Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri
Malı elde etmek için insan dört hål üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lazım geldiğini bil!
Mal sahibinin halleri şunlardır:1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur.4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur. Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.
İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın,
sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile
zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına
öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hale getirmektir. Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini
başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü
böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da
aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid
kılar..
Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek
kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.
Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye
ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim
şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: '0 bir fitile benzer. Fitil yanar ve
başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.
Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olur. Bu büyük vazife de insanın en büyük
şerefidir. O halde muallim, bu şerefli vazifenin ådâbını ve icablarını bilmelidir. Bilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin!
1. Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdır. Onları öz
evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir. Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyuruyor: "Ben sizler için, bir baba evladı için nasılsa öyleyim." (Ebu Dåvud, Nesâi, Ibn Mace ve Ibn Hibban) Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini ahiret ateşinden kurtarmaktır. Bu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidir. İşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana-babanın hakkından daha üstündür.
Bir baba, varlığın ve fani hayatın vesilesidir. Muallim ise ebedi hayatın saadetine vesile olan kişidir. Şayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evladı ebedi felakete götürürdü.
Uhrevi ve daimi hayatı insana tanıtan muallimdir. Muallimden gaye, ahiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları ahiret için
olan muallimdir. Sadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.
Sadece dünya için yapılan öğretim, felaketin ta kendisidir ve öğreteni
helake sürükler. Böyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırız. Nasıl bir
babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek
düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini
sevmek ve yardım etmek düşer... Onlar da aynen muallimleri gibi,
öğrendiklerini ahiret için öğreneceklerdir. Gayeleri ahiretten başka birşey
olmayacaktır. Şayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.
Alimler ve ahiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdır. Yolları bu dünyadan başlar, Allah'a gider. Bu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidir. Bir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve aralarında sevgi bağı kurulur. Demek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır. Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Ahiret saadetinin hududu yoktur ki "ille ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsin. İşte ahiret saadetinin bu ebediliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır-itişir kavga eder halde görmezsin. Dünya saadetleri sınırlıdır. Böyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlar. İlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allah Teala'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar: "Muhakkak ki iman edenler kardeştirler." (Hucûrât Suresi/10) Bu gibi dünya saadetini talep eden alimler şu ayete uygun düşmektedirler: "(Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Takvâ sahipleri ise bundan müstesnadır." (Zuhruf Suresi/67)
2.Muallim, Allah Rasülü (s.a.v)'e itaat etmeli ve uymalıdır. Öğrettiği şeyler için
kimseden hiçbir ücret istememelidir. Hatta teşekkür bile beklememelidir.
Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için
çalışmalıdır.
Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdır. Gerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu, ilim öğreten beklememelidir.
Öğrencilerini, kendisinden öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve
onları kendisinden faziletli görmelidir. Çünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirler. Muallim kendini, işletmek için tarlasını
başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir. Elbette ki çalışan,
tarlanın sahibinden daha çok menfaate kavuşur. Eğer tarla sahibi vermemiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.
Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen
bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba
nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını
sadece Allah'tan bekle!
Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman
edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilim. Elbette onlar rablerine kavuşacaklar." (Hûd Suresi/29)
Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkárıdır.
Beden ise ruhun bineğidir. Hizmet edilen sadece ilimdir. Zira insanın şerefi ancak ilimle yükselir. Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidir. Çünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi yapmıştır... Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzer. Böyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safinda bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır. Minnet duymak, muallime ait bir håldir. Fakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevi huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştır. Muallimlik bunların eline geçmiştir. Bu kişiler selef alimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanır. Hemen hemen hepsi bir pâdişahın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlar. Çünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse -başka bir meziyetleri olmadığı için- kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirler. Hiç kimse hiçbir konuda kendilerine akıl danışmaz.
Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlar. Her zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlar. Yine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlar. Kazara talebe, hizmette kusur eder
ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve
kendisini affedilmez düşman olarak bilírler.
Bu zillete râzı olan alim ne kötü bir ålimdir ve böyle kimseler hiç
utanmadan 'Öğretmekteki gayem; Allah rızasını kazanmaktır' derler.
Alâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın!
3. Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen
gurura kapılmamalıdır. Meselâ, talebenin lâyık olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidir. Bir talebenin basit ilim bölümlerini
öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni
olmalıdır.
Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu,
bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidir. Talebenin
gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin
göstermelidir. Bunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde
göstermeli ve fiili bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslahtan çok ifsad
etmeye vesile olur. Erer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhin ihtilaflı meseleleri, kelamın cedel metodu, ahkam ve
husumet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin ahirette insana bir faydası
dokunmadığını talebeye söylemeli ve onu ikaz etmeye çalışmalıdır. Bu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde
etmek için öğrendik, fakat ilim kendisini bize vermedi. Allahı kasdetmediğimiz için bize yar olmadı' demek suretiyle devam etmelidir.
Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince, onlar tefsir,
hadis ve selef-i salihinin meşgul olduğu ilimlerdir. Yani nefsin ahlakını
ve o ahlakın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdir.
Talebe bu ilimleri ögrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse, o zaman talebeyi kendi håline bırakmak lazımdır. Çünkü talebe bellki de bu
ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedir. İlmi de bu gayeyle öğrenmiştir. Fakat bir de bakarsın ki,
işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun salikleri arasına karışır. Çünkü ögrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan
korkutan nice düsturlar vardır. Onun için böyle bir talebeyi, bu
düsturların, günün birinde uyaracağı ümidi hiçbir zaman kaybolmaz.
Başkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar birgün kendi kalbini de işgal edebilir.
İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk
tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine
konulan yemlere benzer. Allahü Teala, halkı, neslini devam ettirmesi için
şehvete bağlıyor. Yine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın
kalbine makam sevgisini ilka ediyor. Öyleyse bu ilimlerde de böyle bir
sevgiye meyil olabilir. Sadece hilafiyat (ihtilafı ve çekişmeli meseleler)
ve kelam ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel
olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için
uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gafil
kılar, kalpleri taşlardan daha katı bir hale getirir. Dalaletten dalalete iter ve
sadece dünyayı elde etmenin aleti olur. Ancak Allahü Teala kimin
kurtuluşunu murad etmiş ise, o kimse bu tehlikeli meselelerle birlikte
dini ilimleri de tahsil etmişse kendisini kurtarabilir.
Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededir. Bak ve ibret al. Basiret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumunu nazar et ve
memleketin hazin halini görl Yardımcımız sadece Allah'dır.
Bir ara Sufyan-ı Sevri'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı olduk. Onlardan bazıları yanımı öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.
4. Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar tariz ve ima yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdır. Muallimliğin inceliklerinden birisi de budur. Talebeyi azarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek öğrenciyi kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Çünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal eder. Hocanın heybetli görünüşü, talebenin gözünde silinir. Çünkü aralarındaki perde yırtılmıştır. Bunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulur. Zira hırsı kamçılanmıştır. Bu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlar. Çünkü kırması yasaklandığına göre içinde bir şey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler." (el-Zeria; ibn Şahin; İmam Suyuti) Hocanın talebesini ima yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler tariz yoluyla söylenen sözlerin içindeki manaları çözmeye meyyaldirler. Bu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine tarizde bulunmak çok yerinde bir hareket olur. Talebe de, kendisine ima yoluyla söylenen manaları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihni faaliyetlerini artırmış olur. (Bkz. Talebelik Adabı)
5. İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir. Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktır. Fıkıh mualliminin âdeti ise, hadis ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir. Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdir. Onlara göre aklın bu ilimlerde hiçbir dahli yoktur. Bir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız halinden bahseden; fer'i meseleleri ele alan ilimden başka bir şey değildir. Allah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?" İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlaklardan biridir. Bir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidir. Öğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdır. Şayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini göz önünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir.
6. Öğrencinin anlayışını iyi tespit edip, onun kaldırabileceği kadar ders vermek gerekir. Talebenin aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdır. Öğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Biz peygamberler, Allah Teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!" (Ebubekir b. Sahir; Ebu Huzeyme, es-Siyase) Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kollamalı ve hakikati o anda ona söylemelidir. Akılları ermeyen bir bahsi (hakikati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur. (Ukayli, İbn Sünni, Ebu Nuaym)
Hz. Ali (r.a) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler var. Keşke bu ilimleri devredebileceğim bir kimseye rastlayabilsem'. (El-Gud) Hz. Ali (r.a) ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidir. Bu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edemeyeceği hallerde böyledir.Acaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir? Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boynuna takmaktan sakının' (Ebu Talib el-Mekki, Kut-ül Kulûb; Suyuti, el-Leāli'il-Mesnua)
Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdır. Onun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidir. Bu sır ve hikmete binaen "Her kulu aklının ölçeği ile ölç! Anlayışının miktarı ile tespit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsin. Şayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar" denilmiştir. Bir âlime bir sual sorulur. Cevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Resul’ünden rivayet edilen şu hadisi duymadın mı? Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyamet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir. (ibn Mace) Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün manasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyamet gününde gemlendirsin'. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarrufunuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyin. Onları malları ile rızıklandırın, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin." (Nisa-5) Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olman bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyor. Müstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.
Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mi serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldular. Bari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayım. Eğer latif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam; Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini kazanırım. Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır. Cahillere ilim veren onu zayi eder. Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.
7. Zekası kıt olan bir öğrenciye, açık ilimleri telkin etmek münasiptir. Böyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidir. Çünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal eder. Çünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulur. Hiç kimsenin kendisine verilen akıldan -akılsız olsa dahi- şikâyet ettiğini göremezsin. Bunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemaliyle övünendir. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve tevil yapmaksızın seleften (sahabeden) gelen inançların kalplerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştır. Böylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olur. Dolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmaz.
Bilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle baş başa bırakmaktır. Şayet bilgin, zahiri tevilleri bu tip insanlara söylerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur. Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilir. Hem kendisini ve hem de başkalarını felakete sürükler. Halk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildir. En uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'an-ı Kerim'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktır. Halkı şüphelere itici meselelere girmemelidir. Çünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilir. Bu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur. Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdır. Çünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.
8. Muallim ilmiyle amil olmalıdır. Yani bildiklerini yaşamalıdır. Zira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilir. Çünkü ilim, kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildir. Amel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir haldir. Öyleyse kişiler, bir alimin ilmine değil ameline bakmalıdır. Bu nedenle ilmiyle âmil olmayan alimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz. Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettir. Böyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidir. Böyle bir kimseyi halk katiyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerh edeni alaya alır. Bu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham eder. Hatta bizzat aksini yaptığı bir sözü alimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlar. Çünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir alim işler miydi?" şeklinde teselli aramaya çalışırlar.
İrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzer. Nakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamaz. Eğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun. Bu manayı şair ne kadar güzel ifade etmiştir: "Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için!" Allah Teala söyle buyuruyor: "Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara Suresi/44) Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur. Zira bir alimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi, dalalete düşerek bu alime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kim bir kimseyi hayra (hüdaya) çağırırsa, kendisine uyanların sevaplarının bir misli ona aittir. Bu sevap (kendisine uyanların) sevaplarından bir şey eksiltmez. Kim de sapıklığa (dalalete) çağırırsa kendisine uyanların günahlarının bir katı ona aittir. Bu günah (kendisine uyanların) günahlarından hiçbir şey eksiltmez.” (Sahih Buhari; İbn-i Mâce; Nesai)
Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştır. Bunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdir. Çünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile aldatır." Ne kadar güzel bir söz!
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-V, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992