Tefsir Tarihi 2 Konu Özeti

İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır.
  Tefsir Tarihi çalışma özetini indirmek için tıklayınız...

Din Felsefesi Konu Özeti

İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır. Özet için Hulusi Kaya hocamıza teşekkür ederiz. 

Vize ve Final konuları dahil tam özet. indirmek için tıklayınız...

Ahmet Çitil, Matematik ve Metafizik

“Bu kitap son iki yüzyıldır yapıldığı biçimiyle matematik felsefesine bir katkıda bulunmak amacıyla kaleme alındı. Günümüzde yaygın bir biçimde yapılmaya çalışıldığından farklı olarak biz “nesne” anlayışı üzerinde durmaya ve matematik felsefesinin konularını genel anlamda ontolojinin konularıyla ilişkilendirerek anlamaya çalıştık. Kant’ın sözünü ettiği “matematiksel nesnelerin inşa ediliş süreci”ni ve söz konusu inşa mekânını varlıksal bakımdan temellendirmeye çalıştık. Biçimsel bir dil içerisinde inşa ile geometrik inşayı ayırt ederek ayrı ayrı ele aldık.
Kümenin matematiksel nesnelerle bağıntısını ortaya koymaya çalıştık. Tüm bunların sonucunda Sürey Varsayımı’nın nesnel zeminini açıklığa kavuşturmayı hedefledik.
 Araştırmalarımızın neticesinde vardığımız bir sonuç şu biçimde ifade edilebilir: Özellikle Alman düşünürü Kant’ın görüşleri ve Kant’ın eleştirilmesi üzerinden biçimlenen tartışmalar bugün matematiği anlamamız konusunda bir yarar getirmekten çok bir engel oluşturmaktadır. Bunun temel nedeni, Kant’ın matematiğin mahiyetini ortaya koymak üzere çizdiği ontolojik çerçeveye ilişkin asli eksikliklerdir.
Söz konusu bu eksiklikler Kant’ı izleyen yahut eleştiren düşünce anlayışları tarafından da giderilememiştir. Kanaâtimizce Kant sonrasındaki bu dönem özelde matematiğin mahiyeti üzerine yürütülen düşünsel etkinliğin, genel olarak da fikriyatın nesnesizleştiği bir dönemdir. Özellikle giriş bölümünde bu sürece ilişkin görüşlerimizi netleştirmeye çalıştık. Yaptığımız çalışmaların tam ya da hatasız olduğunu düşünmüyoruz.

 Ancak özelde matematik felsefesinin, genelde de felsefenin nesneye, nesnenin kuruluşuna ve düşünceye konu edilişine ilişkin ilgisinin artırmasının kendi deneyimimizi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyoruz. Son iki yüzyıldır matematik felsefesinde sorun olarak görülen pek çok konunun, felsefecilerin nesne üzerine düşünmeyi bırakmalarından kaynaklandığını düşünüyoruz. Umarız bu çalışmamız düşünürlerin “nesneye yönelişi”ne bir nebze olsun hizmet edebilir.”

Ahmet Ayhan Çitil 
ALFA YAYINLARI
Yayın Yılı: 2012
262 sayfa Karton

Ah! Matematik

Matematik eğitim hakkında öğrencilerin çektiği sıkıntılar, başarısızlık nedenleri ve matematik başarısında nelerin yapılması gerektiği konusunda güzel bir inceleme yazısına rastladım.Sizinle paylaşmak istedim. "Matematik, bir disiplinler manzumesi… Mantık ve muhakeme yeteneğinin zirve noktası. Bir düşünme biçimi, kaçamayacağımız bir sosyal olgu. Tabiri diğerle hayatın karmakarışık problemlerini çözen mücessem bir bilim adamı… Matematik, bütün bunların yanında aklı işleten, akla kapı açan, varlıklar arasında ilişkiler kuran, neden ve niçin ile yanıp tutuşurken madde ve mana cihetiyle hayatı anlamlandıran bir derstir de. Peki, bizim için bu derece önemli olan matematik, nasıl oluyor da can sıkıcı, korkutucu bir ders haline gelebiliyor? Neden matematiği öğrenemiyoruz? Niçin toplum olarak matematikten bu kadar uzağız?


Değerli eğitimciler, “öğrencilerinize neden matematik sizler için bu derece önemli” diye bir soru yönelttiğinizde, alacağınız cevap büyük bir ihtimalle matematiksiz LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi daha nice sınav çorbalarında başarılı olunamayacağıdır. Maalesef bizlerde öğrencilerimizin bu tür sözlerini destekler mahiyette açıklamalarda bulunmuşuzdur çoğu zaman. Bundandır ki, toplumda; “Matematik = sınav ya da sınav = matematik” Denklemi büyük bir yekûn oluşturmaktadır. Bu durum, haliyle sınava endeksli bir dersin tam manasıyla öğrenilmemesine neden olduğu gibi öğrencilerimizde stresle birlikte matematik fobisinin de ayyuka çıkmasına sebebiyet vermektedir. Oysa bizim ne ilköğretim matematik programlarımızda ne de orta öğretim matematik programlarımızda, ne de Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Başkanlığınca onaylanan matematik dersinin genel amaçları içerisinde öğrencileri LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi sınavlara hazırlama gibi bir düşünce söz konusu değildir. Bu tür sınavlar hiçbir zaman amaç değil, olamaz da… Üzülerek söylemek gerekirse birer araç olan bu sınavlar amaca dönüştüğünden öğrencilerimiz için matematik tıpkı tek kullanımlık bir eldiven gibi… Sadece sınavlarda var, hayatın içinde yok.

Matematik öğrenilmiyor, matematik ezberleniyor, ezberletiliyor. 2000 yılından itibaren üç yılda bir uygulan PİSA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçlarına baktığımızda, durumumuz ortada. PİSA, bir yönüyle müfredattaki kazanımların ne ölçüde gerçekleşip gerçekleşmediğini ölçmese de öğrencilerin temel yeterliliklerini, onların matematikteki bilgi ve becerilerini sınama noktasında bir boy aynası… Bu endam aynasında elbisemizin uzun ve kısalığını; giydiğimiz gömleğin büyük ve küçüklüğünü görebilmek çoğu zaman mümkün.

“Örneğin PİSA 2003’de okuma becerileri testinde öğrencilerin % 36,8’i temel yeterlilik düzeyinin altında iken bu oran PİSA 2012’de % 21,6’ya; Fen bilimleri testinde % 38,6’dan, % 26,4; matematik testinde ise % 52,3’den, %42,2’ye inmiştir. Bu sonuçlar tüm alanlarda temel yeterlilik düzeyinin altındaki öğrenci oranlarının azaldığını göstermekte ise de,[1] “PISA 2003,2006, 2009 ve son olarak 2012'deki sonuçların geneline baktığımızda, Türkiye'nin hem matematik, hem fen bilimleri hem de okuma testlerinde, uluslararası ortalamaların çok altında kalmış olduğu gerçeği hatırımızdan çıkmamalı. Uluslararası bir sınavdan ülke içine dönelim.

Matematik açısından durum pekte farklı değil. Yaptığımız araştırmaya göre[2]…… İlinde 8. Sınıfların girdiği TEOG sonuçlarına baktığımızda Türkçe dersinin TEOG ortalaması 60,6, Matematik dersinin 42, Fen ve Teknoloji dersinin 56,9, T.C İnkılap Tarihi dersinin, 55,8, İngilizce dersinin 37,2, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ise 64,6 olduğudur. Dikkat edilirse Matematik dersinin TEOG ortalamasının İngilizce dersinden sonra not ortalamasının en düşük ders olduğu görülecektir. Bu araştırmayı bir örneklem olarak kabul edecek olursak Türkiye’deki durumda aşağı yukarı bu minval üzeredir. Matematik öğrenilmiyor, ezberleniyor dedik. İşte matematik üzerine yapmış olduğum araştırmamdan ilginç ve bizleri güldüren birkaç misal vereyim[3]:

 —Üçgen çeşitlerini sayınız? —Eşkenar üçgen, ikizkenar üçgen, üçüz kenar üçgen (Ayşe 4/A sınıfı öğrencisi)

 —Doğal sayılar hangileridir? —Doğal sayılar doğada bulunur. (Eren 5/A sınıfı öğrencisi)

 —Dikdörtgen nedir? —Dikdörtgen dörtkenarı olan bir üçgendir.( Mehmet -Sos/11-A sınıfı öğrencisi)

 —Kaç çeşit kesir vardır yazınız? — 1- Basit Kesir 2-Zor kesir( Zelal 4/B sınıfı öğrencisi)

Ülkemizde neredeyse on yıla yaklaşmış olan yapılandırmacı eğitimle birlikte artık matematiğin ayaklarının yere sağlam basacağını ümit ediyoruz. Davranışçı ekolde matematik için önemli olan çoğu zaman öğrencilerimizin bilişsel düzeyiydi. Bu nedenle öğretilen programlarda daha çok işlem basamağı üzerinde durulurdu. Öğrencilerimize problem diye verdiğimiz soruların başına baktığımızda tünelin sonunu görebiliyorduk. Öğretilen matematik kitaplarında belirli rutin problemler ve çözüm önerileri vardı. Dolayısıyla modası geçmiş müfredatla yetişen bir kafanın düşünce üretmesini beklemek safderunluk olurdu. Oysa 2004–2005 yılından itibaren diğer derslerle birlikte yenilenen matematik programımızda, problem çözme, tahmin etme, desen verme, akıl yürütme, araştırma ve karar verme gibi daha pek çok becerilerin ön plana çıktığını görebilmekteyiz.

Program, öğrencilerimizin sadece bilişsel gelişim alanlarını değil, duyuşsal ve devinimsel (psiko-motor) gelişim alanlarının da gelişmesini öngörüyor. Ayrıca matematikte öğrendiğimiz bilgilerin günlük yaşamda kullanılması son derece önemlidir. Kariyer bilinci, insan hakları ve vatandaşlık, rehberlik ve psikolojik danışma gibi ara disiplinlerle de ilişkilendirilmesi yeni müfredattaki matematiğin hayattan kopmadığını gösteren önemli ipuçlarıdır. Yine yeni programın öğrenciyi klasik (yazılı-sözlü) değerlendirme yerine süreç değerlendirmeyle (proje ve performans görevleri, ürün dosyası vb.) ölçmesi objektiflik adına önemli bir adımdır. PİSA sonuçlarına göre istediğimiz düzeyde olmasa da başarı oranımızın bir nebze artması uyguladığımız yapılandırmacı (Constructivism) eğitim sisteminin toplum nezdindeki kabul edilebilirlik oranını artırmaktadır. Şimdi yazımızı destekler mahiyette Matematiği neden sevmiyoruz, nasıl severiz adlı eğitimci İsmail Kadıoğlu’nun yazısının bir bölümüne bakalım.[4]

 “Matematiği sevmek zorunda mıyız, matematik insanlara ne kazandırır ve neler öğretir? Matematik nedir neye yarar: Matematik, Ahmet’in dersten çıkınca, dost doğru hatasız bir şekilde evine gitmesine yarar. Matematik, yolda giderken, belediyenin açık bıraktığı çukura düşmemeyi öğretir. Matematik, yolda yürürken, bir yerlere, elektrik direğine çarpmamayı öğretir. Matematik, komşumuz karı koca arası kavgalı haldeyken onları nasıl barıştırılacağını öğretir. Matematiği iyi olan kişi, onların problemlerinin nasıl kolay çözülmesi gerektiğini bilir. Matematik problem çözmeyi öğretir. Matematik düşünmeyi öğretir. Hem de doğru düşünmeyi öğretir. Her insan; matematiksel düşünmeye sahip olmalı, her problem çözmede matematikçe düşünmeye sahip olmalı. Prof. Dr. Davis, anaokulu öğrencilerine sormuş, “6 tane kurabiyen var, arkadaşınla nasıl paylaşırdın?” Çocuk adil davranmış “3 ona, 3 bana” demiş. “Peki, başka nasıl paylaşırdın?” diye sormuş. “4 bana, 2 ona.” “Başka?” “6 bana, sıfır ona.” “Başka?” Kurabiyenin bir tanesini bölmüş, “yarım ona, 5,5 bana” demiş. Bu cevap çok ilginç değil mi? Çocuğa sunulan bu hareket, ona fırsat vermektedir. Başka çözüm yolları bulabileceği düşüncesi verildiğinde çocuk kendi yöntemleriyle problemi çözebiliyor. “Sen ne düşünüyorsun?” “Başka farklı çözüm var mı?” şeklindeki sorularla, çocukların farklı düşünce ortaya koymalarına fırsat vermeliyiz. Tabi bu tür davranışlar, okula gitmeden, aile içinde başlamak üzere, ilköğretim ağırlıklı ve lisede de bu şekilde davranıp, matematiğin zor olmadığını, yapılabilirliğini gösterip, çocuğa sevdirmeliyiz. İşte o zaman, matematik dersi, konuları biriktirmeden, günlük çalışarak sevilebilir.

Matematik dersinin sevilmemesinin nedenlerinden biri, klasik anlayışla öğretilmeye çalışılmasıdır. Oyunlar ve ilgisini çeken sorular sorarak sevdirebiliriz. Kavramları, soyuttan somuta dönüştürerek. Çocukların birbirleriyle konuşmalarına fırsat vererek sevdiririz. Sevilmek zorunda ve durumunda olan bu ders neden sevilmez? Çocuklar sayılarla geç karşılaşıyorlarsa… Sayısal sonuçlar kendilerini iyi hissettirmiyorsa…”Bütün bu güzel gelişmelerin yanında asıl önemlisi, öğrencilerimize matematiği sevdirerek öğretecek olan öğretmenlerimizdir. “Eğitici bir matematik dersi; öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yeri ve göğü ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”[5] Daha, yapılandırmacı eğitimin esamesi bile yokken bizim içimizden çıkan bir eğitimcimizin 99 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Her şeyi dışarıdan arayan, kendi insanın neler yapabileceğini göremeyen, sadece Batı gözlüğü takarak hayata bakanların kulakları çınlasın! "

Necati İLMEN 

Kaynak: www.memuryeri.com/12181.html [1] Star Açık Görüş, 15 Aralık 2013.[2] …..İlindeki 8. Sınıf TEOG araştırması.[3] İLMEN. N. Kırk Yamalı Bohça, Çizgi Yayınları, 2012, s.93.[4] http://www.anamursedir.com/yazar.asp- İsmail Kadıoğlu.[5]Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 1915

Din Felsefesinden Ateiste Cevaplar

Din felsefesi, din adına sadece kuru bir felsefe yapmaktan ibaret olmayıp, din alanında ciddi sorgulamalar yaparak en doğruya ulaşmak için yapılan sistemli düşünme biçimlerinin bütününü ifade eder. Felsefe özel anlamda akıl yürütme, doğru biçimde kullanıldığında iyi bir cevap bulma işlemidir. Kişinin hakikati bulmasında önemli olan kalp’ten gelen ses olduğundan, akli muhakemelerin hepsi, yetersiz kalarak bir yerde tıkanacaktır. Bu nedenle felsefe sayesinde yapılan bütün düşünmeler, hakikate ulaşmada bize fikirler verse de varılan hakikatin kalpte yeşermesi en doğru eylem biçimi olacaktır. Zira kalp, fiilin mekanıdır. Kalbe uğramadan yapılan iş ve işlemler, çok sığ kalacaktır. Bizim buradaki amacımız; akli muhakeme ve felsefe eşliğinde yapılan sorgulamaları, dini inançları ret eden kişiler kapsamında doyurucu bilgiye ulaştırmaktan ve onların da iman nurundan faydalanmalarını sağlamaktan başka bir şey ifade etmemektedir. Din felsefesi kullanarak ateizm ve ateistlere verdiğimiz cevaplarda, Batılı filozofların çalışmalarından yararlanarak, aslında ortaya çıkan Batı kaynaklı inançsızlık mekanizmalarına da bir nevi kendi içlerinden cevap vermiş olacağız. Kendi doğrularımızı ayet ve hadisler eşliğinde zikretmek, bir ateist için bir anlam ifade etmediğinden, onların kendi silahları ile konuşmak daha doğru olacaktır. İşte bu nedenle inançsızlık kavramına evrensel bir düşünme biçimi olan Din felsefesinden cevaplar sunmaya çalışacağız. [Bu yazıda, genel anlamda ateizm ve inançsızlık kavramı incelenmiş olup, özelde Deizm ve Agnostizm gibi benzeri inançsızlık türlerine fazla detaya inmeden değinilmiş ve Deizm/Agnostizm kavramları, geniş kapsamlı bir inceleme olmadan yüzeysel olarak incelenmiştir.] detaylı bir yazı için (Bknz. Deizm kıskacındaki gençlik)
İman; her şeyden önce bir kalp işidir. Kalbin bir nedene bağlı olarak veya olmadan herhangi bir fikre, düşünceye veya bir var oluşa inanması kelime olarak imanı temsil eder. Akıl ise bu "iman" eylemine sebepler bulmaya yardımcı bir vasıtadır. İman ile akıl birbirine zıt iki kavram da değildir. İman ve akıl ilişkisi, birbirini destekler mahiyette, yalnız herbiri kendi içerisinde sınırlar ihtiva eden iki kavramı bizlere sunar. İman, kalbi bir fiil olmakla beraber bazı halleri akılla izah edilebilir. Ama her imanın akılla izah edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle herhangi bir inancı ne kadar akılla anlamak için uğraşsak da çabamız yetersiz kalacaktır. Çünkü aklın sınırları vardır. İman ise gönül ve kalp işidir. 
Mesela aynı iman gibi sevme eylemi de kalbi bir duygudur ve bazen akılla izahı son derece zor olur. Örnek olarak, aşık olduğunuz birini, "neden sevdiğinizi, neden O'na aşık olduğunuzu" bazen hiç kimseye mantıklı cümlelerle açıklayamazsınız. Aklınız artık bu noktada yetersiz kalmıştır. Sadece "seviyorum" gibi basit bir cümle ile iktifa edersiniz. İşte bu misaldeki sevgi gibi, iman da bir kalp eylemidir. Ancak kalp, bir iman için yeterli olabilir. Saf ve temiz bir kalb size ancak iman anlamında doğruyu söyleyecektir.
İman ve imansızlık arasında çıkan onca tartışmanın kaynağında, günümüzde genellikle Hıristiyanlık ve Pagan kültürünün ve bunların rasyonalist filozoflarının etkisi vardır. Kilisenin baskısından bunalan ve Hıristiyanlıkta mevcut olan "trinity" (teslis) kavramı, Pagan kültüründeki putlaştırma ve mitler gibi saçma inanışları sorgulayan düşünürler; kendi inanç ve dinlerindeki yetersizlikleri görmüşler ve önceleri kendilerince "teist gelenek" içerisinde iken, daha sonraları "deizm ve agnostisizme" ve daha sonraları da "ateizme" doğru meyl etmişlerdir. Bazen de bu kavramların arasında kalan insanlar, yönlerini şaşırmış bir açıklama bulamadan yetersizlikler içinde bocalayıp durmuşlardır. 
Burada bahse konu olan bazı kavramları kısaca açıklayalım: Deizm: Yaradancılık veya ilahçılık olarak adlandırılır. Bununla birlikte tek bir tarif söz konusu olmaz. Deizmdeki  Tanrı  tasavvuru:  Evrenin  yaratıcısı  olan,  fakat  bir  kez  yarattıktan  sonra  ona  bir  daha müdahale etmeyen bir Tanrı’nın var olduğuna inanmaktır. Nübüvvet ve vahiy olayı deizmde anladığımız manada yoktur. Ateizm ise yaratan bir tanrının olmadığına inanma biçimidir. Agnostisizm ise tam bir şüphe halidir ve yaratıcının olup olmadığının bilinemeyeceğini söyler. Konumuza benzerliği açısından, deizm ve tezim esasında birbirinden çok farklı olsa da aralarında genel olarak iki temel fark vardır. Bunlar:1-Tanrı evrenin varlık nedeni olmuş daha sonra ona bir daha müdahalede bulunmamıştır. Teizmde ise yaratıcı mutlak hâkim her şeye gücü yeten ve herşeyi bilen bir konumdadır. Ve her zaman evrene müdahale etme gücüne sahiptir. 2-Deistlerin  bir  kısmı,  mucizeleri,  vahyi  ve  peygamberliği  de  inkâr  etmiştir.  Dolayısıyla  İslam  ve Hıristiyanlık  dinlerini  inkâr  etmişler  ve  vahyi  dışlayan  sadece  akılla  bulunan  bir  Tanrı’ya inanmışlardır.(Örnek: Aristoteles, Ebu Bekir er-Razi, Voltaire, Rousseau ve Newton) 

Hıristiyan gelenek içerisinde inanmışların, kendi dinlerine karşı çok sayıda eleştiri ve itirazları olması hasebiyle, Avrupa menşei olan pek çok filozofun düşüncesi, zamanla inandıkları dinlerinden bağımsızlaşarak farklı arayışlar sonucunda git gide hakikate yaklaşmaya başlamıştır. Bu serüven içerisinde inandıkları dinleri sorgulayan filozoflar, tutarsızlıklar içerisinde boğuştuktan sonra bir düşünce bunalımı yaşamışlar ve çeşitli dinlerin görüşlerini merak ederek akıllarında oluşan sorulara cevap bulmak için ciddi uğraşlar vermişlerdir. Bu bağlamda filozofların çoğu inandıkları dinlerinden vazgeçerek, iç dünyalarında şüpheleriyle besledikleri mevcut sorularına cevaplar bulabildikleri yeni dinlerin öğretilerine ve fikir alt yapılarına kendilerini teslim etmişlerdir. Tarihsel anlamda bazı dini inanışlara değinerek akıl ve iman ilişkisi çerçevesinde konumuzu daha da genişletmek istiyorum. 
Hıristiyanlık düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden Thomas Aquinas’ın savunduğu iman anlayışı, akıl ve iman ilişkisine iyi bir örnektir. Ona göre; "iman etmek bir şeye inanmayı gerektirir ki bu bağlamda söz konusu olan Tanrı’ya inanmak, yani Tanrı’nın var olduğuna inanmaktır. Böyle bir imanı önermesel kılan da onun önermesel bir doğruluğu,  örneğin,  ‘Tanrı vardır’ şeklindeki bir önermenin doğruluğunu öngörmesidir. Dolayısıyla,  iman eden bir kimse  ‘Tanrı vardır’  şeklindeki bir önermenin doğruluğu hususunda teorik açıdan ikna olmuş bulunmalıdır." Hıristiyan teologlardan bazıları Hıristiyanlık dinindeki akla ve mantığa yatmayan ifadelerden dolayı Tertullian gibi düşünürler "saçma olduğu için inanıyorum" gibi sözlerle durumu kurtarma yoluna gitmişler fakat bu yol, teizmin önünü kapadığı gibi, agnostizm ve ateizm gibi fikirlerin yolunu daha da genişletmiştir. Batı dünyasındaki şüphe ve ateizme doğru kayan inanış biçimi, çeşitli felsefi sorular etrafında iyice artmış ve sonunda farklı gruplar tarafından her fikrin savunucuları ortaya çıkmıştır. 
20. asırda Agnostisizm ve felsefe arayışları çerçevesinde,  Tanrı’ya  inanmanın  rasyonel olduğunu ispatlamanın üç yolu tercih edilmiştir;
1.Kantçı  ve  Hume'cu  bakış  açısına  karşı  Tanrı’ya  inanmak  için  doğru  sebepler  ve  delillerin  var olduğunu iddia etmişlerdir. Her iki düşünürde farklı delillerle Tanrının varlığını ispatlamışlardır. Kant'a göre âlemin üzerindeki ahlaki yasaların varlığı bir varlık delilidir. Hume ise akılla Tanrının varlığını ispatlamanın gereksizliği üzerinde durmuştur.
2.William  James;  Tanrı’ya  inanmak  için  pragmatik  sebeplerin  inancı  rasyonel  yapmak  için  yeterli olduğunu ileri sürmüştür.
3.Plantinga  gibi bazı  filozoflar,  Tanrı’ya  inanmanın  delille  doğrulanan  bir  inanç  olmaktan  ziyade temel inançla doğrulandığı için rasyonel olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Daha sonraki zamanlarda da eski Yunan düşüncesi, Putperestlik kalıntıları, Uzakdoğu'nun Asya'nın Afrika'nın mistik düşünce yapıları, Yahudilik ve Hıristiyanlık dini eleştirilmeye ve bu dinlerin içindeki saçmalıkları ortaya konulmaya başlayınca dinsizliğe karşı, özellikle Avrupa'da Frankfurt ve Viyana ekolleri gibi imanın farklı özellikleri göz önüne alınarak, mantıki formları izah edilmiş ve bu sayede ateizmden ciddi anlamda kopmalar başlamıştır. Batı dünyasında son dönemlerde Kozmolojik, ontolojik ve tasarım delili gibi  deliller  tekrar canlanmış, bu deliller Tanrı’nın varlığını ispatlamaktan ziyade bir Tanrı’nın var olduğunu güçlendiren deliller olarak  görülmüştür. Tanrı varlığının ontolojik deliline günümüz filozoflarından Malcolm ve Platinga şöyle savunur. N.  Malcolm’a  göre: "Eğer  Tanrı  yok  ise  sonradan  var  olamaz.  Aksi  halde,  Tanrı’nın  varlığı  bir  nedene bağlı olacaktır. Dolayısıyla Tanrı sınırlı olacak zorunlu olmayacaktır Yine aynı nedenle, Tanrı varsa, sonradan yok olamaz. Varlığı sona ermez. Buradan şu sonuca ulaşılır: Tanrı’nın varlığı ya imkânsızdır ya da zorunludur. Sonuç olarak, tıpkı ilâhî sıfatlar gibi, ‘zorunlu varlık’ sıfatı da Tanrı’nın zorunlu (özsel) bir sıfatıdır."
Plantinga’nın ontolojik delil Formülüne göre de Tanrı varlığı; 1-Maksimum büyüklüğün gerçekleştiği bir mümkün dünya vardır. 2-Bir  varlığın  maksimum  büyüklüğe  sahip  olabilmesi  için  her  dünyada  maksimum  mükemmelliğe sahip olması zorunludur. 3-Bir  varlığın  maksimum  mükemmelliğe  her  dünyada  sahip  olabilmesi  için  onun  her  dünyada  her şeyi bilmek, her şeye gücü yetmek ve ahlâkî mükemmellik [niteliklerine] sahip olması zorunludur. Maksimum  büyüklüğün  bir  dünyadaki  imkânı  bütün  dünyalardaki  maksimum  mükemmelliği gerektirmektedir.  Maksimum  mükemmellik  de  her  şeyi  bilmek,  her  şeye  gücü  yetmek  ve  ahlâkî mükemmellik gibi nitelikleri gerektirdiğine göre, böyle bir mükemmelliğe ancak Tanrı sahip olabilir.
Kozmolojik delil, Kindi ve Gazali gibi Müslüman filozoflar tarafından savunulmuşsa da günümüzde William L. Craig tarafından 1) “Âlemde zamansal hadiseler vardır. 2) Bunlar başka zamansal hadiseler tarafından nedenlenmiştir. 3) Zamansal hadiseler dizisi sonsuzca tekerrür edemez. 4) Öyleyse, [bu] diziler ezelî olanda son bulmalıdır.” Bu ezelî olan varlık ise Tanrı’dır. Şeklinde tekraren formüle edilmiştir. Bu düşünce İslam akaid kitaplarında "teselsül" (zincirleme) olarak isimlendirilmiştir. 
Yine meşhur Hilbert oteli düşüncesi ile de kozmolojik delil dile getirilmiştir. Hilbert Oteli: Bilfiil sonsuz sayıda odaları bulunan fakat bütün bu odaları dolu olan bir otel düşünelim. Bu otele yeni müşteriler alınabilir mi? Şimdi böyle bir otel bil-kuvve sonsuz odalara sahip olsaydı, otel sahibi mevcut müşterilerin odalarını birer numara kaydırarak yeni bir müşteri alabilirdi. Fakat  bu  odalar  bilfiil  sonsuz  ve  hepsi  de  dolu  ise,  öyle  görünüyor  ki,  otele  yeni  bir  oda eklenemeyeceğinden yeni bir müşteri de alınamaz. Öyleyse,  bilfiil  sonsuzluğa  bir  şey  eklenemeyeceğine  göre  âlemin  bilfiil  sonsuz  bir  geçmişi  olamaz. Çünkü ona her günle yeni bir şey eklenmiş olmaktadır. Öyleyse, âlemin zamansal bir başlangıcının olması gerekir.
Âlemin  başlangıcına  ilişkin  bu  apriori  gerekçeler, ampirik  bir  takım  kanıtlarla  da  destekleniyor görünmektedir. Yani görünen kainat ekseninde yapılan araştırma ve incelemeler neticesinde elde edilen bulgulara göre bir Yaratıcı varlığı zorunlu olarak kabul edilmiştir. Astronomi ve astrofizik alanında ileri sürülen; a)Genişleyen evren anlayışı b)Termodinamiğin ikinci yasasının öngördüğü bir takım düşünceler de evrenin bir başlangıca sahip olması gerektiğini göstermektedirler. Bütün bu bilimsel açıklamalar bir yaratıcı fikrinin doğrudan tezahürü olarak karşımıza çıkar.
Alemin sonradan yaratılmışlığı ve zorunlu varlık açıklamalarına ilişkin ortaya atılan Teleolojik Varlık delilinde de 1- “Evrenin  bütün  unsurlarıyla  insanın  varlığı  ile  oradaki  bütün  mevcutların varlığına  uygundur. 2-Bütün unsurlarıyla bir fiil için uygun bulunan her şey birdir ve tek bir amaca yönlendirilmiş olup, zorunlu  olarak  yaratılmıştır.  Ve  doğal  olarak  bu  iki  ilkeden  evrenin  yaratılmış  olduğunu  ve  bir yaratıcısının olduğu sonucu çıkar” Günümüze yakın filozoflardan W. Paley’ tarafından bu delil savunulmuş ve Âlemi basit, tek biçimli bir taş gibi bir varlıktan ziyade parçaları  belli bir amaç için düzenlenmiş bir saate  benzeten  Paley  bu  yüzden  onun  açıklanmaya  muhtaç  olduğunu,  bunun  da  ancak  bir  faille (tasarımcıyla) açıklanabileceğini fikrini ileri sürmüştür. Ayrıca yine bu teolojik delili destekler mahiyette, M. J. Behe Canlı organizmalardaki bu moleküler yapıya dikkat çeken alanda gözlemlenen karmaşık biyolojik sistemlerin Darwin’ci bir indirgemecilikle açıklanamayacağını savunmuştur.
Aklın sınırlarını en ince detaylarına kadar zorlayan Kant; Tanrı’nın varlığı için ileri sürülen diğer delilleri reddettiği halde, ahlâk metafiziğinin temellendirilmesi için Tanrı’nın varlığını kaçınılmaz görmüştür. Kant’a göre âlemde ‘iyi niyet’ten başka kayıtsız şartsız bir şekilde ‘iyi’ olarak adlandırılabilecek bir şey yoktur. İyi niyet ‘mutluluğa layık’ olmanın ve dolayısıyla ahlâkın vazgeçilmez koşuludur. Tabiatta  her  şey  yasalara  göre  işlerken,   ilkelere  göre  hareket  etmek  ancak  akıl  sahibi  bir  varlığın yapabileceği şeydir. Ona bu imkânı tanıyan da sahip olduğu iradedir.
Kant  için  ‘en  yüksek  iyi  (summum  bonum)’nin  gerçekleşmesi  ahlâk  yasasıyla  belirlenmiş  iradenin ‘zorunlu nesnesi’dir. Fakat ahlâk yasasının bu idealine bu dünyadaki herhangi bir insanın kavuşması söz konusu değildir. Ahlâk  yasasının  bu  en  yüksek  iyinin  gerçekleşmesi  ideali  de  pratik  açıdan  zorunlu  olduğuna  göre, Kant’a  göre,  böyle  bir  şey  ancak  ahlâk  metafiziğinin  diğer  iki  postulatı  olan  ruhun  ölümsüzlüğü  ve Tanrı’nın varlığıyla gerçekleşebilir.
Dolayısıyla,  “Tanrı’nın  varlığı”  ahlâkın  zorunlu  kıldığı  bir şeydir. Böylece, Kant’a göre, ancak her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve ahlâkî mükemmelliğe  sahip bir iradenin varlığı (Tanrı) sayesinde, yani ilâhî iradenin eşliğinde en yüksek iyinin gerçekleşmesini umabiliriz. Kant'a göre  Tanrı’nın varlığı konusundaki inancın doğruluğu, tecrübeye dayanan (teorik) bilginin konusu  olamaz,  böyle  bir  inancın,  dünyaya  ilişkin  teorik  bilgimizce  zorunlu  olarak  öngörüldüğü söylenemez. Dolayısıyla Tanrı’nın varlığı ancak pratik aklın, ahlak  metafiziği bağlamında öngörmek/varsaymak zorunda  olduğu  bir  şeydir.  Bir  başka  deyişle,  böyle  bir  inancın  kesinliği  öznel  bir  temele dayandığından mantıksal değil, ahlâkîdir.
Ahlâkın  kaynağıyla  ilgili  benzer  yaklaşımlara  A.  E.  Taylor,  H.  Rasdall  ve  H.  J.  Newman  gibi düşünürlerde de rastlanmaktadır. Bu düşünürlerde ince sorgulamalardan sonra Tanrı varlığının kesinliğine hükmetmişlerdir. Yine farklı bir varlık delili olan dini tecrübe delilinde; Gale’in  işaret ettiği gibi, 1.Dinî tecrübenin gerçekten meydana geldiğinin, 2.Böyle bir tecrübenin tecrübeye konu olan varlık (Tanrı) için bir delil teşkil ettiğinin ve sonuçta 3.Tanrı’nın varlığına bu yolla inanmak için delil olduğunun bir şekilde gösterilebilmesi gerekir. Swinburne,  "bir rasyonellik ilkesi olarak gördüğü ‘Safdillik İlkesi’ne  dayanarak dinî  tecrübenin"  Tanrı’nın  varlığı  için bir delil olacağını iler sürer. 
Burada yazılan ve yazılamayan pek çok delil üstün bir yaratıcının varlığını ve tekliğini Batı Dünyası özelinde dile getirmektedir. Yaratıcı fikri, insana sonradan kazandırılmış bir şey değildir. Pascal'ın ifade ettiği gibi olasılık ve bahse de konu olamaz. "Tanrı varlığı" aklımızdan daha kesin bir gerçekliktir. Bunu kabul etsek de etmesek de bu vardır ve gün gibi apaçık ortadır. Tarihte Batı Dünyası, yaşadığı hezeyanlardan sonra kilisenin saçmalıklarından kurtularak, fıtri gerçeği kabul etmiş ve Allah'ın varlığına -özel olarak da İslam dinine yönelmeye- başlamıştır. Avrupa'daki İslam'ın önündeki onca baskı ve engellemelere rağmen "Allah indinde tek din olan İslam'a rücu etme" ilkesini, İslam dinini seçenlerin sayısını tarafsız olarak gözlemlersek ne demek istediğimiz ortaya çıkar.
Yukarıda yazılan felsefi akımlarla birlikte dünyada Agnostizm ve Ateizm fikri  zayıflayıp -hatta yok olma sürecine girerken-, bir olan yaratıcıya dönme eğilimi artarken, bizim coğrafyamızda daha yeni bulunmuş bir gerçeklik gibi yeniden filizlenmeye ve tekrardan parlamaya başlamıştır. Ateizm fikri adına dernekler kurulmaya, bir olan yaratıcı fikri eleştiri yağmuruna tutulmaya ve bu sayede inançsızlık yayılarak, özellikle gençlerimizin zihinleri bulandırılmaya başlanmıştır. Din bilgisi hakkında okumayan, felsefi inançları sorgulamayan, dini nitelikte fazlaca bilgi öğrenmemiş gençlerimiz, bu tür ateist fikirlerin doğru olduğu düşüncesi ile bunlara kapılmakta ve var olan imanlarını kaybetmektedirler.
Yaşanılan çağdaki Müslümanların durumundan yola çıkarak, onların davranışlarının İslam dinine yüklenmiş olması, İslam'ı bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çatışmaların terörün savaşların kaynağında İslam'ı görmek büyük bir saygısızlığın neticesidir. İslam; bütün zorbalıkları, haksız cana ve ırza saldırmayı yasaklamış ve bu değerleri korunmak üzere teminat altına almıştır. İslam; her zaman gözümüzün içine sokulurcasına gösterilen Afganistan, Pakistan, Hindistan, İran  vb yerlerde, hep savaşı hatırlatan eli silahlı, pespaye kılıklı erkeklerle, yüzleri/elleri kapalı, toplumdan uzaklaştırılmış, ezilmiş, savaş esiri olmuş burkalı kadınlardan oluşan bir görüntü dini değildir. İslam, Afrika ve Ortadoğu'da yaşanan savaş, terör ve sadece kandan oluşan, bir görüntü dini de değildir. Bütün bu görüntüler, İslam'ı seçen/meyleden milyonlarca insanı bu dinden vazgeçirmek adına İslam düşmanları tarafından ortaya atılan suni görüntüler ve olaylardan ibarettir. Bugün Afrika'da ve Avrupa'da misyonerlerin yıllarca yapamadıklarını, Müslümanlar dini inanışları sayesinde kolay bir şekilde yapabilmiş, paylaşma-yardımlaşma ve sevgi mesajları ile Müslümanların sayısı bu coğrafyalarda her geçen gün artmıştır. Bu durumdan endişelenen İslam düşmanları, hazırladıkları çeşitli türdeki göz boyama oyunları ve tuzakları ile İslam'ın önüne set olabileceklerini düşünmüşler ve türlü engeller kurmuşlardır. Evet, o İslam düşmanlarının bir tuzağı ve oyunları varsa, Allah'ın da bir planı ve hazırladığı bir kaderi vardır.
Değerleri kardeşlerim! İnançsızlık düşüncesini, Avrupa-Amerika aşalı çok oldu. Bize yeni gelmiş olan bu sorunlar, yıllardan beri felsefi kitaplarında yazıldı ve hepsine de imanlı kişilerce doyurucu cevaplar verildi. Her seferinde kaybeden inançsızlık oldu. İman etmek için "nasıl var olduğumuza bakmak" ve yaşadığımız hayatın bir gün bu dünyada son bulacağı "ölüm" düşüncesini akla getirmek" yeterli olacaktır. 
İnançsızlık deryasında yüzmeye devam etmek isteyenlere tüm kalbimle şu soruyu soruyorum. "Ben bu dünyada sadece şu anki hayatı yaşıyor ve ölünce tamamen yok olacaksam, âlemdeki her şey bir tesadüf ve zorunluluk icabı ise, dünyada çekilen bunca zahmet, bunca yapılan işler ne diye? Tekrar dirilme ve yaşantım yoksa, ben bu dünya için neden bu kadar çaba gösteriyorum? Bu dünyada bile kanuna aykırı bir hareketin cezası varsa, nasıl olur da benim fiillerimin hiçbir sorumluluğu olmaz?" Buna benzer pek çok soru sorabilirim. Bütün bu sorulara karşı, insanı cevapsız halde aciz bırakan bir kavram olarak "ölüm" karşımıza çıkar.  İmam Gazâlî'nin el-Munkızu Min'ed Dalâl kitabında Peygamberimizin sözü olarak naklettiği: "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakit uyanırlar." sözüyle de belirtildiği üzere; 'ölüm' iman etmek için yeterli sayıda cevabı içersinde ihtiva eder. Var ve tek olan; noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olan tek bir yaratıcının olmasının en büyük delili, dünyada 'ölüm' denen bir gerçeğin olmasıdır. Çünkü ölüm, akılda oluşacak bütün şüpheleri gideren bir kavramdır.  Ölümle birlikte yeni bir yaşamın var olması hakikati, ortaya çıkınca, kalpte şüphe içeren her soru bir cevap bularak  yok olur ve iman etmek mecbur hale gelir.

Yukarıda da anlatılan pek çok delil ve görüşlerle, Allah'ın varlığı ispatlanabilir lakin İmam Gazali'nin ifadesiyle "Bin tane delille Allah'ın varlığını ispat eden bir kimsenin kalbinde, o kadar sayıda şüphe vardır." ilkesi gereği bir yerde durmak ve kalben inanmak lazım gelir. En başta da dediğim gibi, marifet soru sormak değil, iyi bir cevap verip bu cevabı kalpten tasdik edip dinlemektir. İman, kalp fiilidir demiştim yazımın en başında. İşte Allah'a iman etmek, kalbin bütün serinliklerinden gelen içten bir duygudur. Eğer imanınız üretilen şüpheci sorularla yıkılıp gidiyorsa, zaten "sağlam bir imanınız yoktur" demektir. Ateizm adına sorulan her sorunun bir cevabı vardır. Senin akılla ürettiğin soru ne kadar iyi olursa olsun, senden daha zeki olan biri buna mutlaka bir cevap üretir. Bugün o cevap üretilmese bile yarın mutlaka o cevabı görürsün. Belki de senin ömrün, o cevabı görmeye yetmez ve bu cevapsızlıklar içinde bocalarken, kendini ebedi pişmanlıklara batmış bir halde bulursun.

Sevgili kardeşlerim! Varlığından en küçük bir şüphe duymadığımız Allah'a, tüm kalbimle inanıyor ve inanç mutluluğunu sizlerin de tatması için bu yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Kalplerimizde iman tomurcuğunu yeşertmek kolay değildir ama bir yeşerdi mi onu durmadan bir bitki gibi sulamak ve korumak gerekir. Aksi halde İslam düşmanları tarafından ustaca hazırlanmış şeytani sorular karsısında, şüphelerle o iman fidanı kurur gider. Kalbinizin sesini dinleyin. Saf ve temiz niyetle vereceğiniz kararlar, kalbinizin içinden gelen bir vicdani ses olacaktır.
İmansızlık, kişiyi her defasında kor ateşi gibi yakan içten içe üretilen bir sürü soruya cevap verememekten başka bir şey değildir. İmansızlık, karanlık bir kuyuya düşüp bir şey arıyormuş gibi hareket etme timsali, anlamsız bir boşluğu ifade eder. İman etmek ise çok basit, fakat anlamı ve heyecanı itibariyle büyük bir olaydır. İman ettiğiniz bir şeyde yakıcı sorulara muhatap olma ve içinizi kemiren evhamlardan uzaklaşırsınız. Bütün inançsızlık sorularına "sadece ben böyle inanıyorum" demek büyük bir cevap olarak muhataba kafi gelir.
Son söz olarak; "La ilahe illallah Muhammedür-Rasulüllah" demeniz halinde bile, kalbinizde bir ışıltı, bir ferahlama oluşacaktır.  Dünya ve ahiret hayatı için iman etmek, bütün sorulara cevap bulmaya yetecektir. Buna inanın ve bunu düşünün. Laf burada tükenmiştir. Vesselam!

 اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ  
Kelime-i Şehadet: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulühü"
Kelime-i Şehadetin Anlamı: "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v), O'nun kulu ve Rasûlüdür." 

Kaynaklar:
Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), İmam Gazali, Klasik Yayınları,Çev.Mahmut Kaya,İstanbul,2014.
El Munkız Min ed Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, İmam Gazali, Kayıhan Yayınları, Çev. Salih Uçan, 2008.
Tanrının varlığına dair Argümanlar (Ateist Din Felsefesi Eleştirisi), Adnan Aslan, İSAM Yayınları, 2006.
Din Felsefesi, Mehmet Sait Reçber, Recep Kılıç, Engin Erdem, Zikri Yavuz, Editör: Recep Kılıç, Ankara Üniversitesi UZEM Yayınları, Ankara, 2013.
Pratik Aklın Eleştirisi, İmmanuel Kant, T.Felsefe Kurumu Yayınları, 2002
Allahın Varlığı, Yusuf El Karadavi, Çev. M. Recai Gündüz,Nida Yayınları, 2014.
Din Felsefesi: Seçme Metinler, Philosophy of Religion, Selected Readings, Bruce Reichenbach, David Basinger, Michael Peterson, William Hasker, Çev.Hümeyra Özturan , Küre Yayınları, İstanbul, 2013. 
Yaşayanlara Çağrı, Roger Garaudy, Pınar Yayınları, Çev.Cemal Aydın, 2013.
Felsefe Tarihi, Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi, Prof. Dr. Celal Türer, Editör:Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi, Ankara Üniversitesi UZEM Yayınları, Ankara, 2012. 
Modern Bilim Felsefe ve Tanrı, Caner Taslaman, İstanbul Yayınevi, 2013.
Din Feslefesi ve İman Üzerine Rasyonel Düşünme, Stephan Evans,Zachary Manis, Elis Yayınları, 2010.
David Hume ve Din Felsefesi, Mustafa Çevik, Dergah Yayınları, 2006
yegitek.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Felsefe_2/4.pdf Erişim Tarihi: 25.04.2014 
http://www.canertaslaman.com/tag/din-felsefesi/ Erişim Tarihi: 13.03.2014
Kadir PANCAR
26/04/2014

İslam Hukuku 2 Konu Özeti


İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır.İslam Hukuku dersi çalışma özetini indirmek için tıklayınız...

Vazgeçilmez Olma Düşüncesi

Bir gün bir doktora, gerginlik ve tedirginlikten şikayetçi olan bir hasta gelmiş.Yapması gereken çok işinin bulunduğunu; fakat kendisinin rahatsız, işlerin ise beklemeye tahammülü olmadığını söylemiş. 
 Doktor,  
-Bu işleri başka biri yapamaz mı? Ya da bir başkası size yardımcı olamaz mı? diye sormuş. 
Adam,
- Onları yalnız ben yapabilirim; bütün işler bana bakıyor! diye cevap vermiş.
Doktor,adamın durumunu iyice tetkik ettikten sonra anlamış ki adam kendini vazgeçilmez biri olarak görüyor. Kibir gibi kötü bir hasletin için yanıp kavrulmak üzere. Doktor adama dönmüş ve;
-Sana bir reçete vereceğim. Bu reçeteyi aynen tatbik etmen gerekiyor! diyerek, yazıp eline bir kağıt vermiş.
Adam reçeteyi eline alıp baktığında, hayretler içinde kalmış. Reçetede, her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş  yapacaksın ve her haftanın yarım gününü bir mezarlıkta dolaşarak geçireceksin yazıyormuş. 
Hasta adam;
- Yürüyüşü anladık ama; neden mezarlık? diye sormuş.  
Doktor,
Oraya gidip mezar  taşlarına bakmanı istiyorum. Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez  sanan insanlarla doludur. Sen de onlar gibi ölüp mezarlığa gömülünce, kendinden başkasının yapmasına imkan olmadığını zannettiğin işlerin, başkaları tarafından da yapılmaya devam ettiğini göreceksin, demiş.

Hiç'lik Makamı

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kimsin?”“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim .Dudak büküp önemsemediklerini görünce,Nasreddin Hoca sormuş: “Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam, kabara kabara.
Adamın övündüğünün ve kibirlendiğini görünce “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...
“Daha sonra?..” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
“Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında"
Hz Mevlana derki ;
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken,sen hiç ol...Menzilin yokluk olsun.İnsanın çömlekten farkı olmamalı,nasıl ki çömleği ayakta tutan dışındaki biçim değil,içindeki boşluk ise,insanı ayakta tutanda benlik zannı değil hiç'lik bilincidir.

Bir Kral ve Köylü Hikayesi

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?.. Ülkenin en zenginleri, en güçlü kervanları, saray görevlileri birer birer geldiler... Sabahtan öğlene kadar... Hepsi, kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu da; ''Halkından bu kadar vergi aldığı halde saraya yollarını temiz tutamıyor''diye yüksek sesle kralı eleştirdi. 
Sonunda bir köylü çıkageldi saraya; meyve ve sebze getiriyordu. Yoldaki engeli görünce sırtındaki küfeyi yere indirdi ve olanca gücüyle itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kalmış ama büyük engeli de yolun kenarına çekmiş oldu. Tam küfesini sırtına almak üzereydi ki kayanın eski yerinde bir kesenin olduğunu gördü... Açtı, kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde; 
 -''Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.'' diyordu kral... 
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. 
''Her engel, hayat şartlarımızı daha da iyileştirecek bir fırsattır" 



Bu hikaye, bana güzel bir hadis-i şerifi hatırlattı. 

"İman, yetmiş küsür derecedir. En üstünü “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır. 
(Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 57, 58.)

"Kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. İyi göremeyen bir kimseye yardımcı olman senin için sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır." 
(Tirmizî, “Birr”,36)

İlitam 2.Sınıf 2.Dönem Arasınav Soruları 2014

ANKARA ÜNİVERSİTESİ 2013-2014 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR YARIYILI ARA SINAVI
İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA UZAKTAN EĞİTİM PROGRAMI (YARIYILLIK)
12-13 NİSAN 2014
CUMARTESİ ÖĞLEDEN SONRA - PAZAR ÖĞLEDEN SONRA OTURUMLARI

DERSLER: TEFSİR METİNLERİ2, HADİS METİNLERİ2, DİNLER TARİHİ,TASAVVUF TARİHİ, DİN FELSEFESİ

SORULARI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ: (RAR DOSYASI)