"İstemem"- Fatih Sultan Mehmed

Sen kokmayan gülü neyleyim,
Neyleyim sensiz baharı?
Sen doğmayan günü neyleyim,
Neyleyim sensiz ben dünyayı?
Senin tenine değmeden gelen yağmuru istemem, meltemi istemem.

Seni parlayacaksa parlasın yıldızlar,
Sana yanmayan yıldızı semalarda istemem.
Bülbüller söyleyecekse seni söylesin,
Senden okumayan bülbül olsa dinlemem.
Özlemim sen olacaksan yansın yüreğim,
Sılası sen olmayan gurbeti istemem, vatanı istemem.

Bir ateş yakacaksa beni kalbimden,
Senin aşkının ateşi yaksın,
Senden gayrı başka bir aşkla kül olursa kalbim,
Bu kalbi istemem, ateşi istemem, koru istemem.

Seni göremediğim vahalar bedevilerin olsun,
Ben senin çölünü isterim, suyu istemem.

Sana çıkacaksa durmaz yürürüm,
Sonu sen çıkmayan yönü istemem, yolu istemem.

Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem.
Kalbini fethedecekse geçerim bin sina'yı birden.
Yoksa neyime?
Bu fethi istemem, Mısır'ı istemem, cihanı istemem.

Ben Sultan Fatihim, önündeyim İstanbul'un.
Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için.
Yoksa gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul'u istemem.

Ben bir garip yunusum, yazdığım sensin, yandığım sen.

Senden gayrı bir aşka ben kalemi istemem, kağıdı istemem.

Ben senin ümmetinim, sensin benim efendim.
Senden gayrı, senden başka efendi istemem, sevgili istemem, istemem…

Fatih Sultan Mehmed (Avni)



| | | Devamı... 0 yorum

İmparatorluğa Mersiye Şiiri - Osman Yüksel Serdengeçti

Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 25 Temmuz 1917’de Antalya’nın Akseki ilçesinde doğmuş, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş Türk siyasetçi, gazeteci ve şairdir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrenim gördüğü sırada 1944 olaylarına karıştığı gerekçesiyle Hüseyin Nihal Atsız’la birlikte tutuklanmış, bir süre hapis yatmıştır. Tahliye edildikten sonra fakülteye dönme talebi reddedilip bakanlığa gönderdiği aralıksız dilekçelerine Maarif Vekaleti’nce cevap verilmeyince çileden çıkan Osman Yüksel Serdengeçti, doğrudan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in şahsına “Yüksek vekaletin alçak vekiline” diye başlayan aşağıdaki dilekçeyi  yazdığı için yeniden hapse girmiştir. 
"Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline /ANKARA
3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasında bir telefon emrinizle okuldan atılan, ben Osman Yüksel, İstanbul’a sürülüp örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. 
Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı …!
Senden bahşiş istemiyorum …!
İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım…
Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez..!
Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez…!
“On kuruşluk pul ve Osman Yüksel imzasıyla” 
Bakanlığa verilen bu sert dilekçeye de olumlu/olumsuz bir cevap verilmez. Fakat sonraki zamanlarda Serdengeçti Dergisi’nda yer alan eleştirilerle alakalı olarak Hasan Ali Yücel tarafından tekrar dava edilir. Davalar neticesinde yeniden hapse giren Serdengeçti, epey bir uğraş vermesine rağmen fakülteden mezun olamaz. Serbest kaldıktan sonra 33 sayı yayımladığı Serdengeçti dergisiyle yayınlarına devam etmiştir. Dergideki yazılarından dolayı halk arasında “Serdengeçti” olarak anılmış, daha sonra bu lakabı soyadı olarak almıştır. 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili olarak görev yapmıştır. Ancak partisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle partiden ihraç edilmiştir. Mecliste kravat takmadığı için uyarı almış, uyarılara aldırmayınca genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu duruma tepki olarak kravatı beline bağlamış ve “Kanunda nereye takılacağı yazmıyor” diyerek hazırcevaplığıyla dikkat çekmiştir.

Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” köşesinde yazılar yazan Yüksel, Necip Fazıl Kısakürek’in yakın dostu olarak bilinir. Mizahi ve nüktedan üslubuyla tanınan Serdengeçti, Türk milliyetçiliği ve İslam inancını birleştiren bir düşünce çizgisine sahip olmuştur. Yaşamının son dönemlerinde Parkinson hastalığına yakalanan Osman Zeki Yüksel, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş ve Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Başlıca Eserleri: Mabedsiz Şehir, Bu Millet Neden Ağlar?, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?, Ayasofya Davası, Mevlana ve Mehmet Âkif, Türklüğün Perişan Hali, Kara Kitap, Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı, Akdeniz Hilalindir.

 
| | | Devamı... 0 yorum

Bir Gezi Rotası: Konya-Ereğli-Karaman

Okulların tatil olması ile birlikte yoğun geçen dönemin ardından bir gezi planı yapıp , yakın çevreyi keşfetmek güzel bir fırsat oldu. Bunun için Konya-Karaman güzergahını, kendime rota olarak belirledim. Kısa mesafeli ama bir o kadar da yorucu bir plan hazırladım. Sevgili peygamberimiz Hz Muhammed (s.a.v)in "Seyahat edin, sıhhat bulun. Yola çıkın sıhhat bulun." (Ahmet b. Hanbel, 3/280; Aclunî, 1/445, Mecmau’z-Zevaid, 5/210) Şeklindeki hitaba mazhar olabilmek, "tebdili mekanda ferahlık vardır" sözün hikmetine vakıf olabilmek gayesiyle yol hazırlığımızı yaptık ve sabahın nuruyla  erkenden yola koyulduk.
| | | | Devamı... 0 yorum

Saatin tarihsel gelişim süreci

Saat, zamanı ölçmeye yarayan alettir. Saat, iki değişik zaman arasındaki farkın, insanlar tarafından oluşturulan ölçüler dahilinde ölçülmesini sağlayan alettir. Mısırlılar, Güneş'in her gün belirli bir düzende doğup battığını keşfetmiştir. Bundan yararlanarak güneş saatini icat etmeyi başardılar. Bu güneş saat çeşidinde, dik duran bir cismin güneşin geliş açısına göre oluşturduğu gölge boyuna bakılarak saat hesaplanıyordu. Ancak güneş saati, geceleri güneş olmadığından çalışmıyordu. Bunun üzerine Antik Mısırlılar, kum saati ve su saatini icat ettiler. Su ve kum saatlerinin temel prensibi, suyun/kumun düzenli bir şekilde bir kaba veya bir kaptan dışarı akması üzerine kuruludur. Bu saat çeşitlerinin güneş saatinden sonra, muhtemelen MÖ 16. yüzyılda yine Mısırlılar veya Babilliler tarafından kullanılmaya başlandığı kabul edilir.  Hint ve Çin coğrafyalarında da güneş saatleriyle birlikte su ve kum saatleri de erken dönemlerde kullanılmıştır.
Zamanı göstermek için altıncı yüzyıldan itibaren, Çin’de bir başka saat çeşidi olarak "işaretli mumlar" da zamanı göstermek için kullanılmıştır. Astronomik ve astrolojik saat yapımı da, Çin’de M.S. 200 ila 1300 yılları arasında geliştirilmiştir. Erken dönemde Çinli astronomlar, astronomik olayları gösteren çeşitli mekanizmaları kullanmıştır. Gök bilimci Su Sung ve ortakları 1088 yılında ayrıntılı bir su saati inşa ettiler. İslam Dünyasında saat hususunda, Mısır ve Çin uygarlıklarının kendilerinden önceki dönemlere ait ilerlemelerinin geliştirilerek kullanıldığı, tarihi vesikalarda tespit edilmiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid (763-809) zamanında, Kudüs'te Hristiyan hacılara iyi davranılması konusunda istekte bulunan Büyük Karl'a gönderdiği çeşitli hediyeler arasında bulunan bir saat, o zamanın Avrupa'sında büyük ilgi uyandırmıştır. Harun Reşid'in hediyesi bu saatin çanı çalınca, kralın huzurundakiler, içine şeytan girmiş diye korkarak kaçıştıkları rivayet edilmiştir.[1] Frenkler’i şaşkına çeviren bu saat karşısında hayrete düşen Kral'ın yanındakiler, sihirli sandıkları saati kırmaya çalışmalarına rağmen İmparator orada olanları engellemiştir. [2] 
Cebir ilminin kurucusu kabul edilen matematikçi Muhammed b. Musâ el-Harezmî (ö. 232/847) namaz vakitlerini belirlemeye yarayan pergel gibi zamanı gösteren bir alet yaptığı da kaynaklarda zikredilmiştir. İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî’nin (1136-1206) "Kitâb fî Maʿrifeti’l-ḥiyeli’l-hendesiyye" adlı eserinde ele alınan günümüzdeki çalar saatlere benzer uyarıcı bir su saatinden bahsedilmiştir. El-Cezeri'nin eseri 'nin Kitâbü’l-Ḥiyel’de çok ilginç dört adet mum saati tanıtılmaktadır. Yemen’deki Resûlîler Hanedanı’nın sultanı el-Melikü’l-Eşref Ömer b. Yusuf (694-696/1295-1296)'un “Muinu’t-Tullâb alâ Ameli’l-Usturlab” eserinde Kahire’nin enlem derecesi için imal ettiği güneş saati çizimi de, ilk dönem saatlerine İslam dünyasının örnekleri olarak gösterilebilir.[3] Mısır ve Çin coğrafyalarında ilk örneklerine rastlanılan bu tür saatlerin, Ortaçağ İslâm dünyasında da sıklıkla kullanıldığı bu misallerden anlaşılmaktadır. 
Mekanik saatler, eski su saatlerinin yerini almış ve ilk saat mekanizması 1275 yılında icat edilmiştir. 1300’lerin başında, İtalya’da üç adet mekanik saat inşa edild Bir saat mekanizmasının ilk çizimi 1364 yılında Jacopo di Dondi tarafından yapılmıştır. 14. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar geniş mekanik saatler birkaç kentin kulelerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Alman kilit ustası Peter Henlien, tarihte bilinen ilk kurmalı saati 1524 yılında üretmiştir. 16. yüzyılda, daha önce saat yapımında kullanılan demir yerine, prinç, bronz ve gümüş kullanılmaya başlandı. 1540 yılında reformcu John Calvin'in insanları takı kullanmaktan men etmesiyle dönemim kuyumcuları geçimini sağlamak için başka bir zanaat öğrenmek zorunda kalmışlar ve bu nedenle İsviçre saat endüstrisi doğmuştur. Galileo, sarkaçlı saat hareketini 1582 tarihinde Huygens'ten daha önce incelemiş olmasına rağmen sarkaç saat tasarımı patentini alamamıştır. Christiaan Huygens, 1656’da “doğal” bir salınım periyoduna sahip bir mekanizma tarafından düzenlenen ilk sarkaçlı saati yapmıştır. Huygens’in sarkaçlı saatinde günde 1 dakikadan daha az bir hata veriyordu ve daha sonraki düzeltmeler sayesinde saatin hatalarını günde 10 saniyeye düştü. 1770 yılında ise ilk kez kendi kendine sarmalı mekanizma Abraham-Louis Perrelet tarafından icat edildi. 
İslâm âleminde mekanik saatlerle ilgilenen ilk kişi 1579 yılında İstanbul Rasathânesi’ni kuran, Takıyyüddin er-Râsıd’dır. Takıyyüddin saatçilik üzerine "el-Kevâkibü’d-dürriyye fî vażʿi’l-benkâmâti’d-devriyye" isimli bir kitap yazmıştır. Ayrıca onun "Âlât-ı Raṣadiyye" adlı gökbilim aletleriyle ilgili kitabında da bir astronomik saatin nasıl gerçekleştirileceği anlatılır. [4] 18. yüzyılın sonlarından itibaren sayıları gittikçe artan büyük İstanbul camilerinin yanlarındaki muvakkithânelere namaz saatlerini belirlemede yardımcı olması için büyük boy sarkaçlı saatler konulmuştur. Osmanlılar’da II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) gündeme gelen saat kulelerinin yapımındaki Avrupa'ya nazaran bu gecikmenin sebebi, zaman kavramının namaz vakitlerine sıkı sıkıya bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. 
İlk kol saati, 1812 yılında Napoli Kraliçesi için üretilmişti. Ancak kol saatlerin ilk ortaya çıkış tarihi 1570’li yıllara kadar dayansa da, o zamanlar kol saati olarak tanımlanmamıştır. 1884 yılına kadar Greenwich’teki bir konferansta küresel zaman ölçümü konusunda anlaşmaya varıldı ve Greenwich Ortalama Saati’ni uluslararası standart olarak kabul edildi. Zamanın ölçümü ve bunun hesaplanması için kullanılan araçların gelişimi sürekli devam etmektedir. En son seviyede bulunan atom saatleri henüz kişisel kullanım için uygun görülmemekle birlikte teknolojinin gelişimi sayesinde kullandığımız kol saatleri veya akıllı cihazlar atom saatleri ile iletişime geçerek en doğru zamanı gösterebilmektedir.

Helenistik dönemde (m.ö. 330-30) günümüzde olduğu gibi gün yirmi dört eşit saate bölünmeye başlanmıştır. Ancak Helenistik dönemdeki zaman algısı günümüz dünyasından farklı olarak, günün öğleyin zeval vakti veya gece yarısı başlatılması ile (zevâlî, alafranga) akşam güneş batarken başlatılması (gurûbî / ezânî, alaturka) gibi iki farklı uygulamaya yol açmıştır. İslam Dünyasında buna benzer biçimde günümüzdeki anlayıştan farklı olarak Hicrî kamerî takvimde, aylar hilâl doğarken yani güneş ufukta batarken başlar. Yeni ayla birlikte yeni bir gün başlar ve güneşin alçalarak üst kenarının ufuk çizgisine teğet hale geldiği anda; saat 12.00 yahut 00.00 olduğu kabul edilir. Dolayısıyla başlayan gece geçmiş güne değil, bu yeni güne ait sayılır. Bu sebeple hicrî takvimdeki mübarek sayılan cuma geceleri milâdî takvimin perşembe, kandil ve bayram geceleri de yine bir gün öncenin gecesine rastlar. Bu şekildeki Hicri Takvim ve saat uygulaması; Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türkiye'de, Avrupa ile saat ve tarih uyuşmazlığı gerekçe edilerek, Türkiye Cumhuriyeti Dahiliye Nezâreti’nin yayımladığı Nisan 1912 tarihli tâmimle alafranga ve alaturka saat sistemlerinin bir arada kullanılmasının ortaya çıkardığı sorunlar dile getirildikten sonra, tüm resmî dairelerde alafranga saatin kullanılması, 26 Aralık 1925 tarih ve 697 sayılı kanun ile zorunlu kılınmıştır. “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gün gece yarısından başlar ve saatler 0.00’dan 24.00’e kadar sayılır”; 2. maddesinde, “İzmit civarından geçen, Greenwich’e göre 30. derecede bulunan boylam dairesi bütün Türkiye Cumhuriyeti saatleri için esastır.” maddesi ile bu kanun yürürlüğe girmiştir.

KAYNAKÇA:
[1] Hitti, 298; Muhammed Hudari, Tarih, I/133; G. Labon, Hadâretü’l-Arab, çev.: Adil Zuaytır, Kahire 1948, 215; G. Sarton, Introduction of the History of Science, London 1962, c. I, s. 527. 
[2] Muhammed Hudari, c. I, s. 133
[3] Fuat Sezgin, c. III, s. 85.
[4] Atilla Bir- Mustafa Kaçar, “Saat”, DİA, İstanbul 2008, c. XXXV, s. 323.

Nasreddin Hoca ve üç papaz hikayesi

Rivayet odur ki, Sultan Alaaddin zamanında üç Hristiyan papaz, Anadolu’yu dolaşarak halkın kafasını karıştırmayı kendilerine görev edinmişler... Gittikleri yerlerde o yörenin en âlim kişisini bulup, papazlardan her biri o alim kişiye cevabı bilinmeyen bir soru soruyorlar ve âlimi halk nezdinde küçük düşürüyorlarmış... Gel zaman git zaman bu üç papazın şöhreti halk arasında yayılmaya başlamış. Halk çaresizlik içinde kalarak, bu papazların karşılarına çıkaracakları ve onların sorduklarına cevap verecek kimseleri bulamaz olmuşlar. Köy halkları, papazların bu durumları karşısında çaresizlik içinde aciz kalmaya başlamışlar...

Köyde yaşayan bir aklı evvelin gönlüne Nasreddin Hoca düşmüş, kendi kendine "bu papazların sorularına cevap verse verse bizim Nasreddin Hoca verir" diyerek Nasreddin Hoca’yı köye çağırmış. Hoca eşeğini yedeğine almış olarak  halkın toplanmış olduğu köy meydanına gelmiş ve onu çağıran kişiden yaşanan olayları dinlemiş ve papazların karşısına çıkıp sorularına cevap vermeye karar vermiş. Köylüler, papazları tekrar köy meydanına sorular sormaları için çağırmışlar. Nasreddin Hocayı karşılarında eşeği ile gören papazlar, Hocayı alaya alıp küçümsemişler ve şöyle demişler: 
“Eğer sen bizim söylediklerimize tam olarak cevap verirsen, biz senin dinine girer Müslüman oluruz, aksi halde sen bizim dinimize girersin tamam mı?” demişler. Hoca sakalını sıvazlayıp gevrek gevrek gülmüş ve; “Artık size cevap vermek lazım oldu.” demiş. Bu cevap üzerine papazlar sırasıyla Hoca'ya sorularını sormaya başlamışlar.
Birinci papaz, Nasreddin Hoca’ya bir adım daha yaklaşarak, “Söyle bakalım, dünyanın ortası neresidir?” der. Hoca, o gevrek gülüşünü arttırarak; “Ben de cidden bir soru soracağınızı zannetmiştim. Bunu bilmeyecek ne var; Benim karakaçanın sağ ön ayağının bastığı yerdir.” der... Papaz aptallaşmış, kem küm etmiş ve son bir gayretle; “Burası olduğu ne malum?” demiş. Nasreddin Hoca, papaz daha lafını bitirmeden sözü papazın ağzına tıkamış; “İhtimal vermiyorsan ölçüp bak, işte ben buradayım. Ben ve Karakaçan’ım seni burada bekliyoruz!..” Birinci papaz, durum karşısında çaresiz geri adım atmak zorunda kalmış.

İkinci papaz, ilkinin boynu bükük geri adım atması üzerine, hemen meydana gelerek sormuş “Söyle bakalım Hoca, gökte ne kadar yıldız vardır?” Nasreddin Hoca yine gülmüş, eşeğin sırtını sıvazlayarak; “Benim Karakaçan’ımın sırtında ne kadar kıl varsa, gökte de o kadar yıldız var...” demiş.
Papaz “Nereden belli Hoca saydın mı?” diye itiraz etmiş etmesine ama Nasreddin Hoca: “İnanmazsan otur say istersen.” demiş. Papaz bunun üzerine “Hoca! hiç eşeğin kılları sayılır mı?” diyerek itirazını sürdürmüş bunun üzerine Nasreddin Hoca: “Ee, madem eşeğin kılları sayılmaz, gökteki yıldızların adedi hiç sayılır mı?” diyerek cevabı yapıştırıvermiş. İkinci papaz da Nasreddin Hoca’nın son sözü ile savunmasını kaybedip boynunu bükerek geri çekilmiş.

Üçüncü papaz, diğer ikisinin yenilgisinden sonra ortaya atılarak sakalını sıvazlayıp: “Buraya kadar iyi idare ettin Hoca Efendi. Bu son soruya da cevap verebilirsen biz sözümüzden geri dönmeyiz. Senin dinine gireceğiz, ama şayet cevap veremezsen de sen bizim dinimize gireceksin kabul mü?” demiş.
Nasreddin Hoca: “De hele, sor şu güvendiğin soruyu...” demiş. Bunun üzerine son papaz sorusunu sormuş:  “Peki söyle bakalım benim sakalımda kaç kıl var?” Nasreddin Hoca, hemen yanındaki eşeği Karakaçan’ın kuyruğunu kavrayarak; “Şu bizim Karakaçan’ın kuyruğunda kaç kıl varsa, senin sakalında da o kadar kıl var.” diye cevap vermiş. Papaz: “Amma yaptın Hoca, nereden belli aynı olduğu?” diyerek itiraz etmiş. Nasredin Hoca: “Eğer bana itimadın yoksa, gel bir kıl senin sakalından, bir kıl da bizim eşeğin kuyruğundan koparalım; denk gelmezse o zaman konuşalım...” demiş.
Üçüncü papaz bu teklif karşısında mecburen gerilemek durumunda kalmış ki zaten maksatları sorularına cevap almak değil, karşılarına diktikleri âlimleri âciz bırakmakmış. Ancak sonunda da kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşler ve Nasreddin Hoca'nın hazır cevaplığı karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlar. Yaptıkları davranıştan dolayı köy halkından da özür dileyerek, verdikleri sözü tutup müslüman olmuşlar. 

Nasreddin Hoca, Sivrihisar yöresinde 1208 yıllarında doğmuştur. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Nasreddin Hoca, ilk derslerini babasından almıştır. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi gören Nasreddin Hoca, babasının vefatı üzerine Hortu’ya dönerek köyün imamı olmuştur. Daha sonra Mutasavvıf Seyyid Muhammed Hayrânî’nin talebesi olmuş ve hocasının Akşehir’e göçmüştür. Nasreddin Hoca, 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrânî ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinlemiştir. Bir rivayete göre medresede ders okutmuş ve kadılık görevinde de bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca şekline dönüşmüştür. 
Nasreddin Hoca, sağlam bir İslam inancına, köklü bir dinî bilgiye  ve ciddi bir ahlakî yapıya sahiptir. Tasavvuf kültürüne de vakıf olan Nasreddin Hoca, bir çok tarihî yazma eserlerde evliyalar arasında zikredilmiştir. Nasreddin Hoca Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde “hakîm ulu bir can” olarak tanıtılır. Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak olan Ebu’l-Hayr Rûmî’nin Saltuknâmesi’nde (M. 1495) Sarı Saltuk, Nasreddin Hocaya bir hediye göndererek kendisinden dua talebinde bulunur. Nasreddin Hoca, Miladi 1284 tarihinde Akşehir’de vefat etmiştir. 
Nasreddin Hoca, Anadolu kökenli bir karakter olmasına karşın fıkraları Doğu Türkistan'dan Macaristan'a, Güney Sibirya'dan Kuzey Afrika'ya Türkçe konuşulan ve Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında bulunan bölgelerde anlatılarak zaman içerisinde farklı ülkelerde farklı diller konuşan insanlarca da benimsenmiştir. Günümüzde Türklerin siyasi ve kültürel etkisine bağlı olarak Bulgarlar, Çinliler, Ermeniler, Gürcüler, İtalyanlar, Ruslar aralarında bulunduğu Türk olmayan toplumlarda da Nasreddin Hoca fıkralarının benzerleri yer almaktadır. Bu toplumlarda zikredilen fıkralar, yazıldıkları çevrenin ulusal ve bölgesel özellikleri gereğince kısmen değişmiş, temalar ve hikâyenin kahramanı yeni biçimler alarak düzenlenmiştir.
| Devamı... 0 yorum

Tıkandı Baba Hikayesi

Bir nükte olarak söylenen "Vermeyince Mabud neylesin Mahmud" sözünün hikayesi hakkında şöyle bir hal nakledilir. Osmanlı devleti zamanında Sultan Mahmud kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazam ve birkaç muhafız ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip ot urmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: "Tıkandı Baba, çay getir"; "Tıkandı Baba kahve getir". Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmud'a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince:
- Baba sana neden "Tıkandı Baba" derler? Hele otur da anlat, demiş. Tıkandı Baba başlamış anlatmaya:
- Ben bir gece, bir rüya gördüm. Rüyamda tanıdığım tüm insanların bir çeşmesi vardı ve hepsinin çeşmesinden oluk oluk su akıyordu. Benim de bir çeşmem vardı fakat benim çeşmemdeki su ip gibi akıyordu. Sonra ben; "Keşke benim çeşmem de onlarınki kadar aksa" diye içimden geçirdim. Sonra yerden bir çomak alıp suyun geldiği oluğu dürtmeye başladım. Ben oluğu dürterken çomak kırıldı ve ip gibi akan suyum damlamaya başladı. Bu sefer ben; "Keşke çeşmem diğerlerininki kadar olmasa da, bari eskisi kadar aksa" diye içimden geçirdim ve oluğu kurcalamaya devam ettim. Ben uğraşırken suyun geldiği oluk tamamen kırıldı. Az önce damlayan suyum, tamamen kesildi. Ben yine uğraşmaya devam ediyordum ki, o sırada bir melek göründü; bana "Su Tıkandı artık, Artık uğraşma!" dedi. O gün bu gündür bu rüyamı kime anlattıysam adım "Tıkandı Baba'ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp zar zor geçinmeye çalışıyorum.
Tıkandı baba'nın anlattıklarından etkilenen Sultan Mahmud, muhafızlarına; "Bundan sonra her gün bu adama bir tepsi baklava getirin; her baklava diliminin altına da bir altın koyun." diye emir vermiş. Hemen ertesi gün askerler ilk tepsi baklavayı getirip, Tıkandı Baba'ya teslim etmişler. "Padişahımızdandır" diyerek...
Tıkandı Baba baklavaya sevinmiş. "Ne zamandır tatlı yemişliğim de yoktu" diye içinden geçirmiş. Almış tepsiyi tutmuş evinin yolunu. Yolda düşünmüş kendi kendine; "Yahu ben bir canıma nasıl yerim bir tepsi baklavayı? En iyisi ben buna hiç dokunmadan satayım."
Tıkandı Baba işlek bir yol kenarına kurmuş tezgâhını başlamış; "Taze baklava! Taze baklava!" diye bağırmaya... Bu sırada yoldan geçen bir Yahudi baklavaya talip olmuş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar, Yahudi baklavayı alıp gitmiş... Tıkandı Baba baklavadan kazandığı ile ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Yahudi baklavayı evine götürmüş. Bir dilim atmış ağzına... Fakat dişine bir şey değmiş... Bu nedir diye bir bakmış ki; altın. Ve baklavanın her diliminin altında bir tane altın... Yahudi bu duruma anlam veremese de ertesi gün tekrar aynı yere gitmiş ki; aynı adamı görür müyüm diye... Bakmış ki adam orada... Demiş ki; "Sen her akşam burada olacaksan, biraz indirim yap da ben her akşam alayım bu baklavaları senden." Tıkandı Baba kabul etmiş ve her akşam baklavayı Yahudi'ye satmaya başlamış.

Sultan Mahmud, bir ay baklava gönderdikten sonra; "Bakalım Tıkandı Baba şimdi ne durumda?" deyip adamlarıyla beraber tutmuş kahvenin yolunu. Fakat bu kez kıyafet değiştirmeden... Sultan Mahmud bakmış ki; Tıkandı Baba aynı tas aynı hamam. Ne uzamış ne kısalmış. Yine aynı kahvehanede, ekmek kavgasında... Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'yı yanına çağırtıp sormuş: - Tıkandı Baba sana yolladığım baklavaları almadın mı? Tıkandı Baba biraz mahcup: 
- Geldi hünkârım, demiş. Ben de satıp ihtiyaçlarımı giderdim. Duacınızım.
 
Sultan Mahmud, bunu duyunca tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı Baba, sen gel bakalım benimle" demiş. Birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Saraya varınca Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'yı doğruca hazine odasına götürmüş. Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'nın eline bir kürek tutuşturup:
- Baba daldır bakalım küreği istediğin yere... Küreğin üzerinde ne kalırsa senindir, demiş.
Bunu duyan Tıkandı Baba öyle heyecanlanmış ki; küreği ters tuttuğunu fark etmemiş bile... Hızla küreği daldırıp çıkarmış ama ne çare? Kürek ters olunca üzerinde bir tanecik altın kalmış o da düştü düşecek... Derken o da düşmüş.
 
Sultan Mahmud: - Baba, demiş. Senin buradan nasibin yok! Sen şu bizim askerleri takip et. Onlar ne derse yap. Tıkandı Baba boynunu büküp düşmüş askerlerin önüne... Sultan Mahmud askerlerden birini yanına çağırmış:
- Bu adamı alın Üsküdar'a götürün, demiş. Deyin ki; baba bir taş seç. Seçtiği taşa karışmayın. Sonra deyin ki; seçtiğin taşı fırlat. Tıkandı Baba taşı ne kadar uzağa atarsa; durduğu yerden taşı attığı yere kadar ona verin.
Askerler Tıkandı Baba'yı alıp Üsküdar'a götürmüş. Demişler ki baba bir taş seç. Tıkandı Baba sormuş "Ne için ki?" diye ama askerler bir şey söylememiş. Tıkandı Baba; şu büyüktü, şu küçüktü, şu yamuktu derken kocaman bir kayaya sarılmış demiş ki seçtiğim taş budur. Askerler demiş ki; "Baba sen şimdi bu taşı fırlat, ne kadar uzağa atarsan o kadar yer senindir." Bunu duyan Tıkandı Baba heyecanla seçtiği taşa atılmış, güç bela yerden kaldırmış. Fakat taşın ağırlığını direyemeyip elinde taş olduğu halde sırtüstü devrilmiş. Taş da üzerine düştüğünden oracıkta can vermiş.
 Askerler gidip durumu Sultan Mahmud'a anlattıklarında, Sultan Mahmud o meşhur sözünü söylemiş:
- Vermeyince Mabud, neylesin Mahmud?

Osmanlı Türkçesi olarak da "Tıkandı Baba" Hikayesini aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz.
| | | Devamı... 0 yorum

Srebrenica Katliamı

1991-1995 Yugoslavya'da Sırp Cumhuriyeti Ordusu'nun Srebrenitsa'ya karşı giriştiği 'Krivaya Harekâtı' esnasında Temmuz 1995'te yaşanan ve belirlenmiş rakamlara göre en az 8.372 Boşnak Müslümanın Bosna-Hersek'in Srebrenitsa şehrinde, insan sıfatlı Sırp generali Ratko Mladiç komutasindaki ağır silahlarla donatılmış Sırp ordusu tarafından acımasız bir şekilde yok edilmesi için katliama tutulmasıdır. Bu hayvanları bile aratan vahşi katliamda erkekler sorgulanmak bahanesiyle tutuklanıp toplu halde işkencelerle öldürülüp toplu mezarlara gömülmüşlerdir. Katliamda bir kısım kadın ve küçük yaşta çocuğun da öldürüldüğü, tecevüzlere uğradığı, hamile kadınların karınlarının deşilerek çocuklarının çıkarılıp eğlence malzemesi yapıldığı belgelerle kanıtlanmıştır. Avrupa'nın göbeğinde gerçekleşen bu katliam ve zulüme Avrupa müdehale etmediği gibi sessiz bir şekilde hatta onaylarcasına göz yummuştur. Birleşmiş Milletler Srebrenitsa'yı güvenli bölge ilan etmiş ve hatta Hollanda'nın sözde barış gücü askerininin de oradaki varlığına rağmen katliam önlenemediği gibi yapılan zulme sessiz kalınarak teşvik edilmiştir. Hollandalı askerler bir gece yarısı Bosna'daki BM Barış Gücü komutanı Hollandalı generalden aldıkları emir doğrultusunda kenti boşaltmışlardır. Sözde barış adına görev yaptığını sanan Hollanda ordusu, adeta Sırplara şehri peşkeş çekerek katliamın fitilini ateşlemiştir. Savaş sırasında şehrin güvenliğinden sorumlu olan Hollandalı Komutan Thom Karremans kendisine sığınan 25 bin mülteciyi ve şehri Sırplara teslim ederek katliamın başlamasında büyük pay sahibi olmuştur.

| | | Devamı... 1 yorum

Fütüvvet ve Ahilik

Osmanlı Devletinin ticari ve ekonomik anlamda İslami kurallar ışığında gelişmesini sağlayan  en önemli teşkilatın ismi Ahilik'tir. Ahilik teşkilatı Fütüvvet teşkilatının Anadolu yansımasıdır.Ahilik teşkilatı, bugünkü anlamda esnaf birliği gibi bir görev yapmanın yanında; milli ve ahlaki bir şuur oluşturma/yaşatma ve toplumun islami vasıflarını koruyup muhafaza etme gibi önemli bir vazifeye de haiz idi.
  • Sözlükte ‘genç, yiğit, cömert‘ anlamına gelen, Arapça fetâ kelimesinden türeyen ve başlangıçta tasavvufi bir mahiyet taşımayan fütüvvet, 13. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüşmüştür. 18/Kehf, 13. ayeti ile 21/Enbiyâ, 60. ayetinde geçen fetâ kelimesi, mutasavvıflar tarafından fütüvvetin esası kabul edilmiştir.
  • Kavram olarak ise fütüvvet, “Genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak.” demektir. Sözlük anlamıyla birlikte fütüvvet kavramı, tasavvuf çevrelerinde, diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Bu özellikleri taşıyanlara ise ‘fetâ (yiğit, cesur, cömert)’ denir.
  • Fütüvvet kavramı, Kur’an’daki ‘îsâr‘ kavramı (59/Haşr-9) ile irtibatlı ve yakın anlamlıdır. Îsâr, “Ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmek” demektir. Kısaca kişinin kardeşini kendi nefsine tercih etmesidir. Dolayısıyla fütüvvet ahlakı, îsârı esas alır. Nitekim Arapçadaki fetâ, Farsçadaki civânmerdve Türkçedeki delikanlıkelimesinde de ‘feragat’ anlamı vardır ki kendi ihtiyacından önce, kardeşinin ihtiyacının giderilmesini istemek fütüvvet icabıdır.


| | | Devamı... 0 yorum

Yavuz Sultan Selim ve Bir Matris Örneği Şiiri

Yavuz Sultan Selim adıyla bilinen I. Selim‎; (10 Ekim 1470 – 21Eylül 1520), Dokuzuncu Osmanlı padişahı ve 88. İslam halifesidir. Aynı zamanda ilk Türk İslam halifesi ve Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn (Mekke ve Medine'nin Hizmetkârı) unvanına sahip olmuş bir padişahtır. Babası II. Bayezid, annesi Gül-Bahar Hatun, eşi Ayşe Hafsa Sultan'dır. Tahtı devraldığında 2.375.000 km2 olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş ve ölümünde devlet-i aliyye'nin topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da, 1.905.000 km2'si Asya'da, 2.905.000 km2'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km2'ye çıkarmıştır. 
Padişahlığı döneminde Anadolu'da birlik sağlanmış; halifelik Mısır Memlükleri'ne bağlı Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Ayrıca devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı Devleti, bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına almıştır. Böyle büyük başarılara imza atmış bir padişah olmakla birlikte ilim ve fende de kendini kanıtlayan Yavuz Sultan Selim şiir'e nasıl vakıf olduğunu güzel bir misalle bizlere göstermiştir. Matematik'te bir konu olan matrislerde transpoze kavramına örnek olabilecek şekilde anlamlı bir şiir yazabilmeyi başarmış bu büyük padişahın şiirini istifadenize sunmadan önce biraz matematiksel açıklama yapmayı uygun buluyorum.

Mimar Sinan'dan 400 yıl sonrasına Mektup

Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebası Cami´nin 1990´li yıllarda devam eden rest...orasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv´de şöyle anlatmıştır.



"Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık.Kalıbı yaptık.Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur."
| | Devamı... 0 yorum

Hafız Osman Vav'ı

Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş'a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. 

Kayıkçıya; 'efendi, yanımda param yok, ben sana bir 'vav' yazayım, bunu sahaflara götür,karşılığını alırsın' der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Canı fena halde sıkılmıştır ama artık yapacak birşeyi olmadığından zoraki kabul eder bu durumu.

Bir zaman geçtikten sonra kayıkçının yolu sahaflara düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz 'Hafız Osman vav'ı' diyerek açık artırmayla iyi bir fiyata 'vav' satılır. Kayıkçı bu duruma çok sevinir çünkü bir haftalık kazancından daha fazlasını bu 'vav' ile kazanmıştır. 


Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Hafız Osman da yol ücretini uzatır kayıkçıya. Kayıkçı 'efendi para istemez, sen bir 'vav' yaz yeter' der. 

Hafız Osman gülümseyerek ; 'efendi o 'vav' her zaman yazılmaz.Sen dua et para kesemi yine evde unutayım' der...

| | Devamı... 0 yorum

Halk içinde muteber bir nesne yok

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi 
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi. (Kanuni Sultan Süleyman)

Kanuni Sultan Süleyman'ın  Muhibbi mahlası ile yazdığı şiirin ilk iki beyitinin talik yazı stili ile Necmeddin Efendi tarafından hat edilmiş halidir. Şiirin tamamı şu şekildedir.

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi  Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi. 
 Halkın gözünde devlet (iktidâr) gibi değerli bir şey yok. Halbuki şu dünyada bir nefes sıhhat gibi devlet (güç) olamaz.
 Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur Olmaya baht ü saâdet dünyede vahdet gibi. 
 Saltanat dedikleri sadece bir dünya kavgasıdır. Dünyada Allaha yakınlık gibi büyük saâdet ve baht açıklığı olamaz.
 Ko bu ayş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet  Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi. 
 Bu eğlenceyi yeme içmeyi bırak, sonu kötüdür. Eğer ebedî bir sevgili istiyorsan ibâdet gibisi yoktur.
Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saât gibi. 
 Ömrün, kumlar sayısınca sınırsız ve hesapsız olsa bile, Bu feleğin fanusunda ( çıtasında) bir saât gibi bile gelmez.
Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi. 
 Ey Muhibbî, eğer huzur içinde olmak istersen, ferâgat sâhibi ol (vazgeç) Dünyada yalnızlık köşesine çekilmek gibi Allaha yakınlaşma olamaz. Kanuni Sultan Süleyman "Muhibbi" ( 1494 - 1566 )
| | | | | Devamı... 0 yorum

Mani rızk olanın, rızkını Allah keser

Zalimin rişte-i ikbalini bir ah keser
Mani-i rızk olanın rızkını Allah keser (La Edri)

Beyitin sahibi olarak hat sergilerinde Ferid Kam gösterilmiş olmasına rağmen çoğu kaynakta eserin Osman Nevres’e ait olduğu da yazılıdır. Bazı beyitlerde ilk mısra “Zalimin ser-rişte-i ikbalini bir âh keser…” veya "Zâlimin rişte-i a’mâlini bir âh keser....” şeklinde de kayıtlıdır. Bazı kaynaklarda bu beyit, Ziya Paşa'ya da atfedilmiştir. Berceste haline gelmiş bu beyit hakkında en kolay açıklama; "bilinmiyor" şeklinde yazılan "La Edri" mahlasıdır.

Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser, Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser.
Zalim kişinin isteklerinin bağını bir ah keser. Rızka engel olanın rızkını Allah keser.
| | | | | | Devamı... 0 yorum

Rızk için bir ferde yoktur minnetim

Rızk için bir ferde yoktur minnetim, 
Kendi sa’yimdir veliyyü’n-ni’metim (Ferid Kam)

Celi Ta’lik hattı ile Ahmed Amin Şamta tarafından yazılmıştır.
| | | | | Devamı... 0 yorum

İnsana sadakat yakışır görse de ikrah

İnsana sadakat yakışır görse de ikrah, 
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah (Ziya Paşa)

(İnsan hayatta tiksinti verici hilelerle, kötülüklerle karşılaşsa bile Allah’a ve vatanına sadakatten vazgeçmemelidir, Allah doğruların yardımcısıdır.

Tahsin Kurt bey’e ait Celi Ta’lik hattıdır. Beyit, yazar, şair ve devlet adamı olan Ziya Paşa’ya aittir. Tanzimat edebiyatının büyük şairlerinden Ziya Paşa (1825–1880) birer özdeyiş hâline gelmiş beyitleriyle meşhurdur. Ayrıca halkımızın ortak edebî ürünü olan bazı atasözlerini kendisine has üslûbuyla şiirlerinde işlemiş ve unutulmaz beyitler oluşturmuştur. Ziya Paşanın şiirlerinde lirizm yoktur. Aşk, ölüm, ayrılık, sevgilinin güzelliği gibi temalardan uzak kalmıştır. O daha çok eskilerin “hikemî” dedikleri felsefî, dinî, metafizik meseleler üzerinde durmuştur. Ayrıca halkın bazı meselelerini ve ahlakî kusurları ele alarak okuyucuya öğütler vermeye, halkı bilgilendirip eğitmeye çalışmıştır. Ziya Paşa amacına ulaşmıştır. Lise mezunu herkes Ziya Paşanın bir veya birkaç beytini kısmen de olsa bilir veya birisi okuduğu zaman o beyitleri hatırlar.

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir 
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
 (Nasihat ile uslanmayanı tekdir etmeli -azarlamalı- , tekdir azar ve paylama ile uslanmayanın hakkı kötektir -dayaktır-)

Allah’a tevekkül edenin yaveri Haktır 
Nâşad gönül bir gün olur şâd olacaktır.
 (Allah’a inanıp kaderine sabırla razı olanların yardımcısı Allah’tır, mutsuz gönüller bir gün elbet mutlu olacaktır.)

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez 
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
 (Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.)

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman 
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
(Süleyman’ın tahtı hava üzerinde uçuyordu derler, dünyanın geçiciliğine bak ki o muazzam saltanatın bile yerinde şimdi yeller esiyor.)



Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
 (Kişinin aynası işidir, lâfa bakılmaz; bir kişinin aklının seviyesi yaptığı işte görünür.)

Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât 
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde
 (Onlar ki dünyaya lâf ile nizam verirler. Onların evlerine gidip bakın, hanelerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz.)

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma 
Zer-dûz palan vursan eşek yine eşektir
 (Kötü asıllı birine üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli semer vursan yine eşektir. )

Âsâf’ın mikdârını bilmez Süleyman olmayan 
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan
(Âsâf’ın değerini Süleyman olmayan bilmez, (Âsâf, Süleyman peygamberin veziridir.) Dünyada insan olmayan insanın değerini bilmez.)

İkbâl için ahbabı siayet yeni çıktı 
Bilmez idik evvel bu dirayet yeni çıktı
 (Yüksek mevkilere erişebilmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı; önceden bilmezdik, bu türden hüner ve beceri yeni çıktı.)

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı
 (Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı
 (Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı)

Sâdıkları tahkir ile red kaide oldu 
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı
 (Allah’a ve vatanına sadık olanları aşağılamak ve onları reddetmek kural hâline geldi, hırsızlara ikramda bulunmak ve yardım etmek yeni çıktı.)

Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi 
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı
 (Gerçi eskiden de doğruyu söyleyenlerden nefret edilirdi ama hainlere saygı göstermek, onları koruyup kollamak, onların emirlerine uymak yeni çıktı.)

Milliyeti nisyan ederek her işimizde 
Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı
 (Yaptığımız her işte millî birlik ve şahsiyeti unutarak Avrupalıların fikirlerine uymak yeni çıktı.)
| | | | | Devamı... 0 yorum

Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın

Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemal ve hüner eyler. 
(Şinasi)

"Bedbaht diye o kimseye derler ki, cahillerin elinde kahrolmak için olgunluk ve hüner kazanır."

Celi Talik Meşki Levha olarak yazılmıştır. Bu söz üzerine yerel gazete köşe yazarımızın bir yazıyı istifadenize sunuyorum.
"Sözün güzelliğine bakar mısınız? Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın Kahrolmak için kesb-i kemal ü hüner eyler… Bugünkü dile çevirirsek, Kötü talihli ona derler ki, cahillerin elinde kahrolmak/perişan olmak için hünerlerini ortaya koyar… Söz kısaca bu… Bilgi toplumunun sunduğu fırsatlar sayesinde hergün daha çok bilgileniyoruz . Bilgilendikçe de cahillerimizin oranında hızlı bir artış gözlemliyoruz. Yine Derbeder Sakallı Celal olarak bilinen bir İstanbullu’nun güzel bir sözüyle derdimizi dökelim: Bu kadar cehalet ancak tahsil ile elde edilebilir. Dolayısıyla her türlü eğitim sürecinden geçen, en yüksek diplomaları alan, en yüksek makamlarda oturanların çoğunu bu sınıflandırmaya dahil etmek mi lazım diye düşünmeden edemiyor insan…
 *** Sözün burasında şunu da söyleyelim de, yine bu kategoriden biri çıkıp da, “Amma da yukarıdan bakıyor, kendisini bu kadar insanın üstünde görüyor” falan demesin… Kendimi, “öğrendikçe, bilmediklerinin ne kadar çok olduğunu bilenler” kategorisinde gördüğümü söyleyeyim… Cehaletin zirvesini, bütün bilginler, filozoflar ve hikmet sahipleri şöyle tarif ediyorlar: Bilmez! Fakat bilmediğini de bilmez… “Bilmediğini bilmeyenden kaçabildiğiniz kadar kaçın!” da derler yüzyıllardır. Bu tür insanlar yaşamları boyunca “tevazu” diye bir kavrama rast gelememişlerdir. O zaman rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Bilmediğimizin farkında olmamız, her halde en erdemli tarafımızdır…
Ne yazık ki, en kötü talih en etkili ve yetkili makamlarda olanların her şeyi bildikleri, her nesneden anladıkları ve bir çeşit Firavunluk ve Nemrutluk psikozuna girmeleridir. Öğrenme ve öğretmenin kutsallığından habersiz birtakım insancıklar, duyduğu, gördüğü, öğrendiği ve iliştiği her bilgi, olay, konu, kişi ve olgu ile ilgili ahkâm kesmeyi büyük bir pişkinlik ve utanmazlıkla ve yine büyük bir marifetle sürdürebilmektedirler… Bunlar, kendi aralarında güçlü bir “menfaat birlikteliği” ya da Menfaat Anonim Şirketi oluşturarak, her türlü erdemsizliği, liyakatsizliği, eksikliği, yetmezliği, ihaneti ve hemcinsine sadakatsizliği birer ticari meta haline getirerek yollarına devam ederler… Dolayısıyla bu piyasada, satışa konu olmayacak hiçbir değer yoktur…
*** Oysa bilgi, modern dünyada en önemli güç kaynağıdır. Hem toplumlar, hem de bireyler için… Hem maddi bilgi, hem de manevi bilgi elbette… Hem dünyayı, maddeyi, olguları ve olayları açıklama çabasında olan bilgi… Hem de, eşyanın, olayların ve yaşamın ötesini gösteren bilgi… Bir anlamda, insanı yücelten, değer katan, yeryüzü yolculuğunun sırlarını öğreten bilgi… İnsanı, toplumu, kenti, ülkeyi ve milletin değerlerini bir “ticari meta” olarak göstermeyen bilgi… Her gördüğünden “menfaat” sağlama hastalığından uzak tutan bilgi…" M.Akif ÇUKURÇAYIR -07/02/2011 
http://www.yenimeram.com.tr/bedbaht-33737.htm
| | | | Devamı... 0 yorum

Sanma ey hâce ki senden zerü sim isterler

Sanma ey hâce ki senden zer ü sim isterler /
Yevme lâ yenfeu’de kalb-i selim isterler (Bağdatlı Ruhi)


(Günümüz Türkçesi haliyle şöyle söylenebilir: Sanma ey hoca senden altın ve gümüş isteyeceklerini
hiç bir şeyin fayda vermeyeceği bir zamanda kalbi selim isteyecekler)
| | | | Devamı... 0 yorum

Yemeğin iyisi kötüsü olmaz

Mahmud Yazır Efendi'den muhteşem bir 'Talik' hattı: "Oğlum yemeğin iyisi kötüsü olmaz, Besmele ile yedikten sonra" yazısı mutfaklarımıza asılacak derecede ulvi bir anlam yüklüdür.

Susuz değirmenlerin ne ile döner çarhı

Susuz değirmenlerin ne ile döner çarhı /
Kerem etmeyen beyin fakirden nedir farkı  (Tahsin Kurt)


Tahsin Kurt bey tarafından Celi Ta’lik kıtası olarak yazılmıştır.
| | | | Devamı... 0 yorum

Uyan ey gözlerim

Osmanlı Padişahlarından III.Murad, bir gün uykusuna yenik düşüp sabah namazına uyanamamış idi. Kendi düştüğü bu duruma çok üzülmüş ve o anda aşağıda paylaştığım "Uyan ey Gözlerim Uyan" şiirini kaleme almıştır.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar, taşlar, ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semâvâtın kapıların açarlar
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar
Seherde kalkana hülle biçerler
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma
Mağrur olup tac-u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, murad kulun, suçumu affet
Suçum bağışlayıp günahım ref’et
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret
Uyan ey gözlerim gafletten uyan

Uyan uykusu çok gözlerim uyan

 

 

| | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!