İslam Bilim Tarihçisi Fuat Sezgin

Etiketler :
Prof. Dr. Fuat Sezgin (24 Ekim 1924 – 30 Haziran 2018), İslam bilim ve teknoloji tarihi alanında yaptığı araştırmalarla dünyanın önde gelen bilim insanlarından biri olmuştur. Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğmuştur. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Filolojisi’nden Bedî’ İlminin Tekâmülü ve İstanbul’da Bulunan Bedîiyyat Yazmalar Kataloğu başlıklı lisans bitirme teziyle mezun olmuştur. Aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde, İslami bilimler ve oryantalistik alanında önemli bir yere sahip olan Alman oryantalist Hellmut Ritter’in yanında öğrenim görmüştür. Doktora tez çalışmasını, Arap dili ve tefsir ilimleri âlimi Ebû Ubeyde Ma‘mer İbn el-Müsenna et-Teymî’nin (ö. 210/824-5) “Mecâzü’l-Kur’ân” adlı tefsiri üzerine yapmıştır. Tezde, Kur’ân-ı Kerîm’de gerçek anlamı dışında kullanılan mecazî ifadeleri konu edilmiştir. 1950 yılında tamamlanan bu çalışma, Kur’an’da mecazın bilinçli ve sistemli bir şekilde kullanıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca, erken dönem İslami ilimlerdeki dilsel ve edebî analizlerin gelişmişliğine de ışık tutmuştur. Tezinin kabulüyle birlikte akademik çalışmalarına yoğun biçimde devam etmiş; Arap dili, tefsir, hadis ve bilim tarihi alanlarında pek çok eser kaleme almıştır. Kısa sürede alanında saygın bir akademisyen hâline gelmiştir.

1950 yılında, doktoraya devam ettiği İstanbul Üniversitesi’nden ayrılarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde asistanlık görevine başlamıştır. Burada, Prof. Muhammet Tayyib Okiç’in başında bulunduğu Dogmatik İlimler Kürsüsü’nde (Temel İslam Bilimleri Bölümü) ilk asistanlardan biri olmuştur. Bu görevini 1953 yılına kadar sürdürmüştür. Aynı dönemde askerlik hizmetini yedek subay olarak ifa etmiştir. Asistanlık yıllarında, doktora tezinde incelediği Mecâzü’l-Kur’ân’ı yayımlamak amacıyla bir süre Kahire’de bulunmuştur. 1953 yılında, İstanbul Üniversitesi’ne dönmek üzere Ankara’daki görevinden ayrılmıştır. 28 Şubat 1953 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesindeki Umumi Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Prof. Zeki Velidi Togan’ın başkanlığında asistan olarak göreve başlamıştır. Bu dönemde araştırmalarını sürdürürken, Buhârî’nin hadis kitabındaki bazı bölümlerin Mecâzü’l-Kur’ân’dan alındığını fark etmiştir. Buhârî’nin yazılı kaynaklardan yararlandığını ortaya koymuş; böylece, hadis derlemelerinin yalnızca sözlü geleneğe dayandığını savunan oryantalist tezleri geçersiz kılmıştır.
Prof. Dr. Hellmut Ritter’in danışmanlığında hazırladığı “Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar” adlı doçentlik tezini Fuat Sezgin 1956 yılında yayımlamıştır. Bu çalışmasında, Buhari’nin derlediği hadislerin sözlü değil, erken dönem İslam kaynaklarına ve hatta 7. yüzyıla kadar uzanan yazılı metinlere dayandığını öne sürmüştür. Bu tez, hâlâ Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde tartışılmaya devam etmektedir. 1954 yılında, İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde doçent olmuştur. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve “147’ler” olarak bilinen akademisyenler arasında yer almıştır. Bir valizle yurt dışına çıkmak zorunda kalmış; Almanya’ya giderek akademik çalışmalarına burada devam etmiştir. Aynı alanda çalışan bazı oryantalistlerin kıskançlıklarıyla karşılaşmış ancak karşılaştığı tüm zorluklara rağmen bilimsel çalışmalarından vazgeçmemiştir. Bu dönemde yaşadığı sıkıntılara dair, Ben şuna inanmıştım artık: Tüm musibetler karşısında sadece Allah’a inanacaksın, başka hiçbir şeye değil.sözlerini söylemiştir. Fuat Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca dâhil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. Prof. Dr. Fuat Sezgin, Arapça yazma eserler literatürüne dair kapsamlı bir çalışma olan en öenmli eseri Arap-İslam Bilim Tarihi adlı eserinde; Kur’an ilimleri, hadis ilimleri, tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, şiir, tıp, farmakoloji, zooloji, veterinerlik, simya, kimya, botanik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji ve bu alanlarla ilişkili konular; dil bilgisi, matematiksel coğrafya, İslam’da kartografya (haritacılık) ve İslam felsefe tarihi gibi birçok konuyu ele almıştır. Almanya’da kurduğu Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü için bilimsel araç ve gereçlerin birebir benzerlerini yaptırarak, bu modellerin 25 Mayıs 2008 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi'nde sergilenmesini sağlamıştır. 
Prof. Dr. Fuat Sezgin, 30 Haziran 2018 tarihinde İstanbul’da 93 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi, Fatih Camii’nde kılınan namazın ardından, Gülhane Parkı içerisindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin önünde ayrılan alana defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin, çalışmalarını mizanına koysun. 

***
İslam bilimler tarihi üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca’yı vefatı dolayısıyla rahmet ve minnetle anmak istiyorum. Bu anma vesilesiyle, kendisinin konferanslarında dile getirdiği, bazı bölümleri kitaplarına da yansıyan düşüncelerinden bazılarını paylaşarak onun ilmi mirasına dikkat çekmek istiyorum. Bu metin, Fuat Sezgin’in 2011 yılında Frankfurt’ta gerçekleştirdiği "İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri" başlıklı konferansındaki bazı ifadelerin özetlenmiş hâlidir:

"Avrupalıların 17. yüzyıldan itibaren kendilerini İslam dünyasından üstün görmeye, hatta bu kültür dünyasını unutmaya başladıkları bir sırada ilimler tarihinin büyük bir çağ anlamında Rönesans diye bir adlandırma ortaya çıktı. Bu terimin taşıdığı anlama göre Avrupa, onun içinde hatta 12. yüzyıldan itibaren belirmeye başlayan ilmi kalkınma doğrudan doğruya giren bilimlerin Latince terlemesi benimsemesi ve etkisiyle değerlendiriliyordu. Bu anlamın birçok bilim tarihçisi tarafından tarihi gerçeklere harika olduğu gösterisi olmasına rağmen, Batı dünyasında hatta onun dümen suyunda kalan İslam dünyasına hâkim bulunuyor. Benim kuşağım ilkokulda ve lisede Rönesans görüşünü sarsılmaz bir gerçek olarak Batı dillerinden alınan ders kitaplarından öğrenmiştir. Ben, 60 yıllık çalışma hayatım sırasında, her gün biraz daha fazla İslam uygarlığını tanımanın ve tanıtmanın, Batı dünyasına ulaşmak davası bakımından en sağlam – daha doğrusu tek – yol olduğuna inandım. Bugünkü bilgime göre, bunu gerçeğe oranla çok yoksul buluyorum. Genç Batı uygarlığını, İslam uygarlığının değişik coğrafi ve iktisadi şartlar altında gerçekleşen devamı olarak görüyorum. Bu anlamda İslam bilimleri, Yunan bilimlerinin bir devamı olarak gelişti. Diğer taraftan Yunan bilimlerinin temellerinin, eski Mısır ve Babil/Mezopotamya bilimlerine dayandığını, bilimler tarihi yavaş yavaş ortaya koyuyor. Benim için bilimler tarihi bir bütündür. Benim tercihim, bu bütünü meydana getiren parçaları gerçeğe uygun bir şekilde, ön yargılardan uzak bir objektiflikle değerlendirmektir. Bu, bir bilim tarihçisinin görevidir.
Müslümanların Yunanlardan aldıkları bilimleri geniş ölçüde geliştirdikleri, bazı bilimleri ise ilk defa kurdukları biliniyor. Ciddi bir duraklamanın ancak 16. yüzyılın ikinci yarısında kendisini gösterdiği gerçeğine inanmaya zorlanıyorum. Bilimler tarihinin eskimiş bir tutumuna göre, 12. yüzyıl İslam bilimlerinin duraklama veya sönme çağının başlangıcı olarak varsayılır. Hâlbuki özellikle son 50 yılın ilgili çalışmaları, 13. ve 14. yüzyılda İslam bilimlerinin hemen her alanda çok yüksek bir ivme kazandığını ve onların gittikçe politik ve iktisadi bakımdan zayıflayan İslam dünyasında zayi olduğu hâlde, ulaştıkları ilerleme, Avrupa’da genelde 17. yüzyıldan itibaren ürünlerini vermeye başladığı inancını uyandırıyor.
Amerika kıtasının Kristof Kolomb tarafından keşfedilmesi üzerine düşüncelerde, insanların sonradan “Amerika” diye adlandırdıkları kıtaya ulaşmaları üç aşamada olmuştur. İnsanlar eski dünyadan başlayarak, bilinmeyen bir çağdan beri zaman zaman tesadüflerle okyanusun içindeki büyük kara parçasına ulaştılar. Bu, günümüzde kabul edilen bir gerçek. Müslümanlar, en geç 10. yüzyılın ilk yarısından itibaren, İber Yarımadası’ndan ve Batı Afrika sahillerinden – sayısını bilemeyeceğimiz defalar – okyanusun karşısı sayılan batıya yelken açmaya çalıştılar. Onlar, Atlas Okyanusu’nun Fas sahillerine, Afrika’nın güneyinden 9. yüzyıldan beri ulaşabiliyorlardı. Kendilerinin okyanustan batıya doğru yaptıkları seferlerde, bizim için bilinmeyen bir tarihten itibaren ama en geç 15. yüzyılın başında büyük kara parçasına ulaşmış, dönmüş ve bunu çok defa tekrar etmiş olmaları lazım. 9. yüzyıldan itibaren matematiksel coğrafya ve kartografya alanlarında geçen 800 yıl boyunca gelişen bir kültür dünyasının mensupları olarak, Batı Antarktik kıyılarının ve benzerlerinin büyük bir kısmının haritalarını Müslümanlar yaptı. 10. yüzyıldan itibaren bilimlerin diğer sayfalarında olduğu gibi, onların bu alanlarda da lider konumlarını kaybetmeleri ve yerlerini başkalarına bırakmaları, tarihi bir kader olmuştur. Nasıl ki Bartolomeo Diaz ve Vasco da Gama, Müslümanların haritalarıyla Ümit Burnu’na ve Hint Okyanusu’na yönelmişlerse, Portekizliler ve İspanyollar da bu haritalarla ve bu arada  Macelllan da Amerika’ya ulaşmışlardır. Eski Portekizliler ve İspanyollar bu gerçeği saklamamışlardır. Onlar, Müslüman öncüllerinden üstlendikleri işi büyük bir çaba ve gayretle geliştirip, yeni kıtanın varlığını insanlığın bilgisine sunulmasına sebep olmuşlardır.
Tanıdığımız büyük uygarlıklar bilimler tarihindeki rollerini oynadıktan sonra, liderlik durumlarını bir tarihi kader olarak başkalarına terk etmek durumunda kalmışlardır. Kültür dünyalarının önderlik konumlarını kaybetmelerinin sebepleri her zaman aynı olmuyor, bazen de aydınlatılamıyor. İslam kültür dünyasının duraklama sebepleri üzerinde uzmanlar sık sık konuştular; ancak birbirini tutmayan görüşler ileri sürdüler. Ben burada şahsi görüşümü ileri sürmekten kaçınarak, gerçekte duraklamanın tek bir sebebi olmadığı hususunda kazandığım inancı vurgulamakla yetineceğim. Bilinen gerçek şudur ki: Türk halkının büyük bir çoğunluğu kendisini bugün ne kadar İslam dininin mensubu olarak görüyorsa - tıpkı bütün dünyada çoğunluğun kendini bir dine bağlı gördüğü gibi- bizim Türkiye’nin bu konudaki realitesini başka bir ifadeyle şu şekilde ifade ediyorum: Bazı Türkler, bundan 150 veya 200 yıl önce, İslam dünyasının Avrupa kültür dünyası karşısındaki teknolojik geri kalmışlık durumu üzerinde düşünmeye başladığında, bunun sebebinin bizzat dinin kendisi olduğuna inanmaya yöneldiler. Bu inanış, onların bir kısmında – veya çoğunda – yavaş yavaş din düşmanlığı şekline dönüştü. Bunun sonucu olarak, gerilikten kurtulmanın çaresi toplumun dinden uzaklaştırılmasında görüldü. Bu düşünce gittikçe yayıldı ve hâlen de yayılmaktadır. Ama bugün, 20. yüzyılın başlarında bütün toplumları tahrip eden olguların arttığı bir dönemde, toplumumuzun geri kalmışlığının veya istenen sürate bir türlü kavuşamayışımızın nedenlerini, eski tutumlarımızın ne derece doğru veya yanlış olduğunu, artan tarihî bilgi ve sosyal tecrübe birikimleriyle dayanarak, bilimler tarihi açısından yeniden kritik etmekten kaçınmamalıyız. Ben şayet bir bilimci tarzı olarak karşınızda Türkiye’nin Batı dünyası oranına geri kalmış olması sebebinin yine din olmadığını fikrini, belki de ısrarla ileri sürüyorsam, bunun benim dinin kendisini savunma kaygısı ve yanlıştan kurtulmasını bilmesini isterim. Ben bir din davetçisi değilim. Hiçbir zaman din daveti işini üzerime almadım. Her türlü kaygısız söylemek isterim ki, ben bilim tarihçisi olarak İslam dünyasında 16. yüzyılın sonlarına doğru bilinen duraklamaya başlamasına sebep olan şey üzerine yıllarca ve düşündüm, büyük oryantalistlerin bu sebepler konusundaki çabalarını tanıdım. Şimdi bu sebebi veya sebeplerin uçlarını yakalar gibi olduğuna inanıyorum. Bu duraklama sebebi asla dinin kendisi değildir.
Büyük bir çoğunluğu inananlarla, azınlığı ise inanmayanlardan oluşan bir toplum tablosu karşısında buluyoruz kendimizi. Bu sadece Türk yazgısı olmayan, modern dünyanın her köşesinde bulunan bir tablodur. Şu kadar var ki, Batı dünyasında bu iki grubun mensupları bir harmanın içinde yaşarlarken, Türkiye’de bu iki grup birbirini sevmemekten başka bir şey yapmıyor, biri diğerini küçümseyen acı gerçeği daha açıkça adlandırmaya gidersek, birbirlerini düşman cephelere dönüştürüyor. Karşılıklı tolerans her iki tarafta da ya çok az ya da hiç yok. Ama bu iki grubun iki ortak özelliği var. Birisi, inanmanın ve inanmamanın verdiği hakkın, ferdin hürmet edilmesi gereken vicdani bir hakkı olduğu anlayışına sahip bulunmamaları. Diğeri ise Batı uygarlığı hakkındaki yanlış değerlendirme ve ona karşı duyulan aşağılıklık kompleksi duygusudur. Türk bilim adamlarının, tarihçilerinin, kültür tarihçilerinin, sosyologlarının, pedagoglarının bu kutuplaşma fenomeni ve sebepleri üzerinde durmalarını yine hasretle rica ediyorum.
Müslümanlara kimya ve pozitif bilimlerle tanışmayı çekici gösteren, ne pratik faydacılık ne de felsefi teolojik sorunlarla uğraşmalarına sebep olan teorik faydacılıktır. Eğer İslam dini, ta başlangıçtan itibaren bilimin rolünü, ilmin değerini, dinin temel öğesi ve böylece bütün bir insan hayatının asıl itici gücü olarak öne sürmemiş olsaydı, belki de kapsamı hızla genişleyen çeviri faaliyetlerini temellendirmek için Müslümanlara tıp, kimya ve pozitif bilimlerle tanışmayı çekici gösteren ne pratik faydacılık ne de felsefi teolojik sorunlarla uğraşmalarına sebep olan teorik faydacılık yeterli olabilirdi. İlim, İslam’da böylesine merkezi bir konuma yerleştirilmiş, hatta neredeyse dini bir saygı görmüş olmasaydı, muhtemelen çeviri faaliyeti olduğundan daha az bilimsel, daha az sürükleyici ve daha ziyade yaşamak için pek zaruri olanı almaya gerçekte bilinenden farklı bir şekilde sınırlanmış olarak kalırdı.
Eski kültür dünyalarından alınan bilim alanlarının hemen hemen hepsinde, İslam’ın 3. yüzyılı (miladın 900ler ve sonrası) ortalarından üretkenlik merhalesine ulaşılmıştır. İkinci yüzyılda gerçekleşen alma ve özümleme merhalesini üretkenliğe bağlayan sürecini anmadan geçmeyeceğim. Yunanca birçok eser ikinci yüzyılda aslından Arapça'ya çevrilmiş, ya da Süryaniler aracıyla Arapçaya Bağdat bilim dünyasına çevrilmiş. Daha sonraları bu ilk çevirilerin birçoğu yeterli bulunmayarak ikinci bir çeviri işlemi gerçekleştirilmiş. Bu iki merhalenin çevirilerin birbiriyle karşılaştırması, çeviri hareketlerinin İslam dünyasında ne yüksek bir düzeye ulaştığını, bilimsel terminolojinin nasıl yüksek bir gelişme gerçekleştirdiğini bizlere göstermektedir.
Çok küçük bir tablosunu çizmeye çalıştığım tabloda asıl olan gerçek şu ki: Bilimler, 10. yüzyıldan itibaren İslam Dünyasından İspanya, İtalya ve Bizans gibi ana yollardan ve daha birçok vasıta ile Avrupa’ya ulaşmıştır. 500 yıl kadar süren bir resepsiyon ve inşa sürecinden sonra Avrupa’da 16. yüzyılda üretkenlik kendini gösterdi. 17. yüzyılda Avrupalılar kendilerini önderlik durumunda görmeye başladılar, bunu Müslümanlar da bu yüzyıldan sonra kabullenmeye başlamışlardı. Ama bu duruma Avrupalılar nasıl ulaşmışlardı, bunu artık ne Avrupalılar ne de Müslümanlar biliyorlardı. Tıp tarihçisi Heinrich Schipperges'in 1961 yılına söylediği çok veciz bir sözle bu konuşmaya son vereceğim: "İslam bilimlerinin Avrupa’ya taşınması, yüzlerce yıl çok güçlü etkilerde bulunan ve hala da etkilerine devam eden, onsuz modern dünyanın kuruluşunu kavrayamayacağımız bir fenomendir."
Türkler ve diğer Müslüman toplumlar bilimler tarihinde çok önemli yerleri olduğunu yeni öğrendiler veya öğrenmeye başladılar. Bu kaba bilgi, onlara oryantalistlerin uzun bir geçmişe dayanan çalışma sonuçları olarak ulaştı. En çok Türkiye’de, kısmen de diğer İslam ülkelerinde, kendilerine Müslümanların bilimler tarihindeki yerleri ile ilgili ulaşan bilgilere karşı şüpheci ve reddedici bir eğilim var. Onların İslam’a karşı inanç açısından taşıdıkları reddedici tutum, bütün bilimler tarihinin öne sürdüğü gerçeği kabullenmemelerine götürüyor. Şöyle ki; Onlar İslam’a inanma ve inanmama konusundaki doğal hakları bir tarafa, ispat edilen tarihi bir realiteyi kabullenmeme üzerinde fanatik bir direnme gösteriyorlar. Buna rağmen son 10 yıl içinde İslam ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de bilimler tarihinde yerlerine karşı gösterilen ilgi uyandı ve gittikçe de artıyor. Birçok üniversitede İslami Ürünler Tarihi Enstitüsü kurma gayretleri var. Bu vesileyle ben de İstanbul'da bir Bilimler Tarihi Ensitütüsünün kurulması düşüncesinin heyecanını duyuyorum. Ben şahsen bu amaca yüksek düzeyde ulaşılması için elimden gelen her gayreti göstereceğime sizlere inandırmak istiyorum."
Kaynakça: Fuat Sezgin, İslam bilimler tarihi üzerine konferanslar, Timaş Yayınları, İstanbul 2017.

"Herhangi bir kişi eğer gerçeği öğrenmek istiyorsa, bu onun kendini geçen kuşakların kitaplarına sarılıp onlara karşı duyduğu iyimserliğe kaptırmakla sağlanmaz. O, böyle bir davranışı yasak sayarak tam anlayıp anlamadığı yönünde titizlik gösterir, ispat ve delile dayanır. Noksanlık ve yanlışlıklara mahkum bir beşer olan yazarın sözüne değil, bilim kitaplarına karşı araştırıcı maksadı gerçeği bilmekse, okuduğu her şeye karşı kendini bir düşman durumuna sokmalıdır. Metni ve kenar notlarını delik deşik edip her yönden hücum halinde görmeli; ama o bu düşmanlık tavrında ne insafı unutmalı ne de müsamahakar davranmalıdır. O ancak böyle hareket ederse gerçek ona kucağını açacak ve ona öncekilerin ifadelerindeki noksan ve kuşkulu taraflar gözükmeye başlayacaktır." (İbn-i Heysem, ö.1041)

0 yorum:

Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırım. İlim; amel etmek ve başkalarıyla paylaşmak içindir. Niyetimiz samimiyetle insanlara yararlı olmaktır, akıbetimiz bu vesileyle güzel olsun. Dua eder, dualarınızı beklerim...

"Allah'ım; bana fayda sağlayacak ilimleri öğret ve ilmimi ziyadeleştir."

“Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim. Yüzümü, gönlümü sana çevirdim. İşlediğim tüm günahlarımı affeyle! Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dînin üzere sâbit kıl. Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”

“Rabbim! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafından bir rahmet bağışla.Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin. Muhakkak ki lütfu en bol olan Sen’sin. Senden başka ilâh yoktur."

Lâ ilâhe illallah Muḥammedürrasulüllâh


KADİR PANCAR

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!