Nemime-Laf taşıma (Koğuculuk)

Sözlükte “fısıltı halinde konuşmak, birinin sözünü yalan katarak nakletmek” anlamındaki nemm kökünden türeyen nemîme kelimesi, “insanlar arasında kötülük, düşmanlık ve bozgunculuk maksadıyla söz taşıma, kovculuk yapma, gammazlık” demektir. Sözlüklerde nemîm de aynı şekilde açıklanır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât; Lisânü’l-ʿArab; Tâcü’l-ʿarûs). Mâverdî nemîmeyi, “gıybet sayılan kötü sözlere çirkin unsurlar katarak bunları insanları birbirine düşman edecek tarzda anlatma” diye tanımlamaktadır (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 259) İmâm Gazâlî rahimehullah demiştir ki: Nemîme (koğuculuk), insanların arasını bozmak için başkasının söylediği şeyleri, hakkında konuşulan kişiye ulaştırmaktır. Koğuculuk, bir sırrı anlatmak, açıklanması hoş görülmeyen şeyin üzerindeki perdeyi kaldırmaktır ve dinimizde haramdır. Bunun; söz, yazı, işaret, ima ile olması yahut taşınan şeyin bir söz, fiil yahut bir ayıp olması da fark etmez, tamamı nemîme olur. Gazzâlî “dilin âfetleri”nden bahsederken gıybetten sonra nemîmeye yer vererek bir söz veya davranışın başkasına nakledilmesi halinde anlatılan şey gıyabında konuşulanı, olayın anlatıldığı kişiyi veya başka birini huzursuz ediyorsa bunları başkalarına açıklamanın nemîme kapsamına girdiğini belirtir (İḥyâʾ, III, 156-158).
Gazzâlî, bazı âyetlerden hareketle “Filan, senin hakkında şöyle şöyle dedi.” diye kendisine laf taşınan kişinin şu altı şeyi yapması gerektiğini söyler: 1)Nemîme yapana itibar etmemelidir. Çünkü söz taşıyan kişi, fâsıktır. Onun getirdiği habere güvenilmez, reddedilir. 2)Nemîme yapanı bu işten menetmek, ona yaptığı işin kötülüğünü anlatarak nasihat etmek. 3)Onun yaptığı ameli kalbiyle beğenmemek, sırf Allah için ona buğzetmek. Çünkü o, Allah katında buğzolunan birisidir. Allah için buğzetmek ise vaciptir. 4)Kendisine taşınan söz sebebiyle sûizanna kapılmamak. 5)Kendisine nakledilen sözden dolayı, gizli hâlleri araştırmaya ve onu ortaya çıkarmaya çalışmamak. 6)Nemîme fiilini, kendisi işlememek, kendisine nakledilen sözü başkasına anlatmamak.
Rivayet edilir ki Emeviler zamanında birisi, Halife Ömer bin Abdülaziz'e gelerek orada bulunmayan bir başkası aleyhinde bir şeyler anlattı. Halife Ömer bin Abdülaziz, ona dedi ki: “İstersen senin bu yaptığına bir bakalım. Eğer yalan söylüyorsan, şu âyetin hükmüne dâhil olursun: ‘Ey iman edenler! Size bir fâsık, bir haber getirirse, o haberin doğruluğunu araştırın.’ (Hucurât Suresi-6). Eğer doğru söylüyorsan, o zaman da şu âyetin hükmüne girmiş olursun -meâlen-: ‘Dâima kusur arayıp kınayanı, durmadan söz taşıyanı (tanıma).’ (Kalem Suresi-11) İstersen seni affedelim, bu hâllerden selâmet bul.” Bunun üzerine o kişi: “Ey müminlerin Emîri! Affet, bir daha aslâ böyle bir hataya düşmeyeceğim.” dedi.
Kur’ân-ı Kerîm’de nemîm kelimesi, Hz. Peygamber’e haksız isnatlarda bulunup onun getirdiği ilâhî gerçekleri yalanlamaya kalkışan Mekkeli putperest lider tipinin bozguncu karakterini anlatan âyetlerde “yerli yersiz and içen, doğruyu yanlıştan ayırmaktan âciz, kusur arayıp imalı konuşan, sürekli laf taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, çok günahkâr, huysuz ve haşin, hoyrat ve şerir” meâlindeki ifadeler içinde geçmektedir (el-Kalem 68/11; krş. Şevkânî, V, 309-310). Mümine yakışan, başkalarında gördüğü hâller hakkında dilini tutmaktır. Ancak, bir Müslümana fayda verecek veya bir günaha mâni olacak şeyler, başkalarına anlatılabilir. Mâverdî, bir sözün içeriği doğru olsa bile anlatılması halinde kırgınlığa sebep olacaksa onu yaymanın yalan söylemek gibi haram olduğunu belirtmekte, gıybet, nemîme ve siâye (şer ve fesad için koşturma) denilen söz ve davranışları buna örnek olarak göstermektedir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 257). 
İnsanların en kötüsü insanlara zarar vermesinden korkulandır” meâlindeki hadisin (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḥüsnü’l-ḫuluḳ”, 4) nemmâmları da kapsadığını belirtmekte ve nemmâmların insanlara büyük zarar vereceğini ifade edilmiştir. Son olarak insanların sakınması için açıkça günah işleyenin ve itikâdı bozuk fasık kimsenin yaptıklarını anlatmak nemime değildir. Bilakis bu davranışların kötülüğünden söz edilerek insanların sakınmaları sağlanmalıdır.

Kaynakça: "NEMÎME", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/nemime
| | Devamı... 0 yorum

Zühd hayatı

Zühd, Allâhü Teâlâ’nın yasakladığı şeylerden kaçınıp dünya varlığına ve lezzetlerine rağbet etmemek; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ve âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışmaktır. Sözlükte zühd “bir şeye rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” gibi anlamlara gelir. Malı az olan kişiye müzhid, yemeği olduğu halde az yemek yiyene zâhid, az olan şeye zehîd, dünyaya karşı açlık içinde perhiz hayatı yaşamaya zehâdet denir. Zühdün karşıtı rağbettir (Kāmus Tercümesi). 

Zühd, kazancı ve çalışmayı terk ederek atâlet (tembellik) içinde olmak değildir. Zühd, eldeki bütün eşyayı bırakmak, bunları kullanmamak değil, sahip olduğu dünyalığa kalben bağlı olmamak, dünya malını elde etmek için meşrû olmayan yollara başvurmamaktır. Zühd kavramı genellikle dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eder. Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme zühdün bazı göstergeleridir (et Taʿrîfât) Hasan-ı Basrî zühdü, “Dünyaya karşı zâhid olmak, dünyaya yönelenlere buğzetmek ve dünyada bulunan şeylerden nefret etmek" şeklinde açıklar. Abdullah b. Mübârek ise zühd kelimesini, “Fakirliği seve seve Allah’a güvenmektir” şeklinde tarif eder. Cüneyd-i Bağdadi, zühdü; “elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması” şeklinde tanımlar. Süfyân-ı Sevri, zühdü “Dünyaya karşı zâhid olmak kanaat etmek, azla yetinmektir." şeklinde açıklayıp, kuru ekmek yemek ve aba giymek zühd değildir.” uyarısını belirtilmiştir.

Ebû Süleyman ed-Dârânî (rah.), “Zühd; Allâhü Teâlâ’ya ibâdet ve itaattan alıkoyan her şeyi terk etmektir. Gerçek zâhid; dünyayı ve dünya malını ne kötüler ne de över. Dünya nimetlerine kavuştuğu zaman sevinmez, kavuşamadığı zaman da üzülmez.” buyurmuştur. Vüheyb el-Mekkî (rah.) şöyle buyurmuştur: “Zühd; kaybettiğiniz dünya nimetleri için üzüntü ve kedere düşmemek, elde ettiklerinize de güvenip aldanmamaktır.” Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Dünya nedir? Ne kumaş ne kadın ne de paradır. Dünya insanı Allah’tan alıkoyan şeydir” derken (Mesnevî, I, 79) dünyayı “Hakk’a perde olan durum” diye tarif etmiştir. İbnü’l-Cellâ (rah.) şöyle buyurmuştur: “Zühd; dünyaya, gözünde değerini küçültmek için yok olup gidecek nazarıyla bakmaktır. Bu nazarla bakınca, ondan yüz çevirmek kolay olur.” Bâyezîd-i Bistâmî’ye zühd sorulduğunda, “Ben zühdde üç gün (devir) kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım. İlk gün dünyaya ve dünyada olan şeylere, ikinci gün âhirete ve orada bulunan şeylere, üçüncü gün Allah’tan başka ne varsa hepsine karşı zâhid oldum. Dördüncü gün olunca bana Allah’tan başka bir şey kalmadı ve ilâhî aşk beni şaşkına çevirdi” şeklinde cevap vermiştir.

Asrı saadetin ilk müslümanların hayat tarzları azla yetinmenin ve zâhidâne yaşamın örnekleriyle doludur. Bu yaşam tarzı kitab-ı zühd eserlerinde toplanmıştır. Hadîd Sûresi’nin 23. âyet-i kerîmesinde şöyle buyrulmuştur: “(Bunu, Allâhü Teâlâ haber veriyor ki,) siz kaybettiğiniz (dünya nimetleri) üzerine üzülmeyesiniz (Allâhü Teâlâ’nın takdiri böyleymiş, diye mütesellî olup metanetinizi muhafaza ediniz). Ve size verdiği ile de sevinip mağrur olmayasınız. Ve Allah, her bir böbürleneni, çok iftihar edeni sevmez.” Kur’ân-ı Kerîm’de, “Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır” (Tâhâ 20/131; el-Kasas 28/60; el-A‘lâ 87/16-17) mealindeki ayetler ile bâki olan âhiret hayatına yönelmenin kul için daha fazla önem taşıdığını bildirmektedir. Yine Kur’an’da dünya hayatının fâniliği bu hayatın bir oyun ve eğlenceden ibaret olması, imtihan vesilesi kılınması, dünyanın geçiciliğine karşılık âhiret hayatının ebedîliği ve sonsuzluğu gibi konular üzerinde sıkça durulmuştur. 

Zühdde aslolan, kalbin dünyaya gereğinden fazla önem vermemesidir. Ancak bu mertebeye erişebilmek için dünyevî arzulara bulanmış nefsin halka zarar vermemesi, riyâzet, uzlet, halvet ve firar gibi uygulamalarla tezkiye edilmesi bir zorunluluktur. Zühdü gerçekleştiren kimsenin önce âhirete yöneleceği, ardından Hakk’a yakınlaşmaya başlayacağı, Hakk’ın dışındaki her şeyden (mâsivâ) uzaklaşacağı ve Hakk’a ulaşan kimsenin halkı irşad edeceği sûfîler tarafından sıkça vurgulanmıştır. Bu açıdan zühd, fenâfillâh ve bekābillâh gibi iki önemli durağı olan tasavvuf yolunun başlangıcını temsil eder. Zühd her şeyden önce bir terk fiilidir ve terkedilen şeye göre kısımları, dereceleri vardır. Zühdün ilk derecesi dinin yasakladığı şeyleri terketmek, ikincisi şüpheli şeylerden uzak durmaktır; buna “vera‘” denir. Üçüncüsü yapılıp yapılmamasına ruhsat verilen şeyleri terketmektir. Azimet ehlinin zühdü, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi mümkün olduğunca mubah olan şeylerin azıyla yetinmektir (az yemek, az konuşmak, az uyumak gibi). Zühdün en yüksek derecesi Allah’ın dışındaki her şeyi kalpten çıkarmak, kalbi daima Hak ile birlikte tutmaktır. Bu sürecin başlangıcı kişinin gazap, öfke, kibir, makam hırsı, yalancılık gibi kötü şeylerden kurtulması ve iyi niteliklerle bezenmesidir.  Ahmed bin Hanbel (rah.) Hazretleri aynı hususu şöyle açıklar: “Zühd, üç kısımdır: Haramı terk etmek ki bu avâmın zühdüdür. Helalin fazlalarını terk etmek ki bu da havâssın zühdüdür. Allâhü Teâlâ’dan uzaklaştıran her şeyi terk etmektir ki bu da âriflerin zühdüdür.”

Fudayl bin Iyâz (rah.) şöyle buyurmuştur: “Allâhü Teâlâ, şerrin tamamını bir odaya toplamış, dünya sevgisini de onun anahtarı yapmıştır. Hayrın tamamını da başka bir odaya toplamış, zühdü de onun anahtarı kılmıştır.” Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah yolunda olan kimseleri zâhidler, sûfîler ve melâmîler şeklinde hiyerarşik biçimde üç kısma ayırmış, en alt tabakada bulunan zâhidleri dünyadan yüz çevirip riyaya düşme korkusuyla ibadet ve nefis muhasebesiyle meşgul olan vera‘ ehli; sûfîleri zühd tavrının yanı sıra himmetlerini haller, makamlar, sırlar, keşf ve kerametlere yönelten kimseler; melâmîleri ise bu iki mertebenin üstünde sıradan görünümlü insanlar olarak kendilerini Allah’a veren, sadece farzları yerine getirmekle yetinen, her şeyde Hakk’ı müşahede eden irfan sahibi kişiler diye nitelemiştir (Fütûhât-ı Mekkiyye, VI, 141-148).

Gazzâlî’ye göre zühd bir şeye olan rağbeti ondan daha iyisine çevirmektir. Kişi vazgeçtiği şeye nisbetle zühd, yöneldiği şeye nisbetle rağbet ve muhabbet tavrındadır. Zühdde iki şart vardır: Yüz çevrilen şeyde iyi yönün bulunması ve rağbet edilen şeyin yüz çevrilenden daha iyi olması. Bunlardan birincisi söz konusu olduğunda taş, toprak gibi değersiz şeylere karşı terk fiili zühd adını almaz. İkincisi söz konusu edildiğinde rağbet edilen şeye karşı muhabbetin bulunmasıdır. Dolayısıyla zühd hem terki hem muhabbeti barındıran bir kavramdır. Gazzâlî’ye göre zühd en başta kalbin amelidir ve kalple ilgisinin bulunması onun mânevî bir hal olduğuna işaret eder. Ancak bu hal bilgi temelinde gerçekleşir. Bu bilgi zâhidin aldığının verdiğinden daha iyi ve üstün olduğunu idrak etmesidir. Bu bilgiye sahip olmayanın terkettiği şeyden hevesinin geçtiği düşünülemez. Bu bilgi de zühdün netice vermesi için yeterli değildir. Zira âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilip de dünyayı terketmeye gücü yetmeyenler de vardır. Bu durumda onların ilim ve yakînlerinin zayıflığına hükmedilir; bu da nefsin esiri olmaktan başka bir şey değildir. (Gazali, İḥyâ, Kitâbü’l-Faḳr ve’z-zühd, IV, 230-257)
Son olarak zühd hakkında İbnü’l-Arabî şöyle izahta bukunur:  “Bir şey benim değilse ona karşı nasıl zâhid olayım? Benim olan bir şeyden ise ayrılmam mümkün değildir. Öyleyse zühd nerede kaldı? Hakk’ı görürsen zâhid olmazsın, çünkü Allah yaratıklarına karşı zâhid olmadı. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan başka bir çare de yoktur. Öyleyse zâhidlikte kimin ahlâkıyla ahlâklanacaksın? Bu anlama dikkat et! Zühd sadece dünya hayatındadır, bu sebeple de kalıcı değildir” (Fütûhât-ı Mekkiyye, XI, 35-37).

Kaynakça: "ZÜHD", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/zuhd#1
| | | Devamı... 0 yorum

Müdârâ ve müdâhene

İnsanlarla dostluk kurulurken samimi olmak gerekir. Onlara yalaka tavırlar içinde yaklaşmak, yağcılık yapmak dostlukların zedelenmesine sebep olur. Müdârâ: Zâhiren dostluk göstererek güler yüzlü olmak, sulh ve salâh üzere olmak, insanlara güzel ve iltifâtkârâne muâmelede bulunmaktır. İyi geçirmenin yolu müdârâdır. Sözlükte “kandırmak, aldatmak” anlamındaki dery kökünden türeyen müdârâ kelimesi “hoşgörülü olma, insanlarla iyi geçinme” mânasına gelir. Terim manası olarak müdârâ kelimesi; Lisânü’l-ʿArab lügatinde şöyle geçer: "taşkın hareketleriyle huzursuzluğa yol açmasından endişe edilen veya aşırı alıngan olan kişilere karşı nazik davranarak onların kötülüğünü önlemeyi yahut gönlünü almayı amaçlayan davranışları ifade eder." (Lisânü’l-ʿArab, “dry” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “dry” md.; İbn Hacer, XXII, 330; Ahmed Rifat, s. 320-321).

Müdârâ, insan ilişkilerinde huzura ve muvaffakiyete vesiledir. Lüzumsuz müdâra ise müdâheneden, yani yağcılıktan, dalkavukluktan sayılır ve kişinin diğer insanlar gözünde kadrinin düşmesine sebep olur.  Müdâhene; Çıkar sağlama veya hoş görünme amacına yönelik söz ve davranış anlamında ahlâk terimidir. Türkçe’deki kelime karşılığı “yağcılık” olan müdâhene, insanların birine yaranmak, basit menfaatler elde etmek gibi gayri ahlâkî sebeplerle onlara karşı aslında içlerinde sakladıkları gerçek niyetleriyle çelişen ve ikiyüzlülüğü ifade eden bir terim haline gelmiştir. (Lisânü’l-ʿArab, “dhn” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “dhn” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 620; Ahmed Rifat, s. 321-322).

Müdâhene, dalkavukluk ile yüze gülmek, yalan yere muhabbet göstermek, birinin yüzüne karşı kalbindekinin zıttına olarak muhabbet ve samimiyet göstermektir. Sözlüklerde “yumuşaklık, uyumluluk, yapmacık tavır, olduğundan başka türlü görünme” gibi mânalara gelen "müdâhene" kelimesinin “yağ” anlamındaki dühnden türediği belirtilmiştir. Yağın asli özelliği olarak nesneleri yumuşatması gibi bazı söz ve davranışların da insanları yumuşatmasından, onların tepkilerini önlemesinden ve onları memnun etmesinden dolayı bu tür yalaka  davranışlara mecaz yoluyla müdâhene denmiştir. 

İbn Ebü’d-Dünyâ’ya göre müdâhene, bir kimsenin başkalarıyla ilişkilerinde güzel gördüğü davranış biçimlerini ortaya koyarken karşı tarafın hoşuna gitmek için bu davranışlara Allah’ın hoşlanmayacağı söz ve hareketleri ilave ederek yapmacıklık sergilemesidir. (İbn Balabân, II, 190). Seyyid Şerîf el-Cürcânî ise müdâheneyi çok farklı bir manada tarif ederek şöyle demiştir: Müdâhene; “bir kimsenin, kötülüğü görüp de önlemeye gücü yettiği halde kötüden veya başka birinden çekindiğinden ya da dinî duyarsızlığından dolayı kötülüğü engellememesi” dir. (et-Taʿrîfât) Bu tanımlara göre müdâhene kavramında, “temel inanç ve ilkelerden ödün verecek derecede sahte davranışlar sergileme”, samimiyetten uzaklaşma anlamının bulunduğu anlaşılmaktadır. Müdârâ, kendisine kötü davranılması halinde kişi hakkında asılsız iddialar ve iftiralarla fitne yapma ve değişik sorunlar çıkarma potansiyeli olan, aklı ve ilmi az, bencil, kötü niyetli, düşük ahlaklı kişilere karşı sabırlı olmak ve iyi davranmak demektir. Sonuçta bu müsamahakâr ve hoşgörülü davranışlarla, o kötü ahlaklı kişilerle arada zahiren bir dostluk ve ülfet tesis edilir ki bu şekilde hem o kişinin kötülüğü önlenir, hem gönlü alınır, hem de umulur ki o kişinin ilerde istikametini düzelterek iyilerden olmasına vesile olunur. 

İbn Battâl el-Kurtubî, müdârânın asıl hedefinin ülfet olduğunu ve farklı karakterdeki insanlara karakterlerine uygun biçimde davranmayı gerektirdiğini belirtir (Şerḥu Ṣaḥîḥi’l-Buḫârî, VII, 294-295). İbn Hacer el-Askalânî de müdârâyı “bilgisiz kişiyi eğitmek, günahkârı kötü fiilinden vazgeçirmek gibi faaliyetlerde bulunurken muhataba karşı yumuşak davranmak” şeklinde tanımlamıştır (Fetḥu’l-bârî, XXII, 330). Kaynaklarda, müdârânın bir zararın önlenmesi veya bir hayrın gerçekleşmesi gibi Allah rızâsına uygun amaçlara dayandığına dikkat çekilerek meşru nitelikte bir davranış olduğu belirtilirken böyle bir gaye taşımayan, sadece çıkar ve menfaat sağlama ve mevki kazanma gibi sebeplerle insanlara karşı hoş görünmeye, yalakalık yapmaya sebep olacak davranışlara “müdâhene” denildiği ifade edilmiştir.
Buhari'de geçen bir hadise göre Resûlullah kendisini ziyaret etmek isteyen bir kimsenin gıyabında, “O adam kabilesi içinde çok kötü biridir ama bırakın gelsin” demiş, adam huzuruna geldiğinde onu sıcak karşılamış, daha sonra bu tutumunun sebebini soran Hz. Âişe’ye, onu kendi huzurunda yüz bulamamış insan durumuna düşürüp kıyamet gününde Allah’ın huzurunda daha da kötü bir hale gelmesini istemediği için böyle davrandığını söylemiştir. Bu hadis müdârânın meşrû ve mendup olduğuna dair en önemli delil sayılmıştır. 

Müdâhene ile müdâra arasındaki fark: Müdârâ, insanın, nefsini ıslâh için sermayesi olan vaktini, dininde herhangi bir kınamaya maruz kalmayacak surette insanlarla güzel geçinerek geçirmesidir. Müdâhene ise insanın fiillerine, Cenâb-ı Hakk’ın razı olmayacağı huyları karıştırmasıdır. Kaynaklarda müdâhene ile “müdârâ” kavramları arasındaki bu farklılıktan dolayı müdârânın meşrû bir davranış, müdâhenenin ise insanlar tarafından sevilmeyen bir davranış olarak Allah tarafından haram kılındığı belirtilmiştir.

İbn Hibbân, akıllı insanın birlikte yaşamak zorunda olduğu kişilere karşı müdârâ etmesi gerektiğini asla müdâheneye kalkışmamasının lüzumunu hatırlattıktan sonra müdârânın sadaka değeri taşıdığını, müdâhenenin ise kişiyi günaha sokan bir davranış olduğunu söylemiştir. (İbn Hibbân, Ravżatü’l-ʿuḳalâʾ ve nüzhetü’l-fużalâ) Hasan-ı Basrî (rah.), “İnsanlara, sana nasıl dost olmalarını istiyorsan öyle arkadaşlık yap.” buyurmuştur.  Hazret-i Ali (r.a.) “Hile ile iş görme! Çünkü o, fena kimselerin ahlâkıdır. Kardeşine, iyi ya da kötü hangi hâlde olursa olsun samimi olarak nasihatte bulun ve yardımcı ol. Onu bir hata etmiş bulursan yalnız bırakma, doğru yola davet et.” buyurmuştur. Hazret-i Ali’nin (r.a.) oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye (r.a.) bu hususta  “Hoşlanmadığı hâlde aynı mecliste bulunmak mecburiyetinde kaldığı kimselere, Cenâb-ı Hak, onlardan kurtarıncaya kadar yahut bir çıkış yolu gösterinceye kadar, dinin hoş gördüğü surette idare ile davranmayan hikmet sahibi değildir.” buyurmuştur.

Gazzâlî de müdâhene ile müdâra arasındaki farkı anlatırken; kişilerin davranışlarındaki samimiyetin ölçüsünde ve kişinin birine karşı yumuşaklık gösterip onu idare etmeye çalışmasının arkasındaki niyette görmüştür. Buna göre eğer birine karşı dinin selâmeti için veya o kişinin halini düzeltmesini sağlamak ümidiyle yumuşak ve hoşgörülü davranılırsa bunun müdârâ, çıkar sağlamak, arzularını tatmin etmek, mevkiini korumak gibi bencil düşüncelerle aynı davranışlar ortaya konursa bunun da müdâhene olacağını belirtmiştir. (Gazali, İḥyâʾ, II, 182)
İmâm-ı Gazâlî aynı konu hakkında insanların davranışlarını özetlerken; “İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı, gıdâ gibidir. Herkese, her zamân lâzımdır. İkinci kısmı, ilâc gibidirler. İhtiyâç zamânında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç olmaz. Fekat, kendileri insanlara müsallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.” buyurmuştur.

Şehâbeddin es-Sühreverdî'nin kaydettiğine gö­re aile, çocuklar, komşular, dostlar ve bü­tün insanlara karşı müdârâ göstermek sûfi kimselerin anlayışındandır. Kişinin gerçek karakteri sıkıntılara katlanma derecesiyle ortaya çıkar. İnsanın aklının güçlü, ilminin ve hilminin zengin olduğunu müdârâdan da­ha iyi gösterecek bir erdem yoktur. Çün­kü bu erdem sayesinde nefsin bencilliği kırılır, nefret duygusu yatıştırılır. (Sühreverdi, Avari-fü'l-ma'ârif, V, 136-137)

Tasavvuf literatüründe ahlâk terbiyesi bakımından büyük değer verilen müdârâ konusu genellikle uhuvvet, sohbet, sabır, ülfet gibi kavramlar çerçevesinde ele alı­narak insanlara karşı güler yüzlü, tatlı dil­li ve hoşgörülü olmanın, onlardan gelebi­lecek sıkıntılara katlanmanın önemi üze­rinde durulmuştur. İnsanların bazı kusurlarını görmezden gelerek onları idâre etmeyen ve yaptıkları iyilikleri takdir etmeyen kimse kederli yaşar, insanların dostluğunu kazanmak yerine düşmanlık ve buğzunu kazanır. Hakîkî dostunu idare ettiği gibi fena arkadaşını idare edemeyen kimse akıllı değildir. Bir kimse, herhangi bir arkadaşında bir kusur görüp de onu hemen terk ederse arkadaşlık kuracak kimse bulamaz. İmandan ve İslam ahlakı ve ahkâmından asla taviz vermeden insanlarla, onları kazanmak ve gelebilecek kötülüklerden korunmak adına, iyi ilişkilere girmek veya hiç olmazsa şerlerini def etmek amaçlı “Müdârâ” denilen hoşgörülü davranma formunda davranışları sürdürmek Müslümana lazım gelen bir ahlaktır. Bu ahlak hem İslam’ın, hem aklın, hem de ilmin bir gereğidir.  Kötü bir davranış olan müdâhene yağcılığına düşmeden, müdârâ ahlakı ile insan ilişkilerini sürdürmek, bir peygamber ahlakı ve Allah dostlarının tavırdır. 
Çağımızın vebası olan yağcılıktan, dalkavukluktan sakınmak, şahsiyetli bir duruşla sadece Allah Teâlâ’ya kulluk ederek yalakalık, riyakarlık gibi türlü zilletlere düşmeden ciddi bir karakter ve kişilik kazanmak gerekir. Bu vesile ile davranışlarımızda samimi olarak aklıselim şekilde davranmalı, müdâhene yağcılığına düşmeden müdârâ ahlakı ile davranarak karakterimizi ve insan ilişkilerindeki duruşlarımızı düzenlemeliyiz.
Ayeti Kerime'de Allah “Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir davranıştır; ama kim bağışlar, düzeltme yolunu tutarsa onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O haksızlık edenleri sevmez.” buyurmuştur. Allah, insana hakkını tam olarak almak ve kötülüğe karşı koymak hakkını vermişse de, bağışlamanın bundan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. İyi bilinmeli ki bütün işler dönüp dolaşır Allah’a varır. Hiç şüphe yok ki O haksızlık edenleri sevmez. Çünkü Allah zulmü sevmez. Zulüm, bir şeyi ait olmadığı yere koymaktır. Almaya hakkı olmadığı bir şeyi alan insan da zâlimdir.
| | | Devamı... 0 yorum

En Çok Okunan Yazılar

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!