bu hareketlerin sebebini hasedde gördüm. Sonra Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celilesine dikkatle eğildim: 'Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarını aralarında biz böldük' (Zuhruf Suresi/32). Bu ayetin ifade ettiği mânâya sarılarak hasedden şiddetle kaçtım; çünkü rızık taksimatını Allah Teâlâ'nın vaptığına katiyetle iman ettim. Böyle olunca halktan kaçmayı tercih ettim, halkın düşmanlığından kendimi korumuş oldum.
**Altıncı mesele; Halka baktım ve gördüm ki herkes birbirine saldırıp kavga ediyorlar. Bu manzarayı görünce Allah'ın şu ayetini düşündüm: 'Hakikaten şeytan (öteden beri) size düşmandır; siz de onu düşman edinin' (Fâtır Suresi/6). Sadece ezelî düşmanımız olan şeytana düşman kesildim ve son derece hassas tedbirler alarak ondan öcümüzü almaya çalıştım. Çünkü onun bana düşman olduğuna Allah şahidlik etmektedir. Şu halde ondan başkasına düşmanlık beslemeyi bırakmak benim için vazife oldu.
**Yedinci mesele; Baktım şu mahlûkata ve gördüm ki, herkes bir parça ekmeğin arkasında koşarak kendini rezil ediyor. Bir parça ekmeğe sahip olmak için gayri meşrûu işler yapıyor. Bunu görünce Allah Teâlâ'nın şu ayetini düşündüm: "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı Allah'a aittir" (Hûd Suresi/6). Bildim ki, rızkı Allah'a ait olan canılardan biri de benim. Bundan ötürü Allah için gereken vazifeye daldım. Âdil olan Allah'ın nezdindeki rızkımı ise Allah'ın merhametine bıraktım.
**Sekizinci mesele ise; Bakıp gördüm ki, insanların herbiri kendisi gibi yaratık olanlardan birine sırtını dayamış, kimi tarlasına dalmış, kimi ticaretine sarılmış, kimi beden gücüne meyletmiş, kimi de sanatına, ilmine güvenmekte... O zaman bunları müşahede ettikten sonra Allah'ın şu ayetine sarıldım ve sadece Allah'a tevekkül ettim, yalnız Allah bana kâfidir dedim: 'Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter; muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir' (Talâk Suresi/3).
Hatem-i Esem'in bütün sözlerini dinleyen Şakik-i Belhî, talebesi Hatem-i Esem'e şöyle hitap etti: 'Ey Hâtem! Allah seni muvaffak etsin. Ben Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan ilimlerine baktım ve gördüğüm diyanet ve hayır çeşitleri, senin saydığın nesnelerden başkası değildir. Her müsbet şey, senin saydığın sekiz temel üzerine bina edilmiştir. Bu saydığın sekiz şeyle amel eden bir kimse Allah'ın peygamberlerine göndermiş olduğu dört kitaba da uygun hareket etmiş olur' dedi.
***
Şeyhi Şakik-i Belhî'nin vefatından sonra (194/810) Hatem-i Esem otuz yıl kadar uzlet hayatı yaşayarak mânevî yönünü geliştiren Hâtem daha sonra 320 müridiyle birlikte hacca gitti (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XI, 486). Belh Emîri İsâm b. Yûsuf görüşmesi dışında, dönemin meşhur ilim ve siyaset adamlarıyla yaptığı görüşmeleri anlatan haberlerin hemen hepsi bu hac yolculuğu sırasında gerçekleştiği kayıtlara geçmiştir. Rey’de şehrin kadısı Muhammed b. Mukatil, Kazvin’de Tenâfusî ve Medine’de şehrin valisiyle yaptığı görüşmelerde onların yaşayışındaki lüks ve refahı tenkit etmiş (Ebû Nuaym, VIII, 80-83), Bağdat’ta Ahmed b. Hanbel’e de beşerî münasebetler konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. (Ebû Nuaym, VIII, 82; Hatîb, VIII, 242; İbn Hallikân, II, 26-27; Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XI, 486-487)
Halife Hârûnürreşîd, Hâtim’in durumunu tahkik için aralarında İmam Muhammed el-Bâkır, Kisâî ve Câhiz’in de bulunduğu bir heyeti görevlendirmiş, bu heyet onun “zamanın en akıllısı” olduğuna karar vermişti (Ebû Nuaym, VIII, 74). Cüneyd-i Bağdâdî de ondan, “Zamanımızın sıddîkı Hâtim el-Esam’dır” diyerek övgüyle bahsetmiştir. (Hücvîrî, s. 214; Attâr, s. 328).
Hâtem-i Esem, yeme, konuşma ve bakma arzularını nefsi azdıran ve insanı kötülüğe sürükleyen başlıca tutkular olarak saymış, tevekkül, sıdk ve ibreti onları engelleyecek ve ıslah edecek tasavvufî değerler olarak göstermiş, arzuların bu değerlerle terbiye edilmesi halinde artık helâl rızık, zikir ve müşahedenin süreklilik kazanacağını söylemiştir (Sülemî, s. 96; Ebû Nuaym, VIII, 83).
Bu dünya hayatına meyleden alimlerin keyfiyetine, Hatem-i Esem'in talebelerinden Ebu Abdullah el-Havas'dan nakledilen bir başka hikâye de şöyle işaret edilmiştir. Ebu Abdullah şöyle anlatır: Hatem'le birlikte Horasan'a bağlı olan Rey şehrine girdik. Beraberimizde üçyüz yirmi kişi daha vardı. Sırtlarında ne yünlü cübbeler, ne de azıklarını muhafaza edecek bir torbaları vardı. Hatem'le birlikte hacca gidiyorlardı. Adı geçen şehirde derviş meşrebli bir tüccara misafir olduk Bu zat, yoksulları seven bir kişi olduğundan, o gece bizi de evinde misafir etmişti. Sabah olduğunda misafir olduğumuz ev sahibi, Hatem-i Esem'e şöyle dedi:
-Şehrimizde hasta bir fakih var; onu ziyaret etmeye gidiyorum; bana bir diyeceğiniz var mı?
- Hatem-i Esem: Bir hastayı ziyaret etmek büyük bir fazilettir; hele hele bir fakihin yüzüne bakmak ibadettir. Onun için ben de seninle birlikte ziyarete geliyorum.
Hasta fakih Muhammed b. Mukatil aynı zamanda Rey şehrinin kadısı idi. Fakihin evine geldiğimiz zaman güzel ve yüksek bir kâşane (köşk, süslü ev, saray) ile karşılaştık. Hatem bir müddet düşündü ve sonra şöyle sordu:
-Bu gördüğüm bina hakikaten bir fakihe mi aittir?
O sırada kapı açılmış ve girmemize izin verilmişti. İçeri girdiğimiz zaman geniş salonlar, gayet kıymetli eşyalar ve bütün bu değerli şeylere uygun zengin perdelerle karşılaştık. Bu manzarayı gören Hatem'in düşünceli tavrı daha da kesin bir hal aldı. Derken hastanın yattığı odaya girdik. Göze ilk çarpan şey odanın gayet kıymetli ve yumuşak halılarla döşeli oluşu idi, Hasta, gayet rahat bir yatağa uzanmış, başında da kendini yelpazeleyen bir hizmetkâr vardı. Ziyaretçi tüccar, hastanın yanına giderek oturdu. Hatem-i Esem ise ayakta bekledi. Bir ara gözünü açan hasta ayakta gördüğü Hatem'e oturması için işaret etti.
Bu işareti alan Hatem şöyle dedi:
- Ben oturmam.
- Bir şeye mi ihtiyacın var?
- Evet
- Nedir ihtiyacın?
- Senden bir mesele hususunda bilgi almak istiyorum.
Hasta: - Söyle bakalım neymiş meselen?
- Evvela yatağında dikilerek otur da ondan sonra sorayım suâlimi!'
Bunun üzerine hasta, yatağın içinde doğrularak oturdu. Hatem sual sormaya başladı.
Hatem-i Esem: "Sen ilmini kimden aldın?
-İtimad edilen birçok alimden.
-Onlar kimden öğrenmişlerdi?
-Allah'ın Rasûlü'nün ashabından öğrenmişlerdi.
-Ashab kimden öğrenmişti?
-Allah'ın Rasûlü'nden.
- Allah'ın Rasûlü kimden öğrendi?
-Allah'ın Rasûlü'de Cebrail'den, Cebrail ise Allah'tan öğrendi.
- Öyleyse söyle bana! Cebrail'in Allah'tan, Rasûl'ün Cebrail'den, sahabelerin Rasûl'den, senin hocalarının sahâbelerden aldığı ilimde; senin gibi şatafatlı bir meskene sahip olan insanın Allah nezdindeki mertebesi yüksek olduğuna dair bir bilgi var mı?
Muhammed b. Mukatil: "Hayır!" diyerek cevapladı.
- O halde sen nereden işiterek bu debdebeli hayata daldın? Daha doğrusu sana ders veren hocalar ne dediler bu konuda?
Muhammed b. Mukatil: "Onlardan öğrendiğim şey şu olmuştu; Allah'ın indinde makbul bir olabilmek için, âhiret âlemine yönelmek, dünyaya tapmaktan kaçma fakirleri sevmek, åhirete tâlip olup dünyaya bağlanmamak gibi yüce ahlaklar lâzımdır.
Hatem-i Esem: "Öyleyse sen bu işlerinde kime uydun? Hz. Peygamber'e mi, sahab mi, salih kimselere mi? Yoksa dünyada ilk tuğla ve taş evler yaptırıp içinde oturan Nemrud ve Firavun'a mı? Ey kötü âlimler! Sizin gibi dünyaya sarılan âlimler, halka çok kötü örnek oluyorlar. Böyle âlimleri gören 'Mâdem ki âlim böyle yapıyor, demek ki böyle yapmakta bir günah yok ondan daha üstün ve faziletli değilim ya? diyerek sizleri tâkip ediyor." Bundan sonra Hatem, hiçbir şey söylemeden oradan çıkıp gitti.
Bu hâdiseden sonra Ibn Mukatil'in hastalığı büsbütün arttı sonrasında bu durum, Muhammed b. Mukātil’in evini barkını terkedip tasavvuf yolunu tutmasına vesile oldu (Şa‘rânî). Hatem ile İbn Mukatil arasında geçenleri işiten halk, Hatem-i Esem'i ziyaret etmeye başladı. Bu arada içlerinden bazıları Kazvin şehrinde Tenafusi isimli fakih bir zatın yaşadığını, onun debdebesinin İbn Mukatil'in kat be kat fazla olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hatem, Tenafusi'yi görmek için Kazvin'e gitti. Onu bularak huzuruna çıktı.
- Ey İmam! Allah'ın rızası üzerine olsun. Ben Acem diyarından garip bir kişiyim; bana dinimin başını ve namazımın anahtarını öğretmeni istiyorum. Bu nedenle bana abdestin nasıl alınacağını öğretmelisiniz.
Tenafusi: 'Hay hay, diyerek hizmetçisinden abdest kabını istedi Hizmetkår, emri yerine getirdi ve bir abdest kabı getirdi. Tenafüsi oturarak abdest almaya başladı Bütün âzalarını üçer kere yıkayarak abdestini aldı ve sonra Hatem'e dönerek şöyle dedi: - İşte abdest böyle alınır!
Hatem-i Esem: Lüften yerinizden ayrılmayın. Ben huzurunuzda bir abdest alayım siz de beni seyredin. Bakalım tarifiniz üzere abdesti öğrenebilmiş miyim? Öğrenememişsem siz beni düzeltin. Hatem abdest almaya başladı. Fakat Hatem, azalarını üçer kere yıkayacağı yerde dörder kere yıkadı.
Hatem'in abdesti bittikten sonra Tenafûsi şöyle söyledi: "Olmadı, azalarına fazla su dökmek suretiyle israf etmiş oldun"
- Neden israf olsun.
-Neden olacak? Azalarını üçer kere yıkayacağına dörder kere yıkadığın için?
Bunun üzerine Hatem-i Esem: "Subhanallah'il-azim! Ben bir avuç fazla su dökmekle müsrif oluyorum da, sen bu kadar debdebe içinde nasıl oluyor da israf etmemiş bir adam olabiliyorsun?
Tenafüsi, kendisine gelen kişinin öğrenmeye değil, denemeye geldiğini anladı ve evine kapanarak utancından kırk gün halkın içine çıkamadı.
Hatem-i Esem, Bağdad'a geldiği zaman halk kendisini ziyarete geliyorve şöyle söylüyorlardı: "Sen Acem diyarından gelme bir garip kişisin; oysa seninle karşılaşan her ålimi susturuyorsun. Bunun hikmeti nedir?'
Hatem-i Esem: "Yanımda bulunan şu üç hasletle onları susturuyorum' dedi: 1. Hasmım isabetli bir fikir ileri sürdüğü zaman seviniyorum. 2. Şayet hasmım yanılırsa fevkalâde üzüntü duyuyorum. 3. Hasmimı kırmamak için cehaletini yüzüne vurmamaya son derece dikkat ediyorum.
Ahmed b. Hanbel, Hatem'in bu sözünü işittiği zaman 'Sübhanallah! Ne akıllı kişiymiş' diyerek onu ziyaret etmeyi emretmişti. Ahmed b. Hanbel, talebeleriyle birlikte Hatem'in huzuruna vardığı zaman 'Ey Ebu Abdurrahman! Dünyada nasıl selâmette kalınır?" diye bir sual sordu.Hatem-i Esem: 'Ey Ebu Abdullah! (İmam Ahmed'in künyesi) Beraberinde dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet bulamazsın!1) Halkın cehaletini affedeceksin.2) Onlara karşı cehalet göstermemeye azamí dikkati sarfedeceksin.3. Malını onlara vereceksin.4) Onlardan hiçbir şey talep etmeyeceksin ve almayacaksın.
Hatem-i Esem, Medine'ye doğru yol aldı. Medine halkı onu karşılamaya akmışlardı. Hatem halka şöyle seslendi: 'Ey ahali! Bu şehir hangi şehirdir?
-Allah'ın Rasûlü'nün şehridir!
-O halde bana Allah'ın Rasulü'nün kâşânesini (süslü ev, köşk, saray) gösterin, orada teberrüken iki rek'at namaz kılayım'.
Halk: Hz. Peygamber'in kâşânesi yok ki; onun küçücük ve basit bir evi vardır.
Hatem: O halde sahabilerinkini gösterin, orada kılayım.
Halk yine aynı şekilde "Onların da böyle süslü evleri, sarayları yoktu. Onların evleri yerlere bitişik ve gayet mütevazi evlerdi." diyerek cevap verdiler.
Hatem: "Ey ahali! Öyleyse burası Hz. Peygamber'in şehri değil, Firavun'un şehridir. Bu söz üzerine Hatem'i tutup valinin yanına götürdüler: 'Bu yabancı Medine'ye Firavun'un şehri demektedir' diye onu valiye şikayet ettiler.
Vali, Hatem'e niçin böyle dediğini sorunca, Hatem: 'Hüküm vermek için acele etme! Ben Acem diyarından gelme garip bir kişiyim. Bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Öğreneyim diye sual sordum. Cevap olarak burasının, Hz. Peygamber'in şehri olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in hanesi nerededir? diye soracak oldum ve bana şöyle şöyle dediler diyerek halk ile başından geçenleri anlattı.
Hatem-i Esem daha sonra sözlerine şunu ilâve etti: - Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah'ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasûlü'nde güzel örnekler vardır' (Ahzab Suresi/21). O halde ey bu şehrin såkinleri! Size soruyorum! Hz. Peygamber'e mi itaat ediyorsunuz, yoksa yeryüzünde ilk tuğla binayı yapan Firavun'a mı uyuyorsunuz? Hatem'in bu suali karşısında cevap vermekten âciz kalan Medineliler dağılıp gittiler. İşte Hatem-i Esem'in hikâyesi budur...
Selef-i salihinin biyografilerinden bahsettiğimiz yerlerde, onların nasıl süsü terkedip, mütevazi kıyafetlere rağbet ettikleri çeşitli kitaplarda beyan edilmiştir. Bu meselede derin bir tedkik yapacak olursak, şöyle bir karara varırız: "Mübah ile süslenmek haram değilse de, süse fazla rağbet etmek insana ünsiyet kazandırır ve bir daha süsten ayrılmak zor gelir. Konforlu hayatı devam ettirmek için birçok sebeplere tevessül edilir. İşte bunları korumak için de haramın tâ kendisi olan müdahane etmeyi (müdâhene: insanların birine yaranmak, basit menfaatler elde etmek gibi gayri ahlâkî sebeplerle ona karşı aslında içlerinde sakladıkları gerçek niyetleriyle çelişen ve ikiyüzlülüğü ifade eden bir terim), halkın iltifatına mazhar olmaya çalışmayı, riyakârlık yapmayı ve daha başka nice mahzurlu şeyleri yapmayı beraberinde getirir. Onun için salim yol, konforlu hayattan uzak kalmaktır. Çünkü dünyaya dalan, kesinlikle felákettedir.
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-VI, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.231, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırım. “Allah'ım; bana öğrettiklerinle beni faydalandır, bana fayda sağlayacak ilimleri öğret ve ilmimi ziyadeleştir."
İlim; amel etmek ve başkalarıyla paylaşmak içindir. Niyetimiz hayır, akıbetimiz hayır olur inşallah. Dua eder, dualarınızı beklerim...