STROOP Etkisi (J. R. Stroop)

John Ridley Stroop'un 1935 yılında geliştirdiği üç kısımdan oluşan bir bilişsel kontrol testi. Testin ilk kısmında deneklere renk isimleri sunulur ve bunları olabildiğince hızlı okumaları istenir. İkinci kısımda renkli mürekkeple basılı nokta kümelerinin renklerinin olabildiğince hızlı söylenmesi istenir. Üçüncü kısımda ise sunulan rengin adından farklı renkten mürekkeple yazılan kelimelerin olabildiğince hızlı (ve yüksek sesle) okunması istenir. Örneğin 'mavi' kelimesi kırmızı veya sarı mürekkeple yazılmıştır.

Bu deneylerden çıkan ve Stroop etkisi olarak adlandırılan çarpıcı sonuç, deneklerin, farklı renkten mürekkeple yazılan renk adlarını (örneğin mavi renkle yazılı 'kırmızı' kelimesini) okumakta oldukça zorlanmaları, doğru okuyabilmek için uzunca bir süre harcamaları, hatta yazılı kelimeyi değil, mürekkebin rengini söylemeleridir (örneğimizde doğru okuma 'kırmızı' olacakken, deneğin 'mavi' demesi). Bu testin bilişsel psikoloji açısından önemi, görsel algıyla (burada renk) sembolik-semantik algı (burada rengin adı) arasında bir çatışma olduğunda, görsel algının ağır basmasıdır. Başka bir deyişle görsel algı daha temel, daha ilkeldir ve semantik süreçlerden önce gelir.

Stroop etkisinde (kabaca dikkat sapması olarak da tanımlanabilir) cinsiyetin belirleyici bir kriter olmadığı sonucuna varılmıştır. Ancak farklı yaş grupları ve bu yaş gruplarının eğitim düzeylerinin etkili olduğu tespit edilmiştir. Çocuklardan ziyade yetişkin yaş gruplarında uygulanan bir test olup alt yaş sınırı 24, üst yaş sınırı ise 64 olarak üç ayrı yaş grubu alınmış, bunlar da kendi içlerinde eğitim düzeylerine göre gruplandırılmış, buna göre de tepkilerin farklılaştığı gözlemlenmiştir. Ancak kesin olarak şu yaş grubu ve şu eğitim düzeyi diye netleştirmek yanlış olacaktır. Kapsamlı bir araştırma testi olması sebebiyle testi içeren dökümanlardan faydalanılması zorunludur.
"Nesne veya renk isimlerini söylemenin bunlarla ilgili kelimeleri okumadan daha uzun zaman aldığı Mckeen Cattell tarafından keşfedilmiş, olayın temelde bir renk-kelime bozucu etkisi -color-word interference difference olduğu ise Stroop tarafından gösterilmiştir. Stroop testi beyin hasarına bağlı işlevsel bozuklukların değerlendirilmesinde kullanılan nöropsikolojik bir frontal bölge testidir. Genel kanıya göre stroop testi bozucu etkiyi ölçmektedir. Bu bozucu etki renk-kelime bozucu etkisidir. Renk-kelime bozucu etkisi bir kelimenin yazılmasında kullanılan renk ile kelimenin ifade ettiği renk aynı değilse ortaya çıkar. Stroop performansı bireyin bilişsel katılık-esneklik derecesini yansıtmaktadır. Bozucu etki renk ve kelimenin aynı olduğu durumda kelimenin söyleneceği süreden daha uzun bir süre ölçüldüğünde görülür." (http://yunus.hacettepe.edu.tr/~yyuksel/v1/stroop/)
Testin "test" ettiği mevzuya değinmek istersek; iki farklı yargı arasında beynin switch fonksiyonunu gerçekleştirmesine dek süren bir bocalama dönemi oluyor, buna stroop etkisi deniyor; bu bocalamayla cebelleşen frontal beyin merkezleri. switch'lerin doğruluğu ve stroop etkisi süresinin kısalığı; (önyargı inhibisyonundan ve "yeni yargı oluşturma"dan sorumlu olduğu için) frontal alanların işlevselliğinin yüksek olduğunu düşündürür.Bu Stroop etkisini açıklayan iki teori bulunuyor:Seçici Dikkat Teorisi: Buna göre kelimenin yazıldığı rengi söylemek basitçe o kelimeyi okumaktan daha fazla dikkat gerektiriyor.İşleme Hızı Teorisi: Bu teoriye göre de insanlar kelimenin kendisini daha hızlı okuyabiliyor ve bu hız kelimenin yazıldığı rengi söylemeyi daha da zorlaştırıyor.
Bir rengin adı (örneğin, "mavi," "yeşil," ya da "kırmızı") farklı bir renkle yazıldığında (örneğin "kırmızı" kelimesi kırmızı renkle değil mavi kalemle/renkle yazıldığında) kelimenin rengini saptama isleminin daha fazla süre aldığını ve aynı renkle yazılması durumuyla karşılaştırıldığında daha fazla hata yapıldığını belirtmektedir. Bu okuma ve okuma sonucundaki anlama işleminin otomatik ve daha hızlı olarak gerçekleşmesinden kaynaklanmaktadır. Renk saptama işlemi ise okuma kadar otomatikleşmiş bir işlem değildir. Testin kökeninde "seçici dikkat" mefhumu yer aldığından adhd (attention deficit hyperactivity disorder) ve öğrenme bozukluğu olgularının bu testte düşük performans ortaya koymaları gayet beklenirken; frontal beyin hasarı, şizofreni, depresyon, obsesif bozukluk, davranış bozuklukları, bipolar bozukluk gibi pek çok nöropsikiyatrik (sinir hastalıklarında) çerçevedeki hastalıkta da test sonuçlarında normal popülasyondan sapmalar görülmüştür. Yani bu tip rahatsızlıklara sahip kişilerde de algılama düzeylerinde farklılıklar görülmüş ve stroop testinde yanılmalar gerçekleşmiştir. Bu testle ilgili ilginç birkaç araştırmada da "hipnoza yatkın" kişilere, switch'lerin gerçekleşmesi için birincil yargıya yapışık şaşırtmacalı yargının yok sayılmasına ve dikkatin arttırımına yönelik verilen telkinlerin test performansını olumlu yönde etkilediği görülmüştür. Yani önceden beynin şartlandırılarak testteki algılama düzeyine dikkat çekilmesi durumunda testin daha başarılı sonuçlar verdiği açıktır. Bu telkinlerin hipnoz altında ya da uyanıkken verilmesi arasında kayda değer bi fark da bulunamamıştır. Yüksek intihar riskli bireylerde de nötral kelimelere nazaran intiharla ilintili kelimelerden sonra bocalama* süresi artışları dikkat çekici olmuştur. Öyle ki bu süredeki 1 milisaniyelik artışın intihar girişimi ihtimalini %1 arttırdığı öne sürülüyor. Test kişilerin algı düzeylerini ve beynin tepki fonksiyonlarını ölçmek adına önemli bir görev içermektedir.
Kaynakça: 
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~yyuksel/v1/stroop/
http://www.psikologankara.net/stroop-etkisi-nedir.html

Namaza Yetişme (Mesbuk Bahsi)

Mesbuk (namaza sonradan yetişme) Hakkındaki Meseleler 
310- Mesbuk, bir rekat kılındıktan sonra imama uyan kimsedir ki, son oturuşta dahi imama uymuş olsa yine mesbuk sayılır. Mesbuk hakkında aşağıdaki meseleler ortaya çıkar: 
311- Mesbuk kaza edeceği rekatlarda, tek başına namaz kılan gibidir. Örnek: Bir kimse sabah namazıın ikinci rekatında imama uyacak olsa, mesbuk olmuş olur. Aldığı tekbirden sonra sükut eder. İmamla beraber son oturuşta yalnız "Tahiyyat"ı okur. İmam selam verince, kendisi ayağa kalkar ve imam ile kılmamış olduğu ilk rekatı kılmaya başlar. "Sübhaneke ve Eüzü Besmele'den" sonra Fatiha suresi ile bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm okur. Bilindiği şekilde rükû ve secdelere gider. Ondan sonra oturup "Tahiyyatı, salavatları ve Rabbenâ âtinâ'yı" okuyarak selam verir. Akşam namazının ikinci rekatında imama uyan kimse de birinci rekat hakkında bu şekilde hareket eder.  
312- Mesbuk, akşam namazının son rekatinde imama uysa, "Sübhaneke'yi" okur ve imamla beraber o rekatı kılarak teşehhüde oturur. İmam selam verdikten sonra kalkar, Sübhaneke, Eüzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur ve yalnız "Tahiyyat'ı" okur. Sonra "Allahü Ekber" diyerek ayağa kalkar, yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerîm okuyarak rükû ve secdeleri yapar. Sonra son oturuş yaparak selam ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa Teşehhüde oturmuş olur. Bununla beraber mesbuk, ikinci rekatın sonunda yanılarak teşehhüde oturmayacak olsa, sehiv secdesi yapması gerekmez. Çünkü bu rekat, bir yönden birinci rekat yerindedir. 313- Mesbuk, dört rekatlı namazlardan birinin dördüncü rekatinde imama uysa, imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke, Eûzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar Kur'an okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur. Yalnız "Tahiyyat'ı" okur. Ondan sonra kalkar. Besmele ile Fatiha'yi ve bir mikdar daha Kur'an ayetlerini okur. Sonra rükû ve secdelere varır, oturmaksızın kalkar. Yalnız Besmele ve Fatiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar. Tahiyyat'ı, Salavatları ve Rabbenâ âtinâ'yı okuyup selam vererek namazını tamamlar. 
314- Mesbuk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatinden başlayarak imama uysa, imamla beraber son oturuşta yalnız "Tahiyyat'ı" okur. İmam selam verdikten sonra kalkar, Sübhaneke, Eûzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar daha Kur'an okur. Rükû ve secdelere varır, sonra kalkar yalnız Besmele ile Fatiha'yı okur. Biraz daha Kur'an-ı Kerîm okur. Yine rükû ve secdelere gider. Teşehhüde oturur. Tahiyyat'ı, Salavatları ve Rabbena atina'yı okuyarak selamla namazını tamamlar. 
 
315- Mesbuk, dört rekatlı namazların ikinci rekatinde imama uyacak olsa, üç rekatı imamla kılmış olur. Teşehhüdden sonra imam selam verince ayağa kalkar. Sübhaneke'yi, Eûzü Besmele'yi, Fatiha'yı ve ekleyeceği ayetleri okur. Rükû ve secdelere varıp son oturuşu yapar. Selam verip namazını tamamlar. 
316- İmam rükûda iken, imama uyan kimse, o rükûa ait olan rekata yetişmiş olur. Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da o secdenin rekatına yetişmiş olmaz. Bunun için o rekatı yukarda anlatıldığı şekilde kaza etmesi gerekir. 
317- Mesbuk, imam selam verdikten sonra "Allahü Ekber" diyerek ayağa kalkar ve noksan kalmış olan rekatları tamamlar. İmam selam vermeden mesbukun kalkıp noksan kalan rekatları kılmaya başması uygun değildir Ancak namaz vaktinin çıkmak üzere olması ve insanların önünden geçme durumu olması gibi özürler sebebiyle selamından önce kalkar. Bununla beraber imam, henüz selam ile namazdan çıkmamış olunca, mesbukun Teşehhüd mikdarı oturması lazımdır. Bundan önce kalkması caiz değildir. 
318- İmam teşehhüdü tamamlamadan mesbukun kalkıp Kur'an okuması muteber değildir. Onun için mesbuk, birinci veya ikinci rekatı kaza için ayağa kalkar da, imamın teşehhüdü bitirişinden sonra namaz caiz olacak kadar Kur'an okursa, namazı caiz olur. Fakat namaz caiz olmayacak kadar az okumuş olursa namazı sahih olmaz. 
319- Mesbukun kaza edeceği rekatlarda başkasına uyması ve başkasının da bu halde mesbuka uyması caiz değildir. Mesbuk burada yalnız başına sayılmaz. Fakat bir mesbuk ne kadar rekat kaza edeceğini unutup da kendisi ile beraber mesbuk bulunan kimsenin ne kadar rekat kaza edeceğini yalnız göz önünde bulundursa, bununla namazı bozulmaz. 
320- Mesbuk, namazını yeniden kılmak niyeti ile tekbir alacak olsa önceki tekbiri ile başlamış olduğu namazı bozulmuş olur. Tek başına namaz kılan kimse böyle değildir; başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe, aynı namaza yeniden başlamak niyeti ile alacağı tekbir bu namazı bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına namaz kılan için birbirinin aynıdır. Mesbuk ise, bir yönden tek başına namaz kılan gibidir, bir yönden de imama uyduğundan onun için aynı namaz değildir. 
321- Mesbuk, İmam Azam'a göre Kurban Bayramı'nda Teşrîk tekbirlerini imamla beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekatleri tamamlar. Halbuki İmam Azam'a göre, tek başına namaz kılan kimse bu tekbirleri getirmek zorunda değildir. Bunun için mesbuk, burada tek başına namaz kılan gibi değil, muktedi (imama uyan) yerindedir. 
322- Mesbuk, ayağa kalkması sahih olacak bir zamanda ayağa kalkıp da, imam henüz selam vermeden mesbuk namazını bitirerek selamda imama uysa, namazı bozulmuş olur. 
323- İmam daha selam vermeden, mesbuk Tahiyyat'ı okuyup bitirmiş olsa, bir görüşe göre Şehadet sözünü tekrarlar, bir görüşe göre de susar. Burada sahih olan mesbukun Tahiyyat'ı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan önce Teşehhüd'ü bitirmiş olan bir muktedi de susar, Teşehhüd'de bulunmaz. 
324- Mesbuk, cehren (aşikare) okunan namazlarda imama uyunca, "Sübhaneke"yi okumaz. Geri kalan rekatları kazaya kalkınca okur. Sahih olan budur. 
325- İmam yanılarak beşinci rekata kalkınca, mesbuk da ona uyarak kalksa, bakılır: Eğer imam dördüncü rekatta oturmuş ise, mesbukun namazı bu kalkış ile bozulmuş olur. Fakat imam dördüncü rekatta oturmamış ise, beşinci rekatta secdeye varmadıkça, mesbukun namazı bozulmaz. 
326- Bir mesbuk lâhık da olabilir. Şöyle ki: İmama sonradan uyan kimse, uyku veya abdesti bozan bir sebeble rükünlerden veya rekatlardan bir kaçını imam ile kılamayıp kaçırsa, hem mesbuk olur, hem de lâhık olmuş olur. Bu durumda önce kaçırdıklarını kıraatsız olarak kaza eder sonra mümkün ise, geri kalan namazda imama uyar. Daha sonra da imama uymadan önceki rekatları kıraatla (Kur'an okuyarak) kaza eder. Önce bunları kaza edip ondan sonra, namaz arasında kaçırmış olduğu rükünleri veya rekatleri kaza etmesi de caizdir. Fakat bunu yapmakla meşru sırayı gözetmemiş olacağından günahkar olur. 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları
| | | Devamı... 0 yorum

Namazda Lahık Bahsi

Lâhık Hakkında Meseleler  
305- Lâhık, namaza imam ile beraber başladığı halde, kendisine uyku ve dalgınlık veya cemaatın fazlalığından dolayı bir eziyet ve bir abdestsizlik hali arız olup da, namazın tamamını veya bir kısmını imam ile kılamayan kimsedir. 
306- Lâhık, hareket bakımından Muktedi gibidir. Muktedi, imamın arkasında Kur'an okuyamayacağı gibi, Lâhık da kaçırmış olduğu rekatları kendi başına kılınca Kur'an okuyamaz, tamamen muktedi gibi hareket eder ve kendi başına kılacak olduğu rekatlardaki yanılmalardan dolayı da sehiv secdeleri yapmaz. 
 
307- Lâhık, mümkünse kaçırdığı rekatları veya rükünleri kaza eder, sonra imama tekrar katılarak onunla selam verir. Örnek: Bir muktedir birinci rekatın kıyamında uyuyup da, imam secdeye vardığı anda uyansa, hemen rükûa varır, sonra secde yaparak imama iştirak eder. 
308- Lâhık, imamına yetişemeyeceğini bildiği takdirde hemen imama uyar. İmam namazdan çıkınca, kendisi kaçırmış olduğu rekatları veya rükünleri kaza eder. Örnek: Bir muktedi, dördüncü rekatta iken burnu kanasa, safdan ayrılır ve namaza aykırı olacak bir şeyle uğraşmaksızın hemen abdest alır. İmkan bulduğu yerde imama uyar. İmam selam vermiş olursa, kendi başına o dördüncü rekatı, hiç bir şey okumaksızın, imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhık, hüküm bakımından imamın arkasında namazını kılmış sayılır. Yine: Bu durum üçüncü rekatta meydana gelse, imam da dördüncü rekata başlasa, lâhık abdest alıp önce o üçüncü rekatı kıraatsız olarak kılar, ondan sonra imama uyar. Onunla dördüncü rekatı kılarak selam verir. Fakat imamına böyle yetişemeyeceğini bilirse, hemen imama uyar. İmam selam verince, kendisi kalkar ve üçüncü rekatı kıraatsız olarak kılıp selam verir. İmam sehiv secdelerinde bulunacak olsa, lâhık henüz namazını tamamlamamış ise, onunla beraber bu secdeleri yapmaz. Namazını tamamladıktan sonra bu sehiv secdelerini yapar. 
309- Her lâhık'ın, yukarda bildirildiği şekilde hareket etmesi kolay değildir. Bu bakımdan, lâhık olanların bu noksan kalan namazlarına yeniden başlamaları daha uygun görülmüştür. 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları
| Devamı... 0 yorum

Namazda Müdrik Bahsi

Müdrik (namazı imamla birlikte kılan kimse) Hakkında Meseleler 
300- Müdrik, namazın başından sonuna kadar fasılasız olarak imama uyan ve bütün rekatleri imamla beraber kılan kimsedir. İmama ilk rekatın rükûunda yetişen, o rekata yetişmiş ve müdrik adını almış olur. Namaza imam ile beraber başlamanın fazileti pek büyüktür. Bu hususta aşağıdaki meseleler ortaya çıkar: 
301- Bir kimse tek başına bir farz namaza başladıktan sonra, bulunduğu yerde cemaatla o farz namaz kılınmaya başlansa bakılır: Eğer tek başına namaz kılmakta olan henüz secdeye varmamış ise, namazı bırakıp imama uyar. Böylece cemaat sevabını kazanmaya koşar. Bu müstahabdır. Eğer bir kez secdeye varmış ise, bakılır: Kıldığı namaz sabah veya akşam namazı ise, yine namazını bırakır ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rekatı için secdeye varmışsa, artık namazı bırakmayıp tamamlar, imama uyamaz. Çünkü sabah namazından sonra nafile kılınamayacağı gibi, üç rekatlı bir namaz da nafile kılınamaz. Öğle namazı gibi dört rekatlı bir farz ise, kıldığı bir rekata bir rekat daha ilave eder, teşehhüdde bulunur ve selam vererek imama uyar. Evvelce kıldığı o iki rekat namaz nafile olmuş olur. Böyle bir namazın üçüncü rekatında bulunup da henüz secdesine varmamış ise, hemen ayakta veya oturarak selam verip namazdan çıkar ve imama uyar. Yalnız başına kıldığı iki rekat yine bir nafile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rekatını secde ile bağlasa, artık bunu tamamlar, farzını kılmış olur. Bu namaz, öğle veya yatsı olduğuna göre de, kendi farzını kıldıktan sonra imama uyabilir. İmam ile kılacağı bu namaz bir nafile olmuş olur. Fakat ikindi namazında ise, imama uyamaz; çünkü ikindi namazından sonra nafile kılınması mekruhtur. 
 
302- Nafile bir namaza başlamış olan bir kimse, yanında cemaatla namaza başlanınca, bu nafileyi iki rekat olmak üzere tamamlar. Ondan sonra selam verip cemaata katılır. Üçüncü rekata kalkmış ise, onu da dörde tamamladıktan sonra cemaata katılır. Bundan cenaze namazı müstesnadır. Şöyle ki: Böyle nafileye başlamış olan kimse, kılınmaya başlanan bir cenaze namazının kaçırılacağından korkarsa, kılmakta olduğu namazı hemen bırakıp cenaze namazı için imama uyar. Sonra nafileyi kaza eder. Çünkü cenaze namazının kazası yoktur. 
303- Cemaatle sabah namazına başlanmış olduğunu gören kimse, cemaate yetişebileceğini zannederse hemen sabah namazının sünnetini kılar. Gerek görürse, "Sübhaneke" ile "Eûzü"yü ve sure ilavesini bırakıp yalnız Fatiha suresi ile rükû ve sücudda birer tesbih ile yetinebilir. Ondan sonra imama uyar. Fakat cemaate yetişeceğini hiç zannetmiyorsa, sünnete başlamayıp imama uyar; artık bu sünneti kaza edemez. Eğer sünnete başlamış ise, onu tamamlar, bırakmaz. Fakat öğle, ikindi ve yatsı namazları böyle değildir. Bunların cemaatla kılınmaya başlanmış olduğunu gören kimse, bunların sünnetini kılmadan imama uyar. Sonra öğlenin dört rekat sünnetini kaza eder. İkindinin sünnetini vaktin kerahetinden dolayı kaza edemez. Yatsı namazının dört rekat sünnetini, bir gayri müekked sünnet olduğu için dilerse kaza eder, dilerse kaza etmez. 
304- Vaktin çıkacağını veya cemaatin tamamen kaçırılacağını kesinlikle anlayan kimse, sünnetleri kılmayacağı gibi, kendisinde bulunan az bir pisliği gidermekle uğraşamaz. Fakat başka bir cemaat bulabileceğinden emin olan kimse, az necaseti gidermeden namaza başlamaz; bu daha faziletlidir. Böylece namazı ittifakla sahih duruma geçer. 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları
| | | Devamı... 0 yorum

Doğu Türkistanı Hatırlamak

İslâm âleminin unutulmaması gereken önemli kriz bölgelerinden biri de Doğu Türkistan’dır. Biz de mübarek Ramazan vesilesiyle bu bölgeden özetle söz etmek ve oradaki Müslümanların hak mücadelesiyle ilgili duygularımızı, duyarlılıklarımızı tazelemek istedik.
"Doğu Türkistan davasına sahip çıkmaya isimle başlamak gerekir. Çin yönetimi bu bölge üzerindeki gayri meşru işgalini kökleştirmek ve buranın kimliğini değiştirmek amacıyla ismini değiştirme yoluna gitti. Yani İslâm âleminin işgal altında olan pek çok bölgesinde oynanan isim üzerinden kimlik değişikliği oyunu burada da oynandı. Burası Büyük Türkistan veya Uluğ Türkistan diye adlandırılan bölgenin doğusunu oluşturduğundan Doğu Türkistan olarak adlandırılır. Tarihi kaynaklarda da bu isimle anılır. Çin yönetimi, bağımsızlık ve özgürlüğünü elinden alarak işgal altına soktuğu bu bölgenin adını Sinkiang olarak değiştirdi. Çincede Yeni Ülke anlamına geliyormuş. Tabii burası yeni ülke değil. Oldukça köklü bir tarihe sahip. Yüzyıllar boyunca önemli bir siyasi hakimiyetin merkezi olmuş.

Doğu Türkistan tarihte altı buçuk asır boyunca Büyük Hun İmparatorluğu’nun merkezi olmuş, sonraki dönemlerde de arka arkaya muhtelif Türk devletlerinin hâkimiyeti altında kalmıştır. Karahanlılar döneminde bölge halkının çoğunluğu Müslüman oldu. 1760’ta Çin - Mançur istilasına uğradı. Bu dönemde büyük zulme maruz kalan bölge halkı zaman zaman işgalcilere isyan etti. 1865’te Yakup Bey’in öncülüğünde yürütülen mücadeleyle işgalciler çıkarılarak Kaşgar Hanlığı adıyla bağımsız devlet kuruldu ve o da Osmanlı hilafetine tabi oldu. Fakat sadece 12 yıl ayakta kalabildi ve 1877’de Yakub Bey’in ölümünden sonra yeniden Çin işgaline uğradı. Çin işte bu işgalden itibaren isimlerden başlayarak yoğun bir asimilasyon faaliyeti başlattı.

Müslümanlar zaman zaman başkaldırdılar ve 12 Kasım 1933’te Şarki Türkistan İslâm Cumhuriyeti adıyla bağımsız bir devlet kurdular. Fakat Rusların devreye girmesiyle bu devlet yıkıldı ve toprakları Rusya - Çin işbirliğiyle işgal edildi.Doğu Türkistan Müslümanları Mao devriminden önceki Çin’e karşı 1944’te ayaklandı ve bağımsızlık ilan ettiler. Ancak kurulan Şarki Türkistan Cumhuriyeti adlı bağımsız devlet sadece beş yıl ayakta kaldı ve Mao devriminden sonra Çin Halk Cumhuriyeti adını alan devlet bölgeyi yeniden işgal etti.

Komünist Çin’in işgalinden sonra da Müslümanlara yönelik yoğun baskı ve asimilasyon faaliyeti başlatıldı. Onları dinlerinden uzaklaştırma ve ateist yapma amacına yönelik baskılar arttı. Müslümanların çocuklarına inançlarını ve dinî yaşayışlarını öğretmeleri engellendi. Özellikle yetişen neslin Müslümanca yaşamasının önlenmesi için yakın takip başladı. Müslümanlar dinî kimliklerinden dolayı dışlandı ve kötü muamelelere maruz kaldılar. Bütün bu haksızlıklara ve baskılara karşı zaman zaman topluca tepki gösterdi, başkaldırılar gerçekleştirdiler. Komünist Çin bu başkaldırıları çok katı bir şekilde şiddete başvurarak bastırdı. Bu şiddet sebebiyle başkaldırıların bastırılmasında çok sayıda Müslüman hunharca katledildi.

Çin yönetimi sadece Müslümanlara baskı yapmakla yetinmeyerek onların yoğun olduğu bölgelere diğer bölgelerden Çinlileri getirip yerleştirerek nüfus kaydırması yaptı. Bu uygulamanın amacı Müslümanları kendi bölgelerinde zayıf düşürmek ve onların hak arama mücadelelerine karşı sadece askeri güçleri değil aynı zamanda birtakım sivil unsurları da devreye sokmaktı. Bundan dolayı sadece nüfus kaydırması yapmakla yetinmeyerek nakledilen gayrimüslim göçmenlerde Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık duygularının kökleşmesini amaçlayan provokatif bir stratejiyi devreye soktu. 2009 Temmuz’unun başlarında yaşanan olaylar da işte bu stratejinin bir ürünüydü. Söz konusu olaylar göçmenlerin tahrik amaçlı faaliyetlerinden dolayı başladı ve Çin güvenlik güçleri de çıkan çatışmaları bahane ederek Müslümanlara karşı aşırı bir şiddete başvurdu. O zaman camilerden bile göçmenlerin tahriklerine ve saldırılarına karşı haklarına ve onurlarına sahip çıkan Müslümanları eleştiren hutbelerin okunması işgalin boyutlarını ortaya koyması, minberlerin bile İslâmî mesajın değil işgal güçlerinin beyanatlarının okunması için kullanıldığını göstermesi açısından ibret vericiydi.

Çin yönetiminin Doğu Türkistan’daki Müslümanlara yönelik asimilasyon ve baskı faaliyetleri devam ediyor. Baskı ve yakın takip sebebiyle Doğu Türkistan Müslümanları bu yıl da rahat ve huzurlu bir Ramazan geçiremedi ve gerçek anlamda bir bayram yaşama imkânı elde edemediler."
Ahmet VAROL 08.09.2010
| | Devamı... 2 yorum

İmam Şarani Hz. ve Kadir Gecesi

Kur’ân-ı Kerîm’de medhedilen en kıymetli gecedir. Kadir gecesinin fazîleti, üstünlüğü (bin aydan daha fazîletli, kıymetli, hayırlı olduğu), bizzât Allahü teâlâ tarafından, Kadir sûresinde açıkça bildirilmiştir.Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, bu mübarek gecenin kıymet ve faziletini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." (Kadir Suresi )
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyuruyor:"Kim Kadir Gecesi'nde inanarak, ihlas ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.""Kadir Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, ondan nasibini almıştır."


Müminlerin annesi Hz.Aişe (r.a.) şöyle diyor :
-Dedim ki: Ya Resullullah, Kadir Gecesi'ni bilirsem onda ne şekilde dua edeyim? Şöyle buyurdu:
- Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni. (Allah'ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle.)
Peygamberimiz (sav) buyuruyor:
"Kadir gecesinde bir defa, Kadir sûresini okumak, (başka zamanda) Kur’ân-ı kerîmi hatmetmekten daha sevâptır. Bu gece koyun sağma müddeti kadar namaz kılmak, ibâdet etmek, bir ay her geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir."
 
Bu mübarek gecede dua sünnettir. O icabet vakitlerinden birisidir. Süfyan-ı Sevrî demiştir ki, o gece dua etmek, namaz kılmaktan daha sevaptır. Kur'ân okuyup da dua ederse güzel olur.
İbnü Hacer Heytemî Tuhfetü'l-Muhtâc'da der ki: "Kadir gecesini görene, saklaması sünnettir. Onun kemâliyle faziletine ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiği kimseler nail olur."

Kadir Gecesi Kaçıncı Gecedir?
Kadir gecesinin, Ramazanı şerifin 20.sinden sonraki tek gecelerinde aranmasına dair müteaddit hadis şerifler varid olmuştur. Birinden itibaren tek gecelerde aranmasını tavsiye eden büyüklerimiz de vardır.İmamı Şa'rani Hazretleri, Kadir gecesinin kaçıncı gece olduğunu, Ramazanı şerifin giriş günlerine göre şöyle tesbit etmiştir. İmamı Şarani Hazretleri 30 sene Kadir gecesiyle bu tarife göre müşeref olmuşlardır. Bir çok Allah dostuda bu usulle Kadir gecesini bulmuşlardır.
Ramazan Ayının Birinci günü Pazar günü girerse 29.gece, Pazartesi girerse 21.gece, Salı girerse 27.gece, Çarşamba girerse 19.gece, Perşembe girerse 25.gece, Cuma girerse 17.gece, Cumartesi girerse 23.gece.
Bu usule göre Ramazan ayının birinci günü tesbit edildikten sonra, hangi günün Kadir gecesine denk geleceği kolaylıkla bulunmuş olur. 

Seferilik Hükümleri

Seferin Hükümleri
    256- Yolcular hakkında bir takım kolaylıklar ve ruhsatlar gösterilmiştir. Şu uygulamalar bu kolaylıklardandır: Ramazan ayında yolculuk halinde bulunan kimse için, orucu sonraya bırakmak mubahtır. Misafirler (yolcular) için mestler üzerine mesih üç gün üç gecedir. Misafir dört rekat farz namazlarını iki rekat olarak kılar. Buna: "Kasr-ı Salat" denir. Hanefilerce, misafirin böyle namazını kısaltması gerekir. Buna aykırı olarak bu farzların dört rekat olarak kılınması mekruhtur. Bununla beraber iki rekat kılıp da teşehhüdde bulunduktan sonra iki rekat daha kılacak olsa, farzı yerine getirmiş olur. Bu son iki rekat nafile sayılır. Ancak selamı geciktirmiş olmasından dolayı hata işlemiş olur. Fakat birinci teşehhüdü terk etse veya önceki iki rekatta kıraatta bulunmamış olsa, farzı yerine getirmiş olmaz. Sabah ve cuma namazlarında da hüküm böyledir.
    "Kasr-ı Salat=Namazı kısaltmak", Peygamber Efendimizin hicretlerinin dördüncü yılında meşru kılınmıştır. Meşru oluşu, kitab, sünnet ve ümmetin icmai ile sabittir. (İmam Şafiî'ye göre misafir (yolcu) olan kimse serbesttir. Dilerse dört rekatlı farzları dört rekat olarak kılar)
    257- Misafir kimse, vatanına dönünce yolculuk hükmünden çıkar. Vatanında beklemeyi niyet etmesi şart değildir. Fakat kendi asıl vatanından başka bir yere gidip orada niyetsiz olarak beklemekle misafir olmaktan çıkmaz. Ancak en az onbeş gün bu beldede oturmaya niyet ederse, o zaman sefer hükmünden çıkar. Onbeş günden az ikamete (oturmaya) niyet etse veya ayrı ayrı iki beldede onbeş gün ikamete niyet edip bunlardan yalnız birinde onbeş gün durmasa, misafirlik hükmü son bulmaz.
    258- Bir misafir, bulunduğu yerde onbeş gün durmayı niyet etmeyip bugün, yarın çıkacağım diye uzun zaman orada kalacak olsa, yine misafirlik hükmünden çıkmaz. Öyle ki, bir beldeye gidip belli bir işini gördükten sonra dönmek kararında olan bir kimse, o işin onbeş günden az bir zamanda yapılamayacağını bilmedikçe yine sefer hükmünden çıkmaz, mukim sayılmaz. Eğer onbeş günden önce bitmeyeceğini biliyorsa, niyet etmese bile mukim sayılır.
    259- Sahrada ikamete niyet sahih değildir. Ancak göçebe halinde olup çadırlarda oturanlar, kendilerine ve hayvanlarına onbeş gün yetecek yiyecek ve içecekleri bulunduğu takdirde, sahralarda onbeş gün oturmaya niyet ederlerse, mukim sayılırlar. 
    260- Sefer ve ikamet hallerinde, kendisine uyulan kimsenin niyeti geçerlidir. Ona uyanın niyetine itibar yoktur. Onun için asker, kumandanının, köle efendisinin, işçi iş verenin, öğrenci hocasının, peşin olan nikah bedelini almış bulunan kadın, kocasının niyetine göre mukim veya misafir olur.
    261- Sefer hususunda henüz buluğ çağına ermemiş çocuğun niyeti geçerli değildir. Bunun için böyle bir çocuk hakkında sefer hükümleri uygulanmaz. Çünkü sefer hususunda, sefer müddeti olan bir mesafeye gitmeyi niyet etmek şart olduğu gibi, fikrinde özgür olmak ve buluğ çağına da ermiş bulunmak şarttır. (Şafiî'lere göre, mümeyyiz olan (kâr ve zararını seçen) çocuğun sefere niyeti geçerlidir, namazını kısaltabilir.)
    262- Sefer halinde bulunan bir kimse, tabi bulunduğu şahsın niyetini, nereye kadar gideceğini bilmediği ve sorusuna da cevab alamadığı takdirde, üç günlük mesafeye gidinceye kadar namazlarını tam kılar; ondan sonra kısaltmaya (kasra) başlar. Düşman eline esir düşen bir müslüman hakkında da hüküm böyledir. Herhangi bir sebebden dolayı soru sorulamaması da soruya cevab alınamaması gibidir.
 
263- Dar-ı harbde (düşman yurdu içinde) askerin ikamete niyeti sahih değildir. Fakat güvenlik teminatı ile böyle bir bölgede bulunan müslümanların orada ikamete (onbeş günden fazla durmaya) niyet etmeleri sahihdir.
    264- En büyük idareci de, sefer konusunda diğer insanlar gibidir. Buna göre bir idareci, sefer müddeti olan bir yolculuğa niyet etmeksizin memleketi dahilinde dolaşıp dursa, namazlarını tam kılar. Fakat sefer müddeti olan bir yere gitmeyi niyet edip dolaşırsa, namazlarını kısaltır. Sahih olan budur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun dört halifesi, Medine'den Mekke'ye gidince dört rekatlı farz namazları ikişer rekat olarak kılarlardı.
    265- Namaz vakti devam ettikçe, misafirlik ve ikamet bakımından, namazın vasfı değişebilir; vakit çıkınca da, vasıf kararlaşmış olur. Bunlarda vaktin sonu, yani "Allahü Ekber" diyebilecek bir zamanın kalmamış olması muteberdir. Buna göre bir misafirin namazı, vakit henüz tamamen çıkmadan vatanına dönmesi ile veya bir yerde onbeş gün ikamete niyet etmesi ile namazı iki rekattan dört rekata döner. Fakat namazını henüz kılmadan vakit çıkıp da, ondan sonra vatanına dönse veya bir yerde onbeş gün ikamete niyet edecek olsa, artık bu namazı iki rekat olarak kaza eder, dört rekat olarak kaza etmez. Çünkü vaktin çıkması ile, namazın vasfı (misafir namazı olması) kararlaşmış olur.
    266- Yolculuk halinde bulunan bir kadın hayız iken, gideceği yere üç günden az bir mesafe kaldığı esnada temizlenecek olursa, namazlarını tam olarak kılar.
    267- Mukimin kazaya kalan namazları sefere çıkması ile, misafirin de kazaya kalan namazları ikamete niyet etmesi ile değişmez. Onun için ikamet halinde olan bir kimse, sefer halinde kazaya kalmış olan namazlarını ikişer rekat kılacağı gibi, sefer halinde bulunan kimse de, ikamet zamanında kazaya kalmış namazlarını dörder rekat olarak kılar.
    268- Mukim misafire, misafir de vakit içinde mukime uyabilir. Şöyle ki: Bir mukimin vakit içinde olsun olmasın, misafire uyması sahihdir. Misafir iki rekati kıldıktan sonra selam verince, mukim kalkar ve kıraat yapmaksızın namazını tamamlar. Yanılsa da, bundan dolayı sehiv secdesi yapmaz. Çünkü bu mukim bir lâhık demektir. İmam olan misafirin, namazdan önce veya namazdan sonra cemaata dönerek: "siz namazınızı tamamlayın, ben misafirim," demesi müstahabdır:
    Misafire gelince: Bu da ancak vakit içinde mukime uyabilir. Bu halde dört rekatlı bir farz namazını mukim gibi tam olarak kılar, İmama vakit içinde uymakla farz namazı iki rekattan dört rekata dönmüş olur. Fakat vaktin dışında, yani kendisi misafir iken kazaya kalmış dört rekatlı bir namazında mukime uyması sahih olmaz. Çünkü böyle kazaya kalmış namazı, evvelki iki rekat olarak kararlaşmıştır.
    269- Misafir ile mukim, dört rekatlı bir namazı kazaya bırakmış olsalar, bu namazda misafir mukime uyamaz. Çünkü bu namaz, misafir için iki rekat olarak kararlaşmıştır. Onun için birinci oturuş misafir için farz olduğu halde, mukim için farz değildir, vacibdir. O halde farz namaz kılan, nafile namaz kılana uymuş olur ki, bu caiz değildir.
    270- Misafir vakit içinde mukime uymuş iken namazı bozulsa bunu yine iki rekat olarak kılar. Çünkü onun imama uyması bozulmuştur.
    271- Yolculuk veya yağmur sebebi ile iki vakit namazı bir vakitte kılmak caiz değildir. Yalnız hac mevsiminde Arafat'da öğle ile ikindi namazlarını öğle vaktinde ve akşam ile yatsı namazlarını Müzdelife'de yatsı vaktinde bir arada cemaatla kılmak caizdir.
    (Üç imama göre (Maliki,Hanbeli,Şafi Mezheplerinde), bir özür sebebi ile, öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını öne almak veya geciktirmek suretiyle bir vakitte toplamak caizdir. Öğle namazı ile ikindi namazı öğle vaktinde kılınabileceği gibi, ikindi vaktinde de kılınabilir.)
    272- Sefer hükümlerinin uygulanması hususunda, yolculuğun meşru olup olmaması arasında fark yoktur. Bunun için efendisinden kaçmış bir köle veya haksız yere kocasından kaçmış bir kadın sefer müddeti yola çıkınca namazını iki rekat kılar ve isterse orucunu da sonraya bırakabilir. (Üç İmama göre (Maliki,Hanbeli,Şafi Mezheplerinde), böyle yolcular, misafirler hakkındaki kolaylıklardan yararlanamazlar. Onlar bu ihsana ehil değillerdir.)
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları

Yolculukla ilgili Meseleler

273- Asıl vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Orada ikamete niyet edilmesi gerekmez. İkamet vatanı böyle değildir, orada (en az onbeş gün) oturmaya niyet lazımdır. 
274- Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kasdedip başka bir yere yerleşmek için gitmek istemediği yer, onun "asıl vatanı"dır!. Bir kimsenin böyle doğduğu, evlendiği, içinde yerleşmeye karar verdiği yer olmayıp yalnız içinde en az onbeş gün kalmak istediği yer de, onun için bir "İkamet Vatanı"dır. Yeter ki o yer, böyle oturmaya uygun olsun. Bir misafir için, onbeş günden az oturmak istediği yerde onun "Sükna Vatanıdır". Buna itibar edilmez. Bununla vatan-ı aslî de değişmez, vatan-ı ikamet de değişmez. Burada yolculuk hükümleri uygulanır. 
275- Asıl vatan, kendi misli ile bozulur, ikamet vatanı ile bozulmaz. Şöyle ki: Bir kimse içinde doğup büyüdüğü veya evlendiği yeri terk edip başka bir beldeye yerleşse, artık önceki vatanı, asıl olmaktan çıkar. Sonradan orada olsa, onbeş gün oturmaya niyet etmedikçe, farz namazlarını dörder rekat kılması gerekmez. Fakat asıl vatanından geçici olarak çıkıp başka bir yeri ikamet vatanı edindikten sonra asıl vatanına dönse, niyete muhtaç olmaksızın mukim olur, namazlarını tam olarak kılması gerekir. 
 
276- İkamet vatanı, asıl vatanla ve diğer bir ikamet vatanı ile ve sırf yola çıkmakla bozulur, aralarında sefer mesafesi bulunması şart değildir. Örnek: Bir kimse yolculuğu sırasında bir beldede bir ay kalmaya niyet edip bu kadar durduktan sonra tekrar yola çıksa veya diğer bir beldeye gidip orada en az onbeş gün oturmaya niyet etse, artık evvelki belde ikamet vatanı olmaktan çıkmış olur. Oraya tekrar dönmekle mukim olmaz. Orada mukim olabilmesi için tekrar en az on beş gün oturmaya niyet etmesi gerekir. Fakat ikamet vatanından ikamet müddeti içinde geçici bir iş için sefer müddetinden az bir kaç saatlik yola gidip dönmekle ikamet vatanı bozulmaz. 
277- Vatanından çıkıp en az üç günlük uzaklıkta olan bir köye gitmek isteyen kimse, daha oraya gitmeden yolda bir beldede onbeş gün oturmaya niyet etse, bir görüşe göre burası bir ikamet vatanı olur. Diğer bir görüşe göre ise, olmaz. 
278- Vatanından sefer niyeti ile ayrılıp henüz üç günlük bir mesafe almadan vatanına dönmek isteğinde bulunan bir yolcu, dönüp daha vatanına gitmeden önce, geriye dönüşü ile namazlarını tam olarak kılmaya başlar. Çünkü böyle bir yolculuğu bozmakla yolculuk bırakılmış olur. 
279- Bir misafir, içinde oturmak istemediği bir beldede evlenecek olsa, bir görüşe göre mukim sayılır, diğer bir görüşe göre mukim sayılmaz. Tercih edilen görüş de budur. 
280- İki beldede birer zevcesi olan kimse, bunlardan herhangisinin yanına giderse mukim sayılır. Fakat bunlardan biri vefat eder de, bulunduğu beldede kendisine ev, bağ ve bahçe gibi şeyler kalacak olsa, oraya gitmekle mukim sayılmaz. Fakat diğer bir görüşe göre, orası yine onun vatanı sayılacağından mukim olmuş olur. 
(Malikilere göre, bir yolcu gittiği yerde tam dört gün oturmaya niyet edip kendisine yirmi vakit namaz farz olacak bir durum olsa, mukim sayılır. Namazlarını kısaltamaz. Bu müddete, o yere fecrin doğuşundan sonra girdiği gün ile oradan çıkacağı gün dahil değildir. 
İmam Şafiî'ye göre, bir yerde, girip çıkma günlerinden başka, tam dört gün oturmaya niyet edilmesi, ikamet sayılır, namazlar orada kasredilmez (kısaltılmaz).  
Hanbelilere göre de, bir yerde, oturmaya elverişli olmasa dahi, oturmaya niyet eden veya yirmi namazdan fazla farz bulunacak bir zaman durmaya niyet eden kimse mukim sayılır; namazlarını kısaltamaz.) 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları

Yolculuk (Seferilik) Müddeti

Seferin Anlamı ve Müddeti 
249- Sefer ve Müsaferet, lügatta herhangi bir mesafeye gitmektir. Bunun karşıtı "ikamet"dir. Din yönünden sefer, belli bir uzaklığa gitmektir. Bu da orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafe (bazı fakihlere göre ortalama bir insanın bir günlük yürüyüşü 6 saat süreceği düşünülerek toplam onsekiz saatlik bir yolluk mesafe kabul edilmiş) bir uzaklıktan ibarettir, Buna: "Üç merhale" de denir. Orta yürüyüş, piyade yürüyüşüdür. Kafile halinde develerle olan yürüyüşlerde ise orta yürüyüş, deve yürüyüşüdür. Km cinsinden 90km'lik bir mesafeye tekabül etmektedir. Bu üç günlük süre yolculukta mest üzerine mesh müddetinden bir uygulamadır. 
Nitekim Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolcu olduğumuz zaman, bize mestlerimizi üç gün üç gece, cenabet hali dışında küçük ve büyük abdest bozma ve uyku sebebiyle çıkarmamamızı emrederdi. [Tirmizi, Taharet 71, (96), Da'avat 102, (3529, 3530), Nesai, Taharet 98, (1, 83, 84), İbnu Mace, Taharet 86] 
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: "Mest üzerine meshetmenin müddeti yolcu için üç gündür. Mukim için bir gün bir gecedir!" [Ebu Davud, Taharet 60, (157), Tirmizi, Taharet 71, (95), İbnu Mace, Taharet 86, (553) 
 
Denizlerde de, yelken gemileri ile havanın mutedil olması esas alınır. İşte karalarda böyle bir yürüyüşle, denizlerde de mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile aynı süredeki (onsekiz saat sürecek) bir uzaklık "Sefer Müddeti" sayılır. Demek ki bu yolun yalnız gidilecek mesafesi muteberdir. Yoksa gidip dönülmesine ait mesafesi muteber değildir. (Bu da uzaklık olarak yaya veya deve yürüyüşüdür ki 90 km lik bir mesafeye karşılık gelir.) 
250- Vatanında veya vatan hükmünde olan bir yerde oturan kimseye "Mukîm" denir. Böyle bir yerden çıkıp en az üç günlük (yaya olarak onsekiz saatlik) bir mesafeye gitmeye başlamış olan kimseye de, din deyiminde "Misafir=Yolcu" adı verilir. 
251- Yolculuk hali, esasen zorluk ve sıkıntıdan boş kalmaz. Bunun için dinimiz yolcular için bazı kolaylıklar göstermiştir. Yolculukda gece-gündüz devamlı olarak yola devam edilemez. Dinlenmeye ihtiyaç görülür. Bunun için fıkıh kitablarında üç gün üç gece diye sefer müddetini göstermek buna aykırı değildir. Bu bakımdan bir günlük normal yürüyüş, ortalama olarak altı saat kabul edilmiştir. Bazı yolculuklarda zahmet ve meşakkat olmasa da, hüküm şahsa değil, cinse göre olacağından sefer hükmü bütün yolculuk hallerini kapsar. 
252- Fıkıh alimlerinden bazılarına göre, sefer müddeti onsekiz fersahlık bir mesafeden ibarettir. Bir fersah, üç mil ve her mil de 20 dakika sürecek olsa, onsekiz fersah "18" saat etmiş olur. Bir fersah, on iki bin adım, bir mil de dörtbin adım sayılmaktadır. Bununla beraber fersahlar düz yerler ile dağlık yerlerde ve dereliklerde bulunan durumlara göre değişir. Düz bir arazide bir fersah mesafe bir saatte alınabileceği halde, dağlık bir yerde böyle bir mesafe bir saatte alınamaz. Onun için bu konuda fersah bir ölçü sayılmamalıdır. Şu da var ki, fersah esas alındığı takdirde bir çok meseleler çözümlenmiş olur. Örnek: Tren ve uçakla olan yolculuklarda, gidilecek yerin kaç fersah olduğu göz önüne alınır. En az onsekiz fersahlık bir mesafeye gidilecek olursa, sefer müddeti gerçekleşmiş olur. Sefer hükmü uygulanmaya başlar. Böylece taşıtların yürüyüş halini göz önünde bulundurmaya gerek kalmaz. Bu bilgiler ışığında bir kişi en az 90km lik bir mesafede yolculuk yapacaksa ve gideceği yerde 15 günden fazla kalmayacaksa bu kişi misafirdir, yani seferidir. 
(Doğrusu üç İmam da bu fersah şeklini kabul etmişlerdir. İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre, sefer müddeti "16" fersahdır. On altı fersah da 48 mildir. Bir mil ise altı bin el arşınıdır. Buna göre sefer müddeti, Maliki, Şafi ve Hanbeli mezheplerine göre (80km 640m) seksen kilometre ile altıyüz kırk metreye ulaşmış olur. İmam Şafiî'nin ilk görüşüne göre bir gün bir gecedir. Son görüşüne göre ise, "48" mildir.) 
253- Gidilecek bir yerin hem karadan, hem de denizden yolu bulunsa, yolcunun gideceği yol esas alınır. Bir beldeye deniz yolu ile on iki saatte ve kara yolu ile onsekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler misafir sayılır, denizden gidenler sayılmaz. O yerin karadan iki yolu bulunduğu takdirde de hüküm böyledir. Sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler ancak misafir sayılır. 
254- Yolculuk hükmünün uygulanması, oturulan yerin yola çıkıldığı yöndeki evlerinden ayrıldıktan ve en az üç günlük bir vere gidilmesine niyet edildikten sonra başlar. Onun için bu evler tamamen geçilmedikçe ve sefere niyet edilmedikçe, sefer hali başlamış olamaz. 
255- Bir beldenin kenarlarında olup "Fina-i Mısır" denilen yerler de o beldeden sayılır. Bunlar çoğunlukla bir ok atımından (dört yüz adımdan) az bir mesafe teşkil ederler. Belde ile bunlar arasında tarlalar ve bostanlar bulunmadıkça beldenin ekleri ve tamamlayıcıları sayılırlar. Onun için bunları da geçmek gerekir ki, yolculuk hükmü başlamış olsun. Şehrin dışındaki bağlar ve bostanlar, bekçilere ve bostancılara ait ev ve kulübeler şehirden sayılmaz. 
Bir de bilinmesi gereken vatan konusu vardır. Vatan üç kısma ayrılır. 1-) Asli vatan: (vatan-ı asli) İnsanın doğup büyüdüğü veya evlenip yerleşmek istediği yerdir. 2-) İkamet vatanı: (vatan-ı ikamet) İnsanın asli vatanından en az 90 km uzaklıkta olup, Hanefi mezhebine göre orada on beş gün, şafii mezhebine göre ise dört günden fazla kalmaya niyet ettiği yerdir. Bu iki yerde de insan seferi sayılmaz. 3-) Geçici vatan (vatan-ı sükna) Hanefi mezhebine göre bir kimsenin on beş günden az, Şafii mezhebine göre ise, dört günden az kalma ya niyet ettiği yerdir, insan burada kaldığı müddetçe seferi sayılır. 
  Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!