Kelime-i Şehâdetin anlamı

İslam’ın ilk şartı Kelime-i Şehadet getirmektir. Kelime-i Şehadet’i söyleyerek kalben Allah’ın (c.c) birliğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini kabul eden kişi, artık Müslüman olmuş olur. Kelime-i Şehadet, İslam'a girişin en temel şartıdır. Kelime-i Şehadet getirmeyen bir kimse Müslüman olarak sayılmaz. Ayrıca, Şehâdet kelimesini dil ile söyleyip kalple de tasdik etmek gerekir. 
 اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ  
Kelime-i Şehadet: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulühü" şeklinde okunur. Kelime-i Şehadetin Anlamı: "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O'nun kulu ve Rasûlüdür." 
Kelime-i Şehadet-i söyleyen kişi, Müslüman olarak İslam toplumunun bir üyesi olur. Hiç kimse, Kelime-i şehadet'i söylemeye zorlanamaz; zorlanan kişinin şehadeti geçerli sayılmaz.  Kelime Şehadet, iman esaslarını içinde barındıran özlü bir kelamdır. Bu konuda İmam Gazali, İhya'da şunları söylemektedir:
"Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra da inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın imanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir? Evet, sadece taklitten meydana gelen iman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede ve yerlestirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de kelam ve cedel ilmi öğrenmek şart değildir." 

Ehli Sünnet'in İslâm'ın Şartlarından Olan Kelime-i Şehâdet Hakkındaki İnancı
Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arşın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine tevhid inancını nasip ettiği bu kullarına inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) yolunda yürümeye muvaffak kılıp kendilerine onun şerefli ashabının izinden gitmeyi lûtfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği sıfatların en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkatın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan yegane varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu, kullarına bildiren Allah'a hamd ü senâlar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz! "O, (herşeyden önce mevcut olan) Evvel'dir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Ahir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtı ise) Bâtın'dır. O herşeyi bilendir." (Hadid Suresi/3) 
Tenzih: Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiçbir cisme benzemez. Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi ârazların bulunacağı yer de değildir. O hiçbir mevcuda benzemez, hiçbir mevcud da O'na benzemez. "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. Onun benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir), O, Basîr'dir (bütün yapılanları görür)." (Şûrâ Suresi/11) Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıt'alar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler, O'nu istiab etmez. O, söylediği vechile 'istiva etmek'ten hangi mânâyı kastetmişse, o mânâ ile arş'a istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâkî olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır. Zira arş, yaratılmış olmak hasebiyle, O'nun azametini taşıyamaz Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lûtfuyla O yaratmıştır. Bütün bunlar, O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın göğün en üst noktasından, tâ yerin en alt tabakasına kadar herseyin üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz, Bu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından herhangi bir tesiri yoktur. O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır: kullarına da şah damarından daha yakındır. "O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir." (Sebe Suresi/47) 
O'nun yakınlığı, cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez... O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamaz. O, zaman hududlarının dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmazdan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtı, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden (değişikliklerden) münezzehtir. Sonradan meydana gelenler, O'nda yer alamazlar. O'nda ârız şeyler de yoktur. O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin...) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zatı da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dâr'ul Kârar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir. 

Hayat ve Kudret 
Allahü Teâlâ diridir, Kâdir'dir, Cebbâr'dır, Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm, O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekûtun, izzet ve ceberûtun sâhibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyâmette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi, O'nun kudreti dâhilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve mâlûmâtının (ilminin) da nihayet ve sınırı yoktur. 

İlim 
O Allah, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi haricinde kalamadığı bir alimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışına, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadim ve ezeli ilmiyle bilmektedir, Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zatında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir. 

İrade 
Allahü Teâla, bütün kainatın varlığını irade ve bütün hadiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür-görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kaza, kader, hikmet ve isteğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş, O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra da tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır. Eğer O'nun tevfik ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa, hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır. 
Allahü Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâti ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezeli irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allahü Teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum, Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz. 

Sem'i ve Basar
Allahü Teâlâ, Semi ve Basir'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar, O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz, Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları gibi azalar olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâti ve ne de sıfatları, yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez. 

Kelâm 
Allahü Teala konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaat ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtı ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması, hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi, dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'an, Tevrat, İncil ve Zebur; peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır. Kur'an-ı Kerim; dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadimdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi, onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve böyle bir ayırımı da kabul etmez. 

Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nun zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece Mu'tezile'nin inandığı gibi zâti ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın aynısı ve gayrısı olmayan ve ondan ayrılmaz birer hakikattir.) 

Tekvin, Fiiller ve eylem
Allah Tealâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O, varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştir. Allah Teâlâ, fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü Allah Teâlâ, başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun. Allah'tan başka her ne varsa, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, araz, bilinen ve görünen herşey, sonradan Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir. Allah Teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştır. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O, bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de O'nun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir. Bu bir lûtf-u ilâhîdir. Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kularının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adâletin tâ kendisi olur. 
Allah Teâlâ, mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir. Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın, Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez. Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamaz. Tâat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuştur. Allah Teâlâ, peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, vaadini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilahi hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü. 

Şehâdet'in İkinci Kelimesinin Anlamı
Peygamberin peygamberliğini tasdik edip buna şahidlik etmektir. Allah Teâlâ mektep ve medrese görmeyen peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.v), Kureyş kabilesinde görevlendirdi. Onu Arap, Acem, cin ve insanların tamamına gönderdi. Onun şeriatıyla -bu İslam şeriatı tarafından kabul olunan kısımları hâriç- daha önceki tüm şeriatları yürürlükten kaldırdı. Allah, O'nu bütün peygamberlerden üstün kılarak insanlığın efendisi yaptı. Allah Teâlâ kendisinden başka mâbud olmadığına inanmaktan ibaret bulunan imanın ancak 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' şehadetiyle kemâle erebileceğine hükmetmiştir. O; bütün insanları, peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in (s.a.v) gerek dünya ve gerekse de âhiret konusunda getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdikle mecbur tutmuştur. Diğer taraftan Hz. Muhammed'in (s.a.v) ölümden sonraki hayata dair söylediklerini kabul etmeyen hiçbir kulun imanının kabul olunmayacağını da ilân etmiştir. 

Nekir ve Münker'in Sualleri
Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi, Nekir ve Münker'in kabirdeki sualleridir. Nekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektir. Bu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlar. Sonrada ona Tevhid ve Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' derler. (Tirmizî, İbn Hibban) "Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır." (Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban) Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve ilk denemedir. 

Kabir Azâbı haktır. İmanın kabul olunması için kabir azâbına da inanmak gerekir. (Buhârî, Müslim)  Hem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap, adaletin tâ kendisidir. 

Mizan: Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne eşittir, Onunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılır. Bu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridir. Gramların bu kadar küçük olması, adaletin tam tecelli etmesi içindir. İyilik sayfaları bir hasene şeklinde nûr kefesine konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre ağırlaşır. Günah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adâleti hükmünce bunlarla hafifleşir. (Beyhaki) 

Sırat Köprüsü 
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir köprüdür. Allah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerinden kayarak cehennemin dibini boylayacaklardır. Yine Allah'ın fazlıyla mü'minlerin ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr) olan cennete varılır. (Buharî ve Müslim)

Kevser Havuzu
Sıratı geçen mü'minler, cennete girmezden önce Hz. Muhammed'in (s.a.v) kevser havuzundan kana kana su içerler. Bu öyle bir içiştir ki, artık bir daha susamazlar. Bu havuzun eni, bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdır. Kenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak vardır. Havuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır. (Müslim) 

Hesap 
Mahlûkâtın hesabı, çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdır. Kimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebindir. Bu bakımdan Allah Teâlâ, dilediği peygambere: 'Peygamberlik vazifeni yerine getirdin mi?' ve dilediği kâfire de: 'Sen peygamberleri yalanladın mı? diye sual sorabilir. Fakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildir. Sualsiz cennete ya da cehenneme de gönderebilir. Sünnet'ten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi tutar. (Beyhaki)

Şefaat 
Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair mü'minlerin şefaatına inanmak gerekir. Şefaatçısı bulunmayan mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardır. Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır. 

Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması 
Tevhid ehlinin ceza gördükten sonra, ateşten çıkacağına iman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip olması gerekir.(Buharî ve Müslim)

Sahabe-i Kiram Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir. Sahabe-i kirâmın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hz. Ebubekir (r.a), ondan sonra Hz. Ömer (r.a), sonra Hz. Osman (r.a) ve ondan sonra da Hz. Ali (r.a) olduğuna inanmak gerekir. (İbn Mâce)

Bu inançların hepsi hakkında hadisler vardır. Bütün bunlara inanıp bağlanan bir kimse, hak ehlinden ve ehli sünnet cemaatinden olur; dalâlet ve bid'at fırkalarından ayrılır. İlahî rahmetine sığınarak, Allah Teâlâ'dan bizlere ve bütün müslümanlara yakînin kemâlini ve elinde güzel sebat vermesini isteriz. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. Allah Teâlâ ilahî rahmetini sevgili peygamberi Muhammed Mustafa'ya ve her seçtiği kuluna inzal buyursun. Amin! 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-V, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.291-297 Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
| | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!

En Çok Okunan Yazılar