Net Fikir » islam ahlakı
Kula kulluk edilmez
Sözlükte “esir, köle, uşak” anlamına gelen "kul" kelimesi, Türkçe bir kelime olup, Orhun Yazıtları’nda "esir ve köle" anlamında geçer. Osmanlı padişahlarındaki kullanımda, "halk, tebaa, hizmetkâr, sadık" gibi anlamlara gelir. Dîvânü lugāti’t-Türk’te "kul" kelimesine, Osmanlı kullanışına uygun olarak “tâbi, hizmetkâr, sadık” anlamları verilmiştir. Arapça ve diğer Sami dil ailesinde kul kelimesi, "abd" (ﻋﺒﺪ) şeklinde olup, “hür veya köle olan insan” anlamlarına gelir. Bazı kelimelerin mecazi olarak kullanımı, her ne kadar yaygınlık kazansa da itikadi açıdan uygun değildir. Kul kelimesi de kanaatimce sadece "Allah'a kul olmak" şeklinde, Allah'tan başka hiçbir varlığa has kılınamayacak kadar özel bir kelimedir. "Kul olmak" kelimesi, bazen çok sevilen kişiler için; "kulun kölen olayım" şeklinde sevgi-saygı amaçlı, bazen yüksek makamlar karşısında; "kulunuz" "bendeniz" şeklinde nezaket amaçlı, bazen de birini kendine hizmetçi kılmak manasında; "kapıma kul ederim" şeklinde tehdit amaçlı olarak, mecaza hamledilerek kullanılır. Benzer şekilde, tarihte Osmanlı padişahlarından nakledilen "kullarım" şeklindeki bir hitap tarzıyla da "köle, hizmetkar, asker" anlamlarında "kul" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin böyle mecaz ya da hakiki anlamıyla Allah'tan başka varlıklar için kullanılması, kanaatimce haddi aşan bir kullanımdır. O kadar kelime arasından "kul" kelimesinin seçilip kullanılması, nefsin kolayca kibre düşebilmesinin yolunu açması bakımından bana göre sıkıntılıdır. İşte bu yazıda "kul olmak" kelimesinin kullanımından yola çıkarak, "hiçbir mahluka kul veya köle olmadan yalnız Allah'a kul olunacağını" anlatmaya çalışacağım.
Kuran-ı Kerim'de "abd" hitabı Muhammed ﷺ ve diğer peygamberler, cinler, melekler ve insanlar için kullanılmış ve tapınma manasındaki bir kulluğun yalnızca Allah için olacağı, Kuran-ı Kerim'de net bir biçimde bildirilmiştir. "Allah’ı bırakıp tapındıklarınızın hepsi sizin gibi (yaratılmış) kullardır. Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi hemen onları çağırın da size cevap versinler." (A’raf Suresi, 194) ilahi hitabı ve “Allah’tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adınıza elem dolu bir günün azabından korkuyorum.” (Hud Suresi, 26) ayeti, "kul" kelimesinin kullanımının da böyle bir vasıfa sahip olacağını akla getirir.
İnsan, yalnız Allah'a kul olur ve sadece O'na kulluk eder. Ancak Allah'a boyun eğerek gerçek manada huzur bulabilir. Allah'a itaat etmek ve O'nun emirlerini yerine getirmek, insanın hayatına bir anlam katar. Allah'a kul olmak; insanı doğruya, adalete ve hidayete yönlendirir. İnsanın gerçek huzuru bulması, Allah'a kul olmaktan geçer. Allah'a karşı sevgi ve itaat, insanın kalbini tatmin eder; manevi mertebeler elde etmesini, derecesinin yükselmesini sağlar. İnsan,
yaratılış amacının bilincinde olmak zorundadır. İnsanın yaratılış gayesi, Allah'ı Rab olarak tanımak, sadece Allah'a ibadet etmek, daima
Allah'a şükretmek ve O'nun rızasını kazanmaya çabalamaktır. İnsanın bütün varlığı ile Rabbine itaat etmesi ve O'nun rızasını kazanması için
çaba göstermesi, bu dünyada varolmasının gereğidir.
Allah'ın
kulları olarak insanlar, Allah'a itaatsizlik etmeden ve O'nun emirlerine eksiksiz uyarak yaşamaya gayret göstermelidir. İman, ibadet,
takva ve güzel ahlak, insanın Allah'a kul olma sorumluluğunun temel unsurlarıdır. Allah'a kul olmak; insanın hayatında doğru yolu tercih
etmesi, hidayete kavuşması, dünyada salih amel için hareket etmesi ve yaşamını Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla düzenlemesi anlamına gelir. İnsan, ancak Allah'a kul olur. O'nun emirlerine ve yasaklarına itaat
eder. Yaratılmış hiçbir mahluk, ibadete layık değildir. İbadet ve kulluk ancak Allah'a yapılır. Nitekim Allah'ın kendilerine zenginlik, mal-mülk ve hakimiyet verdiği Karun, Haman, Firavun ve Nemrut gibi geçmişte ilahlık taslayan, mal ve servetleriyle böbürlenen sahte yeryüzü
tanrıları; Allah yerine başka ilah arayışına giren buzağıyı tanrı edinen Samiri gibi daha pekçokları Allah'ın gazabı karşısında yok olup
gitmişlerdir. "Karun'u, Firavun'u, Haman'ı da yok ettik. Andolsun ki, Musa, kendilerine apaçık belgeler getirmişti de onlar Yeryüzünde
büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı." (Ankebut Suresi, 39) Andolsun ki güç ve kuvvet ancak Allah'ındır. İnsan, ancak Allah'a kul olursa gerçek anlamda özgürleşir ve huzura erer. İnsan yaratıcıya karşı kulluğunu kabul ettiği zaman, boyun eğip
itaat ettiği zaman, dünyada hiçbir şeyden çekinmez, kimsenin önünde
eğilmez. Bu durum da kişiye manevi bir huzur ve anlam katar. İnsan başka
hiçbir varlığa kul olamaz, başka bir varlığın önünde eğilemez. Böylece
Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak hareket eden bir insan, ancak
Allah'a kul olabilir. İnsanlar ister gönüllü olarak isterse de gönülsüz
olarak davransın sonunda, "Göklerdeki ve yerdeki herkes Rahman’a kul olarak gelecektir." (Meryem Suresi, 93)
Yaşlılarımız ve fosilleşmiş gençlik
Yaşlı kelimesi, TDK sözlüğüne göre; "yaşı ilerlemiş, kocamış, ihtiyar, uzun yılları geride bırakmış" olarak tanımlanmıştır. Arapça karşılığı olan ihtiyar ise, yine aynı sözlükte; "Yaşlı, kocamış olan, pir kimse, cansız, sönük, eski" anlamlarına gelir. Burada etimoloji ile uğraşmak için bunları zikretmedim. Son günlerde gündeme gelen, "yaşlıların sokağa çıkma yasağı ve gençlerin kendi çapında, yaşlılar üzerinde oluşturduğu olumsuz algılar ve eğlence biçimleri" nedeniyle böyle bir yazıyı kaleme aldım.
Malum ola ki tüm dünyayı sarsan virüs vakaları nedeniyle, devletler bazı tedbirleri uygulamaya koydu. Yaşlı vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma yasağı da böyle bir ortamda gündeme geldi. Bağışıklık sistemi, daha zayıf ve kronik rahatsızlıkları gençlere göre nispeten daha fazla olan yaşlı kimseleri, bu salgından korumak (!) için bu şekilde bir önleme başvuruldu. Bu yasak uygulaması, bazı ülkelerde genç ve yaşlı ayrımı yapılmadan tüm vatandaşlara doğrudan uygulandı. Hangisinin daha doğru olduğu tartışmalı bir konu olduğu için buraya değinmek istemiyorum. Benim üzerinde durmak istediğim mevzu; gençlerin bu süreçte yaşlılara olan tutumu ve toplumda onlara karşı oluşturulan olumsuz algılar üzerine olacaktır.
Virüs salgını nedeniyle yaşlı vatandaşlar için sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini fırsat bilen, kendi genç ama ruhu çürümüş fosil mertebesindeki bazı kişiler, yaşlılara hiç olmayacak saygısızlıklar yaptılar. Dışarıda yaşlı vatandaşları gören bazı kendini bilmezler, kültürümüzün köklü çınarları olan ihtiyarlarımıza, maalesef zorla maske takmaya çalıştılar. Kimi densizler, ihtiyarların başlarından kolonya döktüler. Kimileri, sokakta gördükleri yaşlıları alaya alıp evlerine hapsetmeye, sokakta yürümelerini engellemeye kalkıştılar. Markette, pazarda alışveriş yapan yaşlılara "sende virüs var" , "sen hastalıklısın" diye hakaretler ettiler. Maalesef bütün bunların hepsi, müslümanların çoğunlukta olduğunu her defa dile getirdiğimiz, Türkiye'de gerçekleşti. Oysa İslam dini, tüm inanan insanlara, büyüklere ve yaşlılara hürmet edilmesi gerektiğini hem sözlü hem de fiili olarak peygamber efendimizin tatbiki ile göstermiştir. Esasında böyle bir olayın dini bir yönünün de olmaması gerekir. Bu tutum ve davranışlar aslında çok büyük kabahat ve nezaketsizlik, insan benliğine saygısızlık, özgür yaşam biçimine müdahale ve kişi hürriyetini yok sayma kaidelerine göre suç sayılabilecek hareketlerdir. Zaten bu yüzden bu davranışı gösterenler, yakalanıp çeşitli cezalara çarptırılmıştır. İşin ceza boyutunda değilim. Bu tip davranışlar, yaratılmış bir insan ve özelde bir müslüman ülkede yaşayan bir müslüman olan kişi bazında düşünüldüğünde, bu kişilerin hareketlerinde, bu iğrenç ve kabul edilemez mizah anlayışı, niçin ve nasıl yer alabilir? Bu davranışları insanlar neden sergileme isteği duyar? Bu sorular etrafında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Dilsiz şahit hayvanların vebali
Çeşitli mecralarda sıklıkla bahsedilen hayvan hakları konusu üzerinde çeşitli okumalar sonucu elde ettiğim verileri, özellikle son yıllarda Amerika ve Avrupa kıtalarında yayılmaya başlayan vegan yaşam tarzı ve et tüketimine alternatif arama çalışmaları eşliğinde değerlendirmek istiyorum. Basın bültenlerinde sıklıkla karşılaşılan hayvanlara eziyet ve işkence haberleri, sentetik et üretimi, vegan yaşam özendirme reklamları birlikte izlendiğinde görünenden farklı bir bakış açısına sahip olunacaktır diye düşünüyorum. Konuyu derinlemesine incelemeye çalıştığım bu yazıda gayret bizden tevfik Allah'tandır.
Hayvanlar, bizim gibi can taşıyan, kendi dünyalarında insana mahkum olmadan yaşayan, insanların çeşitli işlerine yardımcı olan, sessiz/sakin, zikir ve secde ehli olan canlılardır. Hayvanlar bizim idrak edemeyeceğimiz kendilerine has halleriyle, Allah’a secde ve tesbih ederek yönelmişlerdir.[1] Kâinatta çeşit çeşit görevleri olan, her biri ayrı renk ve şekillerle hem güzelliğin hem de vahşiliğin numunesi konumunda olan hayvanlar, esasında insanlığa her haliyle birer ibret vesikasıdır. Kur’an-ı Kerim, bu yaratılış çeşitliliğini şöyle ifade etmiştir: “Allah’ın gökten su indirdiğini görmez misin? Sonra onunla renk ve çeşitleri farklı ürünler çıkardık. Dağların da farklı renklerde; beyaz, kırmızı, simsiyah yolları, kısımları vardır. Aynı şekilde, insanlardan, binek hayvanlarından ve eti yenen hayvanlardan da farklı tür ve renklerde olanlar vardır. Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar. Şüphesiz Allah üstündür, çokça bağışlayıcıdır.” (Fâtır Suresi/27-28)
Muallimin vasıfları ve vazifeleri
Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri
Malı elde etmek için insan dört hål üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lazım geldiğini bil!
Mal sahibinin halleri şunlardır:1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur.4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur. Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.
İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın,
sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile
zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına
öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hale getirmektir. Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini
başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü
böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da
aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid
kılar..
Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek
kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.
Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye
ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim
şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: '0 bir fitile benzer. Fitil yanar ve
başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.
Talebelik adabı ve hususiyetleri
1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın
yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının
ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.
2. İlim ehli olacak kişi, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmalı ve ailesinden ve
vatanından uzaklaşabilmelidir. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı
başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. "(Ahzab Suresi/4) İnsanda iki kalp olmadığına göre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektir. Bir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildir. Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakikatlarin
anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, kişinin tüm benliği ile tamamını almadıkça birazını bile o kimseye vermez.
İlme tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine de şüphelidir. Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış
sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları toprak emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir
damla bile kalmaz. Günümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruz. Bu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul olmamaları gerekir.
Münazara (tartışma) ahlakı üzerine notlar
Münazaradan doğan kötü ahlâkın yol
açtığı sonuçlar
Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefini göstermek için
halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccühünden istifade etmek
için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil böyle bir tartışma biçimi, Allah'ın düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdır. Bu çeşit münazaralar; kibir, ucub, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir.
İçki içmek ile diğer fuhşiyatları yapmak arasında muhayyer bırakılan
bir kişi, içkiyi daha ehven görüp onu içerse, bununla kalmayıp içki onu
diğer fuhşiyata nasıl zorlarsa; aynen bunun gibi başkasını susturmak, münazarada galip gelmek, rütbe aramak ve iftira etmek sevgisi de kime galip
gelirse; bu sevgi o kişiyi bütün pisliklerin içine sürükler, kötülükleri nefsinde toplamaya başlar. Yine bu sevgi bütün kötü ahlâkların bu kişide toplanmasına vesile olur.
Bu ahlâkların tamamının çirkin olduğunu izah eden deliller, ayet ve hadislerde zikredilmiştir. Bu yazıda, olumsuz münazaranın tahrik ettiği kötü ahlâkın sonuçlarından bir kısmını aktarmaya çalışalım.
1. Hased
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hased, ateşin odunları yemesi gibi, sevapları yiyerek bitirir." (Ebu Davud) Münazara eden (tartışmacı), kendisini hasedden katiyyen kurtaramaz. Çünkü bir
tartışmacı, bazen galip gelir, bazen de mağlup olur. Onun için bazen onun
konuşması övülür, bazen de karşısındaki muarızın konuşması övülür. Öyleyse bu dünya ilminde kuvvetli ve görüşlerinin isabetli olduğu kabul edilen biri oldukça veya "Filân adam senden daha iyi görüyor ve senden daha isabetli kararla
veriyor" denilme ihtimali bir münazarada bulundukça, böyle bir kişinin hased duyacağı muhakkaktır. Münazaracı karşısındaki kendisine tafdil edilen adamı küçültmeye ve ona teveccüh eden, onu beğenmey başlayan kalpleri de kendisine çevirmeye yarayacak bütün faaliyetleri ustalıkla göstermeye
çalışır.
Hased, helâk edici bir ateştir. Hased ateşiyle yanan bir kişi, bu dünyada
büyük bir ızdırap içindedir. Ahiretteki azabı ise, dünyadakinden kat be kat
fazla olacaktır. İşte bunu anlatmak için ibn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: "İlmi nerede bulursanız alınız. Fakihlerin birbirinin aleyhindeki tartışmacı sözlerine
kulak vermeyiniz. Çünkü onlar ağıldaki tekeler gibi dövüşmektedirler."
2. Kibir ve Tekebbür
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim büyüklenirse, Allah onu alçaltır; kim de tevazu gösterirse Allah, o kişiyi yükseltir." (Hatib) Yine Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i
kudside Allahü Teala'nın zatını kastederek şöyle buyurmuştur: "Azamet benim izarım, kibriya ise benim abamdır. İşte bunun içindir
ki bu iki şeyde bana ortak olmaya yeltenenin belini kırarım!" (Ebu Davud, ibn Hibban) (Hadiste Allahü Teala hakkında geçen "izar" ve "abâ" kelimeleri zahirî anlamda düşünülmemelidir).
Tartışmacı, emsallerinden üstün görünmek hastalığından hiçbir zaman
kurtulamaz. Olduğundan çok daha üstün görünmek ister. Hatta bu büyüklük
budalaları, münakaşa meclislerinin herhangi bir yeri için bile kavga ederler.
Meclisin başında oturmak; baş koltuğun kendilerine ait olduğunu iddia etmek peşindedirler. Kendilerinden başkasına bu yerleri lâyık görmedikleri
için itişip kakışırlar, dar bir yoldan geçildiği zaman "ben önde giderim, sen
önde gidersin" diye itişir dururlar. Böyle tartışmacıların kurnazları ise: "Biz
böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz; zira álimin, özellikle mü'min
bir alimin kendi nefsini zelil etmesi yasaklanmıştır." şeklinde tevilli konuşmalar
yaparak akılları sıra kendilerini müdafaa ederler. Bilmezler ki, Allah ve Rasalü tevazuu medhetmiş olmalarına karşı bu kişiler Allah'ın ve Rasûlü'nün medhettikleri tevazuu hasletini, zillet kabul eder duruma
düşmüşlerdir! Yine Allah ve Rasûlü'nün buğz ettiği bir hal olan (kibir) tekebbüre de kendi gömleklerini giydiriyor ve böylece Allah'a ve Rasûlüne zıd düşüyorlar.
Böylece tevazu gibi bu güzel kelimeleri tahrif ederek halkın dalalete sapmasına vesile oldular! Nitekim bnzer şekilde hikmet, ilim ve benzeri kelimeleri de davranışlarıyla tahrif etmişler ve halkın dalalete düşmelerine sebep olmuşlardır!
3. Hikd (Kin)
Tartışmacı kimse, kendisini kin tutmaktan kurtaramaz. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: Kamil mümin kinci değildir. “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir.” (Buhârî, Edep 57, 58, 62;Müslim, Birr, 23, 24, 28) Kin tutmayı, kötüleyen (zemmeden) o kadar çok hadis vardır ki, bu kötülüğün gizlenmesi mümkün
değildir. Bir münazara esnasında hasmını tasdik edercesine başını sallayarak ona kin tutmayan hiçbir tartışmacıya biz rastlamadık. Çünkü bir tartışmacı
diğer tartışmacının sözlerini dinlemiyor, bu sözleri iyi niyetle karşılamıyor. İste bundan dolayıdır ki bir tartışmacı, diğer tartışmacıya kin tutmaya mecbur oluyor. O kini nefsinde taşıdığı halde gizli tutması ancak nifakla mümkün olmaktadır. Fakat çoğu zaman beslenen kin, apaçık ortaya çıkıyor ve
bunu herkes müşahede ediyor. Tartışmacı bu durumda kendisini kin tutmaktan nasıl kurtarabilir? Bütün dinleyenlerin ona hak vermeleri imkânı yoktur. Ortaya koyduğu delilleri dinleyenler makbul saymak durumunda da
değildir... Onun için hasmı, sözünü biraz da olsun hafife alırsa, bu hareketi
affedemez, bundan dolayı duyduğu kini hayatının sonuna kadar kalbinden
söküp atamaz. İşte bu durum, felaketin tâ kendisidir.
4. Gıybet
Allahü Teala, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir. "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! Sizden biriniz kardeşinin ölü halindeki etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah'tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır." (Hucurat Suresi-12) Halbuki
tartışmacı, ölü eti yemekten, kendini bir türlü kurtaramaz. Çünkü o her za-man hasmının konuşmasını naklederek aleyhinde yargıda bulunur. Kendisini bu
halden kurtarmak için ne kadar titiz davranırsa davransın, hasmının söylediği sözleri ne kadar doğru naklederse nakletsin, kendisini gıybet etmekten hiçbir zaman alıkoyamaz. Çünkü hasmının konuşmasının yanlış olduğunu söylemek
suretiyle gıybet yapmış olur. Bu konuşmasının hasmının acizliğini gösterdiğini ve kendisinden daha eksik olduğunu söyleyerek gıybet yapmış olur.
Yahut da daha kötüsü hasmının söylemediğini naklederek bir de yalancı durumuna düşer. Aynı zamanda söylemediğini söyledi diyerek iftira atmış olur, müfteri durumuna düşmüş olur. Kendi konuşmasına önem
vermeyip, hasmının kelâmına kulak verenin haysiyetine tecavüz etmekten
dilini bir türlü kurtaramaz. Münazaracı kimse, karşısında kendisi ile tartışan kişileri cehalet, hamakat ve dar anlayışlılıkla
itham eder!
5. Nefsi temize çıkarmak
Allahü Teâlâ bizi, nefsimizi temize çıkarmamaya davet etmektedir. "Nefislerinizi temize çıkarmayınız; Allah kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir.
(Necm/32) Hakim bir zata "Çirkin olan doğru nedir?" diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Kişinin nefsini övmesidir".
Tartışmacı kuvvetli olmakla, galip gelmekle ve fazilet bakımından emsâllerinden üstün olmakla kendini övmekten kurtaramaz. Münazara esnasında hiç olmazsa şu kadarcık bir söz söylemekten kendini alıkoyamaz. "Ben bütün bu işleri bilmeyenlerden değilim. Ben ilimlerde ileri gitmiş hir
kimseyim. Her ilmin usûlünü ve metodunu bilirim. Birçok hadis
hıfzetmişim'. İşte buna benzer cümlelerle kendisini metheder durur. Bazen
de konuşmasını itibara alsınlar diye, böyle cümleler sarfetmeye mecbur
kalır. Halbuki herkes bilir ki kendisini ahmakça övmek ve herhangi bir sebepten dolayı nefsini tezkiye etmek, şer'an ve aklen çirkin sayılmıştır.
6. Tecessüs
Allahü Teâlâ şöyle buyurur. "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! (Hucurat Suresi-12) Tartışmacı, emsålinin ayıplarını araştırır, hasmının kusurlarını
bulmak için durmadan çalışır. Hatta tartışmacıya 'Senin memleketine bịr
tartışmacı geldi' dendiği zaman, hemen adamlarından birini göndererek
gelen tartışmacının hususiyetlerini öğrenmeye çalışır. Gizli suçlarını
araştırır. Öyle ki, münazara yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman
rakibini hususi hayatındaki ayıplarından dolayı mahcup vaziyete
düşürebilsin. Münazarada rakibini alt edebilmek için, bunları bir silâh
olarak kullanabilsin...
Tabidir ki, bu silâhlar rakibe karşı ihtiyaç zamanında kullanılır...
Hatta tartışmacı rakibinin suçlarını aramakta o kadar ileri gider ki, çocukluk zamanında yaptıklarını bile ortaya çıkarmaya çabalar... Bedenî kusurlarını dahi bulmaya çalışır. Belki çocukluğunda bir suç işlemiş olabilir veya
vücudunda bir kusur bulunabilir. Meselâ kel olması gibi... Sağır olması
gibi.. Bunları, münazarada mağlup olma tehlikesi ile karşılaştığı zaman,
rakibinin bu kusurlarına temas ederek onu mahcup etmeye çalışır. Şayet
münazara bahsinde muktedir bir kişi ise, bu sefer de rakibinin kusurlarını
ima yoluyla belirterek söyler. Şayet mağrur ve mağrur olduğundan ötürü de
ahmak biri ise, bütün bu kusurlarını rakibinin yüzüne karşı bağıra bağıra
söyler.
Tartışmacıların önde gelen şahsiyetlerine ait buna benzer hikâyeler çok
çok anlatılmaktadır.
7. Karşısındaki kimselerin kötü duruma düşmeleri sebebiyle sevinmek,
iyi durumlarına da yerinmek ve üzülmek
İslâmiyet'te kendisi için istemediği bir şeyi, başka din kardeşleri için de istememek ve kendisi için istediği şeyleri de, başka din kardeşleri için istemek ahlâkı vardır. Faziletlerini öne sürerek başkalarına karşı övünmek durumunda kalan kimseler, arkadaşının ayağının kaymasına sevinir. Çünkü ilim ve fazilette kendilerine denk gördükleri herkes bir nevi rakipleri olduğu için bilhassa onların birbirlerine karşı aldıkları tavır, tıpkı iki kuma kadının birbirlerine karşı aldıkları tavıra benzer. Nasıl ki bir kuma, öbürünü gördüğünde eli ayağı titremeye başlar ve katiyyen onu görmeye tahammül edemezse, tıpkı bunun gibi bir tartışmacı da öbür tartışmacıyı gördüğü zaman kuma kadın gibi beti benzi atar, titrer ve onu görmek istemez. Sanki karşısındaki hilekår bir şeytan veya kanını emmeye çalışan bir canavara benzer! O halde soruyoruz! Hani İslâmiyet'in istediği yakınlık ve ünsiyet? Hani
din âlimlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve sevgi? Hani her
hangi bir müşkilde din âlimlerinin birbirlerine yaptıkları yardımlar? Hani
kardeşlik, yardım ve muhabbet?
Hatta İmam Şâfiî şöyle buyuruyor: 'Fazilet ve akıl erbabı arasında ilim,
onları birbirine bağlayan bir zincirdir'.
O halde soruyoruz! Ilmi, düşmanlık vesilesi yapan kişiler, kendilerinin
İmam Şâfiî'nin takipçisi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Acaba arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşlik, ünsiyet ve arkadaşlığın tesisi hiç mümkün müdür? Elbette hiçbir şekilde mümkün değildir!
İnsanların bozulmasına, mü'min ve muttaki kulların ahlâkından
çıkarıp, münafıkların ahlâkına iten şerrin, bu kadarı insana yeter de artar bile...
8. Nifak
Nifakın kötü olduğunu bildirmek için delil getirmeye ve kötülüğünü delillerle ispat etmeye ihtiyaç yoktur.
Tartışmacılar âdeta nifaka düşmeye mecburdurlar. Çünkü, çeşitli mekanlarda hasımlarla
ve hasımların dostlarıyla her an karşılaşmak mecburiyetinde kalırlar-
Lisanen ve görünüşte onlara sevgi göstermek ve muhabbetini izhar etmek zorundadırlar. Onların derece ve hallerini dikkate almak ve onların gönlünü kırmamaya hatta tersine o kimseleri kazanmaya çalışmak lâzımdır. Halbuki kendisiyle
konuşan, dil döken ve dinleyen kişiler, bu sözlerin hepsinin yalan olduğunu
bilirler. Bilirler ki bu insan bir hasım olduğuna göre nifak, iftira ve fisk-u
fücur yapmaktadır. Çünkü münâzaracılar ancak dilleriyle birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlar. Kalplerinde ise, birbirlerine karşı silinmez bir buğz taşımaktadırlar. Biz böyle bir nifaktan şânı yüce Allah'a sığınırız! Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: "İnsanlar ilmi öğrendikleri ve ameli terkettikleri, dil ile sevişip kalplerinde buğz taşıdıkları ve aralarında sıla-i rahmi kestikleri zaman, Allah onlara lânet edip kulaklarını sağır ve gözlerini kör eder!" (Taberáni, Selmân-ı Fårisi) Günümüzde gördüğümüz manzaralar, bu hadisin mânâsını
doğrulamaktadır.
9. Haktan yüz çevirmek ve nefret etmek
Tartışmacı düşmanlık hırsı taşır. Tartışmacının en nefret ettiği sey, doğru sözün, gerçeğin ve hakkın, hasmının ağzından çıkmasıdır. Her ne zaman hak, hasmının
ağzından çıkarsa, onu var kuvvetiyle reddetmeye ve hasmını bu haktan
caydırmaya çabalar. Demek ki düşmanlık ve hakkı reddetmek.
tartışmacının tabiî ve normal hâli olmaktadır. O ister hak olsun, isterse
bâtıl, ne dinlerse sanki onu reddetmekle mükelleftir. Hatta o kadar ki
Kur'an'dan getirilen delillere dahi itiraz etme isteği kabarır içinde. Şeriat
tåbirlerine bile karşı koyar. Kesin nasslardan birini diğer biriyle
nakzetmeye çalışır. Halbuki bâtılı müdafaa etmek, çok mahzurlu ve çok
tehlikelidir.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hatasını anlayıp cedeli terkeden bir kimseye, Allah Teâlâ cennetin
ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde cedeli terkeden bir
kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder. (Tirmizi, ibn Mace) Allahü Teâlâ, iftira eden ile gerçeği yalanlayan kimseyi bir tutmuştur: "Allah'a iftira ederek yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki o zâlimler kurtuluşa
eremezler.
(En'am Suresi/21)
Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan
söylemiş, doğruyu (Kur'an'ı Kerim'i) da kendisine geldiği zaman yalanlamıştır. Kâfirlerin yeri cehennem değil midir?
(Zümer Suresi/32)
10. Riya, (halka gösteriş yapmak ve halkın kalbini kendine çekme gayretine düşmek)
Riya, insanı en büyük günahlara iten korkunç hastalığın adıdır. Tartışmacının butün gayreti, yapmış olduğu münazara ile halkın gönlünü çelmek ve kendisine taraftar toplamaktır. Bu nedenle onlar, halkın
toslandığı fikirlerin savunucusu olmayı her zaman başarırlar.
İste saydığımız bu on hastalık, båtinî fuhşiyátın esaslarındandır. Tartışmacılarda bu on menfi hasletten başka daha nice kötü hasletler
vardır. Bu kötü hasletler, kendisini zabtetmeyen tartışmacıları sonunda vuruşmaya, yumruklaşmaya,
tırmıklamaya, elbise yırtmaya, sakal yolmaya, anaya ve babaya küfretmeye, hocalara küfretmeye ve açık açık birbirlerine iftira atmaya sürükler. Böylelerini insan saymadığımız için
burada sözkonusu etmedik!
Yukarıda saydığımız on menfi haslet, tartışmacıların büyüklerinin hemen hemen hepsinde en akıllılarında dahi vardır. Bütün bunlara rağmen
bir kısım tartışmacılar, bu kötü hasletlerden uzak kalabilirler. Fakat bư
iyiliği, ancak kendisinden çok aşağı veya yukarı; yahut memleket itibarıyla
kendisinden çok uzak, maişet konusunda da kendisiyle çatışmayan
kimselere gösterir. Kendisiyle aynı ayarda olan akranlarına bu iyiliği
göstermesi, tartışmacı için imkansızdır.
Bu on hasletin her birinden on tane başka rezalet doğar. Biz bunların hepsini teker teker sayarak konuyu uzatmak istemedik. Meselâ herbirinden şu rezaletler doğar: Kendini müdafaa etmek gayreti, öfke, tamah, buğz, rütbe ve mal isteme ihtirası, hasmına galip gelmekten dolayı düşülen gurur, nimeti inkar etmek, ifrata kaçmak, zenginlere ve sultanlara hürmetkår olmak, onlarla sıkı münasebetlere girişmek, onların haram yollardan elde ettiği şeylerden almak, atlarla, bineklerle ve mahzurlu elbiselerle süslenmek, kibir ve azametinden dolayı herkesi hakir görmek, mâlâyani hususlara dalmak, çok konuşmak, korkuyu kalpten çıkarmak, kalbindeki rahmet duygusunu söküp atmak, ifrat derecesinde gaflete düşüp bir namaz içinde ne kadar namaz kıldığını, neyi okuduğunu ve kime münacaatta bulunduğunu tefrik edememek, münazarasında kendisine yardım eden ilimler üzerinde bir ömür tükettiği halde kalbinde haşyet hissinin teşekkül etmemesi -ki böyle ilimlerin âhirette hiçbir faydası yoktur- ibareleri güzel okumak, kelimeleri kafiyeli sarfetmek, olması ender hådiseleri ve hikâyeleri ezberlemek gibi saymakla bitmeyecek kadar felâketler doğurur.
Tartışmacılar, ilmi derecelerine göre münazara ilminde başarı gösterirler.
Bu mesleģin çeşitli dereceleri vardır. Fakat din, ilim, akıl ve fazilet
bakımından en büyükleri dahi bu yukarıda saydığımız kötü huyların bir
kısmından kendi yakalarını kurtaramazlar. Ancak ellerinden geldiği kadar kötülüklerini örtmeye çalışmak ve bu kötülükleri nefsinden söküp atmak için
büyük bir gayretle mücadele etmek gayesini güderler. Bu rezaletlerin sadece tartışmaclara ait vasıflar olmadığı ayrıca bilinmelidir. Va'az ve nasihatte bulunanlarda da bu çirkin hasletler bulunabilir. Şayet halka hoş görünmek, vaaz ve nasihatten ötürü bir paye kazanmak, yapmış olduğu işten dünyalık sahibi olmak gayretine düşmüş ise, böyle bir vaizde
yukarıda açıklanan kötü hasletler bulunur.
Bu rezaletler, fetva ve mezhep ilmiyle uğraşanlarda da bulunur, Şayet bu
ilimle meşgul olmaktaki gaye kadılık makamını işgal etmek, evkaf dairesinde büyük memuriyetler almak, akranlarından daha fazla yöneticilerin gölgelerine girmek ise, böyle bir insanda da yukarıda saydığımız kötü ahlakların çoğu bulunabilir.
Kısaca ilmiyle Allah'ın rızasından başka şeyler bekleyen her insan da
bu kötü hasletler bulunur. Demek ki ilim, alimin yakasını bırakmaz. O ilim, alimi ebediyyen herşeyden mahrum ederek helak olmasına sebep olur veya ebedi hayatın saadetine garkeder. İşte bu sırrı anlatmak için Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur: "İlminden menfaat görmeyen alim, kayamette, en şiddetli azaba maruz bırakılır. (Taberani, Beyhaki) Böyle kimselerin ilmi, kendilerine bir fayda vermediği gibi, üstelik çok
büyük zararlar verir. Keşke böyle bir kimse, başına büyük feláketler getirecek ilimden kurtulmuş olabilseydi. Fakat ne yazık ki, bundan kurtulması
mümkün değildir. İlim tehlikesi çok büyüktür. İlmi talep eden, ebedi mülkü
ve serveti talep ediyor demektir. Onun için bu talipler ya mülk ve servetten veya felaketten yakalarını kurtaramazlar. Alimin hali, tıpkı dünyada mülk isteyen
diger insanların haline benziyor... Eğer servet peşinde koşan, servete
ulaşmak imkanı bulamazsa kendini zilletten kurtaramaz. Belki zilletin de
ötesinde büyük girdaplara düşer.
Demek ki ilmiyle riyaset talep eden, gerçekte helak olmuş bir kimsedir. Fakat, her ne kadar ilmiyle amel etmeyen alimin kendisi helak olsa bile, böyle bir kimsenin delâletiyle başka insanların kurtuluşa erişmesi mümkün olabilir. Eğer o kişi
insanları dünyayı terke dâvet ediyorsa durum böyledir. Kendisi helak olup başkalarının kurtuluşlarına sebep olan âlim, görünüşte selef âlimlerine benzer. Fakat onlardan ayrı olan tarafı, içinde yanan rütbe ateşidir. O kimse (başkalarını hidayete sevkederken dahi) bir makam elde edebilmek için yanıp tutuşan bir alimdir. Böyle kişilerin misâli, mum misâline benzer. Mum, etrafını
aydınlatmak için yanar, kendisini mahveder. Eğer bu alim, insanları dünyaya
bağlanmaya götürüyorsa, o zaman hem kendini ve hem de başkalarını
yakan bir ateş gibi olur...
Âlimler üç sınıfa ayrılır:1. Hem kendilerini ve hem de başkalarını helak edenler. Bunlar açık bir şekilde dünya nimetlerini isterler ve onlara dalarlar.2. Hem kendilerini ve hem de başkalarını saadete erdiren âlimler. Bunlar bâtın ve zâhirde insanları Allah'a dâvet, ederler.3. Kendilerini helâk eden ve fakat başkalarının kurtuluşuna, vesile olan âlimler. Fakat bunlar, halkın kalbini kazanmak, halkın gözüne girmek, şan ve şöhret kazanabilmek için uğraşırlar. Bu nedenle ey Müslüman! Hangi zümreden olduğunu düşün ve bul! Kime düşmanlık yaptığını idrâk etmeye çalış! Allah'ın, kendisi için yapılan amelden başkasını kabul edeceğini hiçbir zaman aklına getirme...
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-IV, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
İlim öğrenmenin fazileti
İlim, insan için en önemli meseledir. İlim yardımıyla dünya ve ahiretini mamur edebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır." (ibn Mace) buyurmuştur. İilim insana fayda veya zarar verebilir. Öğrendiği ilimle amel etmemek, o ilmi dünyalık menfaatler karşılığında satmak kişiyi helake sürükler. Faydasız, malayani (boş) ilimlerle meşgul olmak kişinin vakitlerini zayi etmesine sebep olur. İlmin fazileti ile ilgili bazı ayet ve hadisleri aktararak bu konuda ilmin ne derece önemli olduğunu, İmam Gazali'nin İhya Ulumiddin eserinden aktaralım.
İlim fazileti ve alimlerin yüceliği hakkında öncelikle Kuran-ı Kerim ayetlerine bakalım. "Hiç Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-i selim sahipleri düşünürler." (Zümer Suresi/9) "Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar." (Fâtır Suresi/28) "De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'."(Ra'd Suresi/43) İlmin fazileti ile ilgili olarak, Allah Rasülü (s.a.v) de şöyle buyurmuştur. "Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir." (Buhari-Müslim) "Alimler peygamberlerin varisleridir." (Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, İbn Hibban)
Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bulunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, ilim ile elde edileceğinden bu da şereflerin en büyüğüdür. "Kıyamet gününde alimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır." (ibn AbdilBerr) "İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad edli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberin getirdiği ilahi nizama yöneltirler. Cihad ehli olan kimseler ise, peygamberin getirdiği bu ilahi nizamı kılıçlarıyla korumak için cihad ederler." (Ebu Nuaym, Ebu Talib el Mekki) "Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim ve amel sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur." (Taberani, Evsat) "Alimin abide üstünlüğü, benim ashabımın en düşük derecelisine üstünlüğüm gibidir." (Süneni Tirmizi) "Kıyamet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir. Bunlar; Peygamberler, alimler ve şehidlerdir." (İbn Mace)
İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güçlüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insanlardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha. cesaretlidirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez.Öyle olsaydi öküzlerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulunmasından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret hususunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bụnların hiçbiri insana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir!
Gerçekten de kalbin gidası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkalâde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız! İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık!
İlmin faziletini ve büyüklüğünü anlatan şu misal nasıl ibretliktir. Sâlim b. Ebî Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti. Azad olduktan sonra ne iş yapacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait olmadığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti".
Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyelerde de ilme dair nasihatlar vardır.
Nitekim oğluna şöyle bir nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allah Teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir."
İlmin faziletine ait bu hususlar, ilmi ile amel edip, elde ettiği ilmini de başkalarına öğreten alimler için geçerlidir. İlmini başkalarına aktarmayan alimin bu sayılan faziletlere sahip olması söz konusu değildir. "Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir."(Buhari, Müslim)
Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak alimler yükseltir. İkrime (r.a) 'İlmin değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'. buyurmuştur. Yahya b. Muaz 'Alimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; O da şöyle der: "Çünkü babalar ve anneler, çocuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar."
"Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkederler." (Süneni Nesai, İbn Mace, Tirmizi)
Atâ b. Ebî Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'. Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. Imam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareketiyle ilim öğretme'nin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir. Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.
İlim'in, âlemlerin Rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye vesile olduğu artık anlaşılmıştır. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarını kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Hayvanlar bile insanların kemal derecesi bakımından kendilerinden daha ileride olduklarını bildikleri için insanlardan yardım dilenirler ve hepsi o insanlara korkuyla karışık bir hürmet gösterirler. İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan onu öğrenmek, en faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlmi öğretmek de en faziletli nimeti başkalarına aktarmak demektir. Halkın isteği din veya dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kaim olur, zira bu dünya ahiretin tarlasıdır. Dünyayı geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya; Allah'a giden yolun bir başlangıcı ve vasıtasıdır.
Muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Muallim, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Muallim, insanı bütün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir. Bu nedenle ilmin öğretilmesi; bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, insanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır. Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazineden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır. (Bkz. Muallimin vasıfları ve vazifeleri)
Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: "İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. İlmi müzakere etmek tesbihtir. İlmî araştırma yapmak en büyük cihaddır. İlmi, bilmeyen bir kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda, lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulunurlar. Çünkü ilim insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sayesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadetlere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memur bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakîleri mahrum bırakır." (Ebu Nuaym, Ebu Talib El Mekki)
Ahiret alimleri yüzlerindeki sükunet, Allahü Teala'ya karşı zillet ve tevazu ile bilinirler. Huni gibi açılıp kapanan ve gülerken kulaklara kadar yayılan ağızların sahipleri, hareketlerinde ve konuşmalarında hiddetli olan kimseler ise gaflet içindedirler ve bu kimselerin hareketleri, dünyaperest kimselerin halleridir. (Bkz. Ahiret yolunun ilimleri)
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
Daha Kur'an ne desin!
Ey insan! Yaşıyorken, hem de Kur’ân çağında;
Çırpınıp duruyorsun, cehâlet batağında.
Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında
Kur’ân sana gel
diyor, bak bendedir adresin,
Ey eşref-i
mahlûkat ! Daha Kur’ân ne desin !
Özgürce seçmen için, iki yoldan birini;
Apaçık bildiriyor, bütün âyetlerini.
Ya Peygamber, ya şeytan.. Seç diyor rehberini;
Öyle seç ki;
sırattan rüzgar gibi geçesin,
İlle şeytan
diyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !
Ya Cennet bahçesidir, ya ateştir o mezar,
Mekân var mı dünyada, öyle derin, öyle dar?
Hiçbir şey yakın değil, insana ölüm kadar.
Diyor ki; hesabı
var, aldığın her nefesin;
Mezarlar
konuşurken..Daha Kur’ân ne desin !
Malın, mülkün, şöhretin, dünyada herşeyin var;
Ya dünyadan Rabb’ine, götürecek neyin var?
Bana yeter diyorsan, şu üç günlük îtibar;
Bir dördüncü gün
var ki; çok çetindir bilesin,
Bunlar masal
diyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !
Âyet diyor ki; eğer, dağa inseydi Kur’ân;
Paramparça olurdu.. Dağ Allah korkusundan.
Hangi insan durup da, ibret almaz ki bundan?
Sen ki, bir dağ
yanında, ne kadar da cücesin,
Haddini bilmen
için.. Daha Kur’ân ne desin !
O münezzeh ruhundan, ruh vermekle insana;
Erişilmez bir şeref, bahşetti Allah sana,
Ne kadar sevdiğini, buradan anlasana !
Sen ki;
taparcasına, kendine kul kölesin,
Nefsini put
yapana.. Daha Kur’ân ne desin !
Bir gün var ki; çok yakın, dağların yürüdüğü,
Göklerin, güneşleri önünde sürüdüğü,
Kâinatı toz duman, dehşetin bürüdüğü;
Kıyâmet senaryosu,
oyun değil bilesin;
Hâlâ
ürpermiyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !
O büyük mahkemede, bütün diller susacak;
Konuşacak bu defa, göz, kulak, el, kol, bacak.
Uzuvlar birer birer, haramları kusacak;
Açılacak önünde,
defterleri herkesin;
Kendine gelmen
için.. Daha Kur’ân ne desin !
O gün, buyruk verenler, buyruğa baş eğecek,
Cehennem öfkesinden, köpürüp kükreyecek,
Ve doldun mu dedikçe, daha yok mu diyecek;
Yandıkça o
deriler, değişecek bilesin;
Hâlâ secde yok
ise.. Daha Kur’ân ne desin !
Gör ki, dünya sırtında, nice insan taşıyor;
Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor.
Kimi Arş-ı Âlâ’ya dolu dizgin koşuyor;
İşte Cennet.. İşte
sen.. Gayret et ki giresin;
Ey Eşref-i
mahlûkat ! Daha Kur’ân ne desin !
Cengiz NUMANOĞLU-2002
İslam'da Çalışmanın Önemi
Müslümanın çalışmadan miskin bir hayat sürmesi kabul edilemez. Meşru yollardan kazanmak şartıyla her müslümanın kendi rızkını kazanması ve başkalarına muhtaç olmaması için çalışması esastır. Dilenmek asla kabul edilebilir bir durum olamaz.
Hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Hiç bir kimse kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma asla yiyemez". [Buhârî, II, 9] "Allahım! Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten sana sığınırım". [Buhârî, III, 224.] "İnsanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp kazanarak elde ettiğidir" [İbn Mâce, II, 723.] "Birinizin sırtında odun destesi taşıması, versin veya vermesin, insanlara gidip el açmasından daha iyidir" [Buhârî, III, 9.] buyurarak çalışmanın ne kadar önemli olduğunu ifade ederek insanları dilenmekten ve miskinlikten alıkoymuştur.
Peygamber Efendimiz (s.a.s), peygamber olarak görevlendirildikten sonra
çalışmalarını farklı ve geniş bir alanda sürdürmüştür. Allah tarafından
kendisine verilen tebliğ görevini yerine getirmek için tüm gücüyle ve
her türlü güçlüğe göğüs gererek yerine göre bir devlet adamı, yerine
göre de bir komutan ve gerektiğinde de bir işçi olarak çalışmıştır. Bir
davetçi olarak Mekke'de ve bu şehrin dışında İslâm'ı yaymak için yoğun
faaliyetlerde bulunmuştur. O, Kur'an-ı Kerim'de "Kitap ve hikmeti,
insanlara bilmediklerini öğreten" bir kimse olarak takdim edilmektedir.
Kendisi de bizzat muallim olarak gönderildiğini ifade etmiştir. Bu
bağlamda o, eğitim görevini yerine getirmek amacıyla her kademeden
sahâbîleri eğitmek için bir öğretmen olarak çalışmıştır. Yerine
göre Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir işçi gibi çalışmıştır. Hicret esnasında konakladığı
Kuba'da mescid yapılırken ilk taşı kendisi koymuş, bununla da
yetinmeyerek inşaat çalışmalarına katkıda bulunmuştur. Bir gün bu
çalışmalar esnasında güçlükle kaldırabildiği bir taşı kucağına alır. Bir
sahâbî yanına vararak "Yâ Resûlallah! Babam anam sana feda olsun!
Elindekini bana ver" der. Hz. Peygamber "Hayır! Sen de başkasını al"
der. Mescidin inşaatı bitinceye kadar çalışmaktan geri durmaz. Sahâbeyi
çalışmaya teşvik eder. Aynı şekilde Mescid-i Nebevî'nin temeline de ilk
taşı kendisi koyar. Muhâcirler ve ensarla birlikte çalışır. Kuba
mescidinde olduğu gibi yine bir gün kerpiç taşırken bir Müslüman "Yâ
Resûlallah! Onu bana ver, ben taşıyayım" der. Fakat o : "Sen de başka
taş al ve taşı! Sen Allah'a benden daha muhtaç değilsin" der. Hz.
Peygamber Mescidin inşaatında ağır taşları yüklenir, kerpiçleri
elbisesine doldurur ve taşırdı. Bu esnada da "Hayat ancak Ahiret
hayatıdır. Allahım! Muhâcirlere ve ensara rahmet eyle"[İbn Hişâm, I, 496.] derdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) çalışmalarıyla Müslümanları coştururdu. Ümmü Seleme'nin anlattığına göre
Mescid'in inşaatında onun çalışmasına ihtiyaç duyulmadığı halde, taş ve
kerpiç taşımış; onu gören Müslümanlar da kendilerinin boş durmalarının
doğru olmayacağını söyleyerek çalışmalarını hızlandırmışlardır. Hendek
Savaşı'nda da kazılacak yerleri bizzat kendisi çizdiği gibi, kendisi
için kurulan Türk çadırından çıkıp bizzat çalışmıştır. Kazma, kürek ve
hatta balyozla çalışmış, zembille toprak taşımıştır.[Vâkıdî, II,446, 453.] Gerektiğinde
söküklerini dikmiş, ayakkabılarını tamir etmiş,[ İbn Sa'd, 367.] gerekli gördüğünde
çarşı-pazarı kontrol etmiştir. Hz. Peygamber yapılan işin
gelişigüzel değil, düzgün ve sağlam yapılmasına önem verirdi. Bir vesile
ile şunları söylemiştir: "Sizden biriniz bir iş yaptığı zaman, onu
mükemmel bir şekilde yapsın" [İbn Sa'd, I, 142.]
Peygamber Efendimiz (s.a.s) Müslümanları çalışmaya teşvik etmiştir. Nitekim işi olmayan birisine, âletler temin ederek, odun kesip satmasını söylemiştir: Ensardan bir şahıs gelip Hz. Peygamber'e yoksulluktan şikayet eder. Sonra dönüp şöyle der: "Ey Allah'ın elçisi! Bir ev halkı içinden geldim ki, yanlarına dönünceye kadar bazılarının ölmüş olacağını sanıyorum." Peygamberimiz "Git, bak birşey bulabilecek misin?" der. Adam gider ve bir yaygı ile bir bardak getirerek "Ey Allah'ın elçisi! Bu yaygının yarısını yere seriyor, yarısını da bürünüyorlardı. Şu bardakla da su içiyorlardı" der. Peygamberimiz "Bu ikisini benden bir dirheme kim satın alır?" diye sorar. Bir adam "Ben alırım" der. Peygamberimiz "Bir dirhemi kim artırır?" diye sorar. Bir başka adam "Onları iki dirheme alırım" der. Peygamberimiz "Bunlar senindir" der ve adamı çağırarak ona "Bir dirhemle ailene yiyecek al, bir dirhemle de bir balta satın alarak bana gel" der. Adam da öyle yapar ve gelir. Hz. Peygamber "Şu vadiye git, orada ne bir diken, ne bir odun bırak. Bana da on günden önce gelme" der. Adam öyle yapar ve sonra Hz. Peygamber'e gelerek "Bana emrettiğin şey bereketli oldu" der. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurur: "Bu, senin için kıyamet günü yüzünde dilenmekten dolayı lekeler veya tırmık izleri olarak gelmenden daha iyidir". [İbn Mâce, II, 740-741; Kettânî, II, 285.]
Peygamberimiz durumlarına göre özürlüleri bile çalışmaktan alıkoymamış,
onların ticaret yapmasını kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir. Bu
tutumuna bir örnek verelim: Ticaretle meşgul olan Münkız b. Amr adlı
sahâbînin aklî dengesi bozulur ve dilinde bir tutukluk meydana gelir.
Buna rağmen ticarî faaliyetlerini devam ettirir. Fakat sürekli aldanır.
Hz. Peygamber'e gelerek durumunu anlatır. Hz. Peygamber onun ticaret
yapmasını, çalışmasını yasaklama yerine kolaylaştırma yoluna gider;
alışveriş yaparken, "aldatma yok" demesini ve satın aldığı malda üç gün
muhayyerlik hakkına sahip olduğunu satıcıya söylemesini ister. Münkız
Hz. Osman zamanında bile Hz. Peygamber'in kendisine tanıdığı bu hakkı
satıcılara karşı kullanmıştır. [İbn Hacer, el-İsâbe, II, 302-303.]
Faydasız ve boş şeylerle
meşgul olmamak ve boş durmamak Hz. Peygamber'in prensiplerinden biriydi. Hz. Peygamber (s.a.s) paranın piyasaya arzı konusu
üzerinde durmuştur. O bu hususta şöyle buyurur: "Kim bir akar veya ev
satıp da parasını onun benzeri bir şeye yatırmazsa, onun bereketini
görmemeye müstehak olmuştur".[İbn Mâce, II, 832.] Ticareti teşvik etmiş, ticaret
ortaklıkları kurmuştur. Ticareti teşvikle ilgili şu sözü çok meşhurdur:
"Rızkın onda dokuzu ticarette, onda biri ise sürüdedir".[Münâvî, Feyzülkadîr, III, 244-245.] Bu sözüyle
Hz. Peygamber ticaretin bir millet için ne derece önemli olduğunu dile
getirmiştir. Bir devletin ekonomisinde iç ve dış ticaretin büyük önemi
vardır. Hz. Peygamber ticareti teşvik etmek suretiyle, aynı zamanda
medenî bir hayat tarzını da teşvik etmiştir. Çünkü ticaret, yerleşik bir
hayat tarzının oluşmasına ve imar faaliyetlerinin gelişmesine vesile
olmaktadır. Hz. Peygamber'in en yakın arkadaşları ticaretle
uğraşıyorlardı. Sözgelimi dört halife birer tüccar idiler. Hz. Ebû
Bekir, Hz. Peygamber'in vefatından bir yıl önce ticaret amacıyla
Busrâ'ya gitmişti.[İbn Hanbel, VI, 316. ] Hz. Peygamber ticaretin yanında ziraate ve özellikle ağaç dikmeye de
teşvik etmiştir.
Nefs ve Mücahede
Gayret
sarfetmek, çabalamak, çalışmak, mânâsındaki Arapça
"cehd" fiili kökünden türeyen "mücahede" "gayret
etti, çabaladı" fiilinin mufāˁalaͭ vezninde masdarı olup, mücāhada مجاهدة
" cihat etme, gayret ve çaba gösterme”, “zorluklara göğüs germe”, “düşmanla
savaşma” gibi anlamlara gelir. İslamî
terim olarak mü'minin Allah yolunda öncelikle dinine harb edenlerle savaşması
onlarla her yoldan mücadele etmesi anlamına geldiği gibi kişinin kendi nefsinin
isteklerine boyun eğmemesi için verdiği uğraş ve nefs terbiyesi anlamlarını
ihtiva etmektedir. Mücahede kelimesini izah etmeden önce “nefs” kelimesinin
anlamını ve mefis terbiyesi yolları hakkında kısaca malumat verelim.
Nefs kelimesi, yirmiyi aşkın
anlamda kullanılmaktadır. Ruh, can, kan, benlik, iç, kalb, büyüklük, yücelik,
irade gibi anlamlara gelen nefs kelimesi genel olarak iki manada kullanılır. Birinci
olarak Kur'an-ı kerimde, “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize
döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57) ayetinde de belirtildiği gibi maddi
beden, ceset ve maddi istek ve arzuların kaynağı manalarında kullanılmıştır. İkinci
manası olarak da “…Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü
emreder.” (Yusuf, 53) anlamında dine uymayan Allah’ın yasakladığı her
türlü isteklerin kaynağı olarak kullanılır. Nefis; insanın kendisi, özü,
cismaniyeti, bedeni ve mahiyeti demektir. İnsan ruh ve beden kavramlarından
oluşan şerefli bir varlıktır. Nefis, insanın bedenini simgeleyen hayvanî
tarafının adıdır. Nefis; insanın yemek, içmek, çoğalmak, uyumak gibi hayvani
istek ve arzularını yerine getirilmesi için yaratılmıştır. Yani nefis bu
yönüyle insanın fıtrî vazifelerinin yerine getirilmesine vesile olur. Nefis, aynı
zamanda her türlü şerrin kaynağı, kötülüğün temelinin de adıdır. Nefis,
duyguların ve kabiliyetlerin yerleştiği bir zemindir. Bedenin manevî âlemdeki
geniş bir bölümünü nefis oluşturmaktadır. Duygular, hisler nefse takılmıştır.
Nefis; akıl, öfke, görme duyusu gibi kuvvelerin zemini olmuştur.
Nefis, ruhun bedende tutunma
sebebidir. Nefis insanın yaşaması, hayatını sürdürebilmesi, yemesi, içmesi,
çoğalıp üremesi ve nihayetinde Yaratanını bilmesi için yaratılmıştır. Ruhun bu
vazifeleri yerine getirebilmesi için bir zemin gereklidir. Nefis, bu kanuna
insan bedeninde manevî bir mekân teşkil etmektedir. Nefis olmadan ruh bedende
tutunamaz. Yani nefis ruhun bedende devamlılığını sağlayarak bütün bu
faaliyetlerin yapılmasına vesile olur.
Fütüvvet ve Ahilik
Osmanlı Devletinin ticari ve ekonomik anlamda İslami kurallar ışığında gelişmesini sağlayan en önemli teşkilatın ismi Ahilik'tir. Ahilik teşkilatı Fütüvvet teşkilatının Anadolu yansımasıdır.Ahilik teşkilatı, bugünkü anlamda esnaf birliği gibi bir görev yapmanın yanında; milli ve ahlaki bir şuur oluşturma/yaşatma ve toplumun islami vasıflarını koruyup muhafaza etme gibi önemli bir vazifeye de haiz idi.
- Sözlükte ‘genç, yiğit, cömert‘ anlamına gelen, Arapça fetâ kelimesinden türeyen ve başlangıçta tasavvufi bir mahiyet taşımayan fütüvvet, 13. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüşmüştür. 18/Kehf, 13. ayeti ile 21/Enbiyâ, 60. ayetinde geçen fetâ kelimesi, mutasavvıflar tarafından fütüvvetin esası kabul edilmiştir.
- Kavram olarak ise fütüvvet, “Genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak.” demektir. Sözlük anlamıyla birlikte fütüvvet kavramı, tasavvuf çevrelerinde, diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Bu özellikleri taşıyanlara ise ‘fetâ (yiğit, cesur, cömert)’ denir.
- Fütüvvet kavramı, Kur’an’daki ‘îsâr‘ kavramı (59/Haşr-9) ile irtibatlı ve yakın anlamlıdır. Îsâr, “Ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmek” demektir. Kısaca kişinin kardeşini kendi nefsine tercih etmesidir. Dolayısıyla fütüvvet ahlakı, îsârı esas alır. Nitekim Arapçadaki fetâ, Farsçadaki civânmerdve Türkçedeki delikanlıkelimesinde de ‘feragat’ anlamı vardır ki kendi ihtiyacından önce, kardeşinin ihtiyacının giderilmesini istemek fütüvvet icabıdır.
İnsan Hayatı Üzerine
"İnsanın hayatı,
tat ile acının
güzergâhıdır. İnsan ruhu;
acıdan gocunur, tattan hoşlanır.
Şimdiki zamandan geleceğe,
insan faaliyetlerini düzenleyen
şey, korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. İnsan hayatı
iç ve dışın
karşılıklı ilişki içinde
olmasıdır. İster istemez herkes, hayatındaki ümit ve korku
sebebinin yalnız kendisi olmadığını az çok
sezer. Bu da
kendi kendisine bırakılan
insanın bir hiç
olduğunu anlatır. Fakat ne
olursa olsun hiçbir
kişi kendi kendine
bu aczin sahasından çıkamaz.
Aklı olanlar da
ümit ile korkunun
bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar.
İnsan ruhunda ne ümidin sonu
vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit sebepleri sınırlı
olmadığı gibi, korkunun
sebepleri de sınırlı değildir. İnsan ruhu, zaman zaman belli
ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken
bir taraftan da
bütünüyle belli olmayan,
uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların
mutlak etkisi altında
bulunur. Burada bütün ümitlerle
bütün korkuların karşı
karşıya yer alarak
bir noktada buluştuklarını görür
ki bu da gerçeğin ta kendisidir. O zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu
ilgi bir taraftan bütün sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan
bir korku ve ümit heyecanı ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun
böyle bütünüyle etkilendiği
kayıtsız bir korku
ve ümit sebebine karşı
duyduğu bu ilgi
yaratılışta insan fıtratında
var olan, kendisine ibadet
edilen ve ibadet
düşüncesinin başlangıç noktasıdır
ki, bütün vazife duygusu
bunda toplanır. Her
şahsın ahlâkî cibilliyeti, geleceği, mutluluğu,
mutsuzluğu bundaki ciddilik
ile her bakımdan birbirine denktir. İnsan bu
duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur.
Bazen cahillik ve bazen terbiye
ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve
sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir
korku tarafından yenilgiye
uğramış olarak kalırlar.
Ona belirli bir zaman
içinde bütün varlığıyla
öyle bağlanır ve
öyle güçsüz olur ki, o
lezzeti feda etmeye
veya o acıya
göğüs germeye kendisince
imkân olmadığını düşünür. Artık o, bu
ümidin sebebini öyle
sevmiş veya o korkunun
sebebinden öyle yılmıştır
ki, bunlar ona
bütün sevgilerin gayesi veya
bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini, diğeri
yokluğun ta kendisini
temsil eyler. O
zavallı vicdanın sınırlı ve
sonlu yaratılmış bir
sebebe böyle bütünüyle
bağlanıvermesi onun
huzurunda öyle alçalmalara,
öyle tapınmalara sürükler
ki, bütün şuur o
küçülmeye boğulur. O
andan ilerisini görebilecek
akıldan iz kalmaz. İnsanlara
gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları
meydana çıkaran şirkin
esas kaynağı budur.
Allah'a şirk koşanların canlı,
cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu duygu
ile ortaya çıkmıştır.
İnsan hayatında hâlâ böyle
vicdanlar, zannedildiğinden
daha çoktur. Hatta
kendilerini, mabud ve
ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle mabud değiştirir dururlar.
Bütün hayatlarını mutlak
şüphe içinde geçirirler ve kendileri
öldükten sonra geride
kalacakları, bir an bile
düşünmezler. Fakat şurası bir
gerçek olup kesin
olarak bilinmesi gerekir ki,
bütün varlığını geçici şeylere bağlayan
her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici cazibe bir gün
olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden önce yıkılıp
gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının sözünü
ve güvencesini verebilir?
Ayağının altındaki yer, başının
üstündeki güneş bile
sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve ayakta)
olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka
verebilecek hiçbir şey
yoktur. Gerçekten ibadet
onun hakkıdır. Ancak ona
ibadet edenlerdir ki,
diğer ümitlere, korkulara
kendini tamamen kaptırmaz, vazifesi
yolunda şaşırmaz ve
onlardan herkes faydalanır.
Hz. Peygamber (s)'in vefatı
üzerine bütün ashâb-ı kiram çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. Hz. Ömer
bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim
öyle derse vururum." demeye
kadar varmıştı. Fakat Hz.
Ebû Bekir "Muhammed, sadece
bir peygamberdir. Ondan
önce de peygamberler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre
mi döneceksiniz? Kim
geri dönerse, Allah'a
hiçbir ziyan veremez. Allah,
şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." (Âl-i
İmran, 3/144) âyetini okuyup;
"Ey müminler! Eğer
Muhammed'e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu
gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız O ölmez diridir" meâlindeki
nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman,
gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her zaman geçerli olan bir kanundur.
Gönüller ölümlü
şeylere bağlandığı zaman,
çok vakit ümidin başlangıç noktası ile korkunun başlangıç
noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir
tarafta güzel sevgi
mabudları, bir tarafta
da kahraman korku mabudları
dizilmiştir. İkisinin arasında kalan zavallı kalb, ikisine de kendini
sevdirip korkusunu gidermek,
ümidine ermek için
ne heyecanlarla kıvranır, akıl
almaz saçmalıklar, küçülmeler
ve saygı göstermeler meydana
koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine göre bu bir
ibadet olur. Fakat
ne fayda ki,
ona göre ümidi
veren başka, korkuyu veren
başkadır. Bunları birleştiren,
her şeye hükmeden
bir başlangıç noktası da yoktur. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa
gider ve saçma olur.
O gönül, birbirine
zıt olan bu
iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan
bunalımın savaş meydanıdır.
Artık bir sükûnet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur.
Ümit ve
korku bir başlangıç
noktasından gelen, yine onda
birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli olarak duyulmalıdır ki,
birinin yerine diğerini
yerleştirmek imkânı doğsun
da kalb bir
sükûnet duyabilsin ve hayatında
onunla yürüsün. Susuzluğumdaki içimin
yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su
kaynağının biri olumlu, biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her
susadığım zaman suya koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun,
diğeri ateşin etkileri ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da
yoksa ateşten suya, sudan ateşe
koşmak sonsuz yorgunluktan
başka hiçbir sonuç vermez.
Bundan dolayı ümit ile
korkunun bir kaynakta
birleştirilmesi bu itibarla
da gereklidir. Bir tek
Rabb, ayrı ayrı
rabblerden hayırlıdır. Benimle
kalan hissimi, hissimle dışımdaki
şeyleri birbirine bağlayan
ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet,
O'nun kanununa itaat etmeliyim.
Kısacası beşerin fıtratında
ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun bir araya
gelmesinden ve tokuşmasından çıkan korku ve
ümit şimşeği içinde
sevgi neşesi ile
ümid zevkinin galip
gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir
ki, hem dışta, hem içte en son bir küçülme ile en son bir
saygı göstermeyi içine
alır ve gerçeklik
oranında kalbe gönül rahatlığı ve
sükûnet bırakır. İbadet
ederken dünyadan ve
bütün benliğinden soyutlanarak Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül
alçaklığı, öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya
aykırı bildiği en küçük bir hareketten
bile sakınır. Bunun için kibir ve
riya ile birleşmez, açık ve
gizliye bölünmeyi kabul
etmez. Hakkıyla ibadet, mutlak güçsüzlük
ile tam kuvvetli
olmanın, tam aşağılık
ile tam yüceliğin, korkular
içinde titreyen ümit
ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma
cilvesi (görüntüsü)dir.
Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir
korku yokmuş gibi
görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz
kötümserler bu şereften mahrumdurlar. Burada nefsin gururu şöyle bir soru
sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını
kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan
kimseler için alçalma olmaz mı?
Artık o yüksek
kafalar alınlarını yere
nasıl koyabilirler? Böyle
bir soru, içindeki cevabı
görmemekten kaynaklanan bir
kibri açığa vurmaktır. Yükselmek
istemek, yükselmek ihtiyacını kabul
etmektir. Bu da bir taraftan
kendi acizliğini, diğer
taraftan yüceliğini beğenme
ile mümkün olur ki,
ibadet bu mânânın
en yükseğini anlamaktır.
İkinci olarak yükseldim demek,
yükselmediğini ilan etmektir.
Böyle bir iddia hem
yüceliği ve ilerlemeyi
sınırlı görmek, hem
de düşme ihtimalinin imkânsız olduğunu
zannetmek gibi büyük
bir kabahat sayılır.
Hâlbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur,
düşme tehlikesi ise
her zaman vardır. İbadet de
kibir ve gurur
hastalığının yegâne ilacıdır.
Üçüncü olarak; Allah Teâlâ'ya
ibadet etmedeki alçalma
ve hürmet, insan
vicdanı için mümkün olan
her türlü yükselmenin
üstünde bir yücelik
temin eden (Allah'a) bağlanmanın
bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile
göremezler de imkânsız sanırlar."
İnsan, ancak Allah'a kul olur
“İslam'da cemaatle beraber olunması tavsiye
edilir. Cemaatle beraber olmak "hakla", "hakikatle" beraber olmaktır!
Tek başına olsa bile, hakikatle beraber olan cemaattir. Hakikatten
kopmuş olanlar, milyonlarca da olsa tefrikadadır.” “Bugün maalesef tüm İslâm âlemi emperyalist güçlerin sultası altındadır. Kuş uçurtmazlar, takip ederler... Hem de kendisi takip etmez...
Amerika seni John'la takip etmez, Smith'le takip etmez. Adı senin benim gibi olan Müslümanla takip eder; canına okur. O milletin içinden çıkmış hain vasıtasıyla takip eder ve millete en büyük zararı, kendi içinden çıkmış insanlara yaptırır. Parayla satın alır, ajan edinir ve öyle kullanır.” “Herkese ajan demiyoruz; metot bilmediğinden, ilimden uzak olduğundan emperyalist onu kullanır, fark etmez. Sahte bir takım organizasyonlar var, topluyorlar insanları etraflarında, ondan sonra onları toptan satıyorlar! Götürüyor, olmadık yere bağlıyor...Mü'min feraset gözüyle bunları anlayabilmeli. Hizmet ediyorum diyen insanları, organizasyonları irfan teraziniz ile tartın!”
“Böyle birtakım insanlara, organizasyonlara
körü körüne bağlanmayın! Her birinize istiklâl tavsiye ediyorum. Hür
olun, hizmeti kendiniz tespit edin, yapmaya çalışın!”
“Emperyalistlerin
türlü oyunları var. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hâle
gelirse, o kimseyi yok ederler, öldürürler, satın alırlar, tehdit
ederler. Ne yapmak lâzım? Hizmeti yaygınlaştırmak lâzım, herkesin lider
olması lâzım. "Tek lider, vazgeçilmez insan..." diye bir şey olmaz.
Bakın, Filistinli çocuklarla niye başa çıkamıyorlar? Hepsi lider.”
“Bir lidere, tek hocaya, tek ekibe bağladığı bir yığın insanı, böyle üzüm salkımını sapından tutar gibi, istediği yere götürüyor!” “Onun için, teşkilât kurdurtuyorlar; teşkilâtın başına kendi adamlarını --hain bir kimseyi-- koyuyorlar. Öteki insanların hepsini, üzüm salkımı gibi oraya buraya götürüyorlar.” “Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neyli hizmet olmaz... Tâbî olmayın kimseye! Bana da tabi olmayın! Bana tabi olursanız, beni sıkıştırırlar. Ondan sonra, "Sen bu adamlarına şöyle yap!" derler. İslâm'a, Allah'ın emrine tabi olun! Allah'ın dinine hizmet edin! Tek başınıza olsanız da, hakla beraber olun! O zaman İslâm kalkınır; başka türlü kalkınamaz!"Aa, efendim, dirlik, düzenlik, birlik, beraberlik, organizasyon bozulmasın" diyorlar. “Her biriniz İslâm için, kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün. Ama senin gibi aynı hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap! Yapmıyorsa, silkele at be! Sen onu sırtında taşımak zorunda mısın? Beni sırtında taşımak zorunda mısın? Kimse kimseye hürriyetini vermesin! Hürriyet aziz şeydir. İnsan, ancak Allah'a kul olur. "Allahım! Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz."
Prof. Esad Coşan
5 Mayıs 1990
İlim ve Alim
“Allah rızâsı için öğrenilmesi îcâb eden ilmi, sâdece dünyâ için öğrenen kişi, kıyâmet gününde cennetin kokusunu dahi duyamaz.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Ebû Dâvûd)
Âlimlerin dünyâya muhabbet ve rağbetleri, onların güzel yüzleri üzerine bir lekedir. Her ne kadar onlardan insanlar için faydalar hâsıl olsa da ilimleri kendi haklarında faydalı olmaz. Onlar vasıtasıyla dîn takviye olsa da buna i'tibar yoktur. Çünkü takviye zaman zaman bazı fâcirlerden ve dîni inançları zayıf, gevşeklerden de hâsıl olur. Peygamberlerin Efendisi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Allâhü Teâlâ bu dîni fâcir bir kişi ile de takviye eder.” Onlar fâris taşı gibidir. Demir veya düz bir şey ona bitiştirilse altın olur. Ama o, taş olarak kalır…
... Şüphesiz bu ilim, onlar hakkında zararlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kıyâmet günü insanların azâbı en şiddetli olanı Allâhü Teâlâ’nın, ilmiyle menfaatlendirmediği âlimdir.” buyurmuşlardır. Çünkü o ilimlerle onların aleyhlerine delil tamamlanmış oldu. Nasıl zararlı olmaz? Onlar Allah katında eşyânın en azîzi ve varlıkların en şereflisi olan ilmi, alçak dünyâ malı, makâmı ve dostları için vesîle yaptılar. Halbuki Allah katında dünyâ alçak, hakir ve mahlûkâtın en çok buğzolunanıdır...
Ders okutmak ve fetvâ vermek, ancak Allâhü Teâlâ’nın rızası için olursa ve makam ve mevki sevgisinden, mal ve mertebe elde etme hırsından uzak olursa fayda verir. Bunlardan uzak olduğunun alâmeti ise dünyâdan yüz çevirmek ve ona rağbet etmemektir.
Büyüklerden biri şeytanı, insanlara vesvese vermeyi ve onları saptırmayı bırakmış, oturuyor gördü. Ona, böyle rahat oturmasının sırrını sordu. Mel'un şöyle dedi: “Bu zamandaki kötü âlimler bana işimde çok büyük yardım ediyorlar ve (insanları) saptırmayı benim adıma işliyorlar, benim başımı rahatlatıyorlar.”
Hakikat, şu zamanda din işlerinde vâki olan her za'fiyet ve gevşeklik ve dinin yayılmasında ve takviyesinde zuhûr eden her gevşeklik ancak kötü âlimlerin uğursuzluğundan ve niyetlerinin bozuk olmasındandır. Evet, eğer âlimler dünyâdan yüz çevirselerdi, makam ve mevki sevgisinden, mal ve mertebe elde etme hırsından kendilerini kurtarmış olsalardı, onlar âhiret âlimlerinden ve enbiyânın-aleyhimü's-salevâtü ve't-teslîmât- vârislerinden olurlardı. Çünkü onlar mahlûkatın en faziletlisidir.(Fazilet Takvimi/2012)
Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!
Matematik Konularından Seçmeler
matematik
(301)
geometri
(133)
ÖSYM Sınavları
(61)
trigonometri
(56)
üçgen
(49)
çember
(36)
sayılar
(32)
fonksiyon
(30)
türev
(26)
alan formülleri
(25)
analitik geometri
(23)
dörtgenler
(19)
denklem
(18)
limit
(18)
belirli integral
(14)
katı cisimler
(12)
istatistik
(11)
koordinat sistemi
(11)
fraktal geometri
(7)
materyal geliştirme
(7)
asal sayılar
(6)
elips
(3)
tümevarım
(3)
binom açılımı
(2)
hiperbol
(2)














