İmparatorluğa Mersiye Şiiri - Osman Yüksel Serdengeçti

Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 25 Temmuz 1917’de Antalya’nın Akseki ilçesinde doğmuş, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş Türk siyasetçi, gazeteci ve şairdir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrenim gördüğü sırada 1944 olaylarına karıştığı gerekçesiyle Hüseyin Nihal Atsız’la birlikte tutuklanmış, bir süre hapis yatmıştır. Tahliye edildikten sonra fakülteye dönme talebi reddedilip bakanlığa gönderdiği aralıksız dilekçelerine Maarif Vekaleti’nce cevap verilmeyince çileden çıkan Osman Yüksel Serdengeçti, doğrudan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in şahsına “Yüksek vekaletin alçak vekiline” diye başlayan aşağıdaki dilekçeyi  yazdığı için yeniden hapse girmiştir. 
"Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline /ANKARA
3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasında bir telefon emrinizle okuldan atılan, ben Osman Yüksel, İstanbul’a sürülüp örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. 
Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı …!
Senden bahşiş istemiyorum …!
İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım…
Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez..!
Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez…!
“On kuruşluk pul ve Osman Yüksel imzasıyla” 
Bakanlığa verilen bu sert dilekçeye de olumlu/olumsuz bir cevap verilmez. Fakat sonraki zamanlarda Serdengeçti Dergisi’nda yer alan eleştirilerle alakalı olarak Hasan Ali Yücel tarafından tekrar dava edilir. Davalar neticesinde yeniden hapse giren Serdengeçti, epey bir uğraş vermesine rağmen fakülteden mezun olamaz. Serbest kaldıktan sonra 33 sayı yayımladığı Serdengeçti dergisiyle yayınlarına devam etmiştir. Dergideki yazılarından dolayı halk arasında “Serdengeçti” olarak anılmış, daha sonra bu lakabı soyadı olarak almıştır. 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili olarak görev yapmıştır. Ancak partisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle partiden ihraç edilmiştir. Mecliste kravat takmadığı için uyarı almış, uyarılara aldırmayınca genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu duruma tepki olarak kravatı beline bağlamış ve “Kanunda nereye takılacağı yazmıyor” diyerek hazırcevaplığıyla dikkat çekmiştir.

Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” köşesinde yazılar yazan Yüksel, Necip Fazıl Kısakürek’in yakın dostu olarak bilinir. Mizahi ve nüktedan üslubuyla tanınan Serdengeçti, Türk milliyetçiliği ve İslam inancını birleştiren bir düşünce çizgisine sahip olmuştur. Yaşamının son dönemlerinde Parkinson hastalığına yakalanan Osman Zeki Yüksel, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş ve Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Başlıca Eserleri: Mabedsiz Şehir, Bu Millet Neden Ağlar?, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?, Ayasofya Davası, Mevlana ve Mehmet Âkif, Türklüğün Perişan Hali, Kara Kitap, Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı, Akdeniz Hilalindir.

 
| | | Devamı... 0 yorum

Nemime-Laf taşıma (Koğuculuk)

Sözlükte “fısıltı halinde konuşmak, birinin sözünü yalan katarak nakletmek” anlamındaki nemm kökünden türeyen nemîme kelimesi, “insanlar arasında kötülük, düşmanlık ve bozgunculuk maksadıyla söz taşıma, kovculuk yapma, gammazlık” demektir. Sözlüklerde nemîm de aynı şekilde açıklanır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât; Lisânü’l-ʿArab; Tâcü’l-ʿarûs). Mâverdî nemîmeyi, “gıybet sayılan kötü sözlere çirkin unsurlar katarak bunları insanları birbirine düşman edecek tarzda anlatma” diye tanımlamaktadır (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 259) İmâm Gazâlî rahimehullah demiştir ki: Nemîme (koğuculuk), insanların arasını bozmak için başkasının söylediği şeyleri, hakkında konuşulan kişiye ulaştırmaktır. Koğuculuk, bir sırrı anlatmak, açıklanması hoş görülmeyen şeyin üzerindeki perdeyi kaldırmaktır ve dinimizde haramdır. Bunun; söz, yazı, işaret, ima ile olması yahut taşınan şeyin bir söz, fiil yahut bir ayıp olması da fark etmez, tamamı nemîme olur. Gazzâlî “dilin âfetleri”nden bahsederken gıybetten sonra nemîmeye yer vererek bir söz veya davranışın başkasına nakledilmesi halinde anlatılan şey gıyabında konuşulanı, olayın anlatıldığı kişiyi veya başka birini huzursuz ediyorsa bunları başkalarına açıklamanın nemîme kapsamına girdiğini belirtir (İḥyâʾ, III, 156-158).
| | Devamı... 0 yorum

Zühd hayatı

Zühd, Allâhü Teâlâ’nın yasakladığı şeylerden kaçınıp dünya varlığına ve lezzetlerine rağbet etmemek; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ve âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışmaktır. Sözlükte zühd “bir şeye rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” gibi anlamlara gelir. Malı az olan kişiye müzhid, yemeği olduğu halde az yemek yiyene zâhid, az olan şeye zehîd, dünyaya karşı açlık içinde perhiz hayatı yaşamaya zehâdet denir. Zühdün karşıtı rağbettir (Kāmus Tercümesi). 

Zühd, kazancı ve çalışmayı terk ederek atâlet (tembellik) içinde olmak değildir. Zühd, eldeki bütün eşyayı bırakmak, bunları kullanmamak değil, sahip olduğu dünyalığa kalben bağlı olmamak, dünya malını elde etmek için meşrû olmayan yollara başvurmamaktır. Zühd kavramı genellikle dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eder. Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme zühdün bazı göstergeleridir (et Taʿrîfât) Hasan-ı Basrî zühdü, “Dünyaya karşı zâhid olmak, dünyaya yönelenlere buğzetmek ve dünyada bulunan şeylerden nefret etmek" şeklinde açıklar. Abdullah b. Mübârek ise zühd kelimesini, “Fakirliği seve seve Allah’a güvenmektir” şeklinde tarif eder. Cüneyd-i Bağdadi, zühdü; “elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması” şeklinde tanımlar. Süfyân-ı Sevri, zühdü “Dünyaya karşı zâhid olmak kanaat etmek, azla yetinmektir." şeklinde açıklayıp, kuru ekmek yemek ve aba giymek zühd değildir.” uyarısını belirtilmiştir.

Ebû Süleyman ed-Dârânî (rah.), “Zühd; Allâhü Teâlâ’ya ibâdet ve itaattan alıkoyan her şeyi terk etmektir. Gerçek zâhid; dünyayı ve dünya malını ne kötüler ne de över. Dünya nimetlerine kavuştuğu zaman sevinmez, kavuşamadığı zaman da üzülmez.” buyurmuştur. Vüheyb el-Mekkî (rah.) şöyle buyurmuştur: “Zühd; kaybettiğiniz dünya nimetleri için üzüntü ve kedere düşmemek, elde ettiklerinize de güvenip aldanmamaktır.” Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Dünya nedir? Ne kumaş ne kadın ne de paradır. Dünya insanı Allah’tan alıkoyan şeydir” derken (Mesnevî, I, 79) dünyayı “Hakk’a perde olan durum” diye tarif etmiştir. İbnü’l-Cellâ (rah.) şöyle buyurmuştur: “Zühd; dünyaya, gözünde değerini küçültmek için yok olup gidecek nazarıyla bakmaktır. Bu nazarla bakınca, ondan yüz çevirmek kolay olur.” Bâyezîd-i Bistâmî’ye zühd sorulduğunda, “Ben zühdde üç gün (devir) kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım. İlk gün dünyaya ve dünyada olan şeylere, ikinci gün âhirete ve orada bulunan şeylere, üçüncü gün Allah’tan başka ne varsa hepsine karşı zâhid oldum. Dördüncü gün olunca bana Allah’tan başka bir şey kalmadı ve ilâhî aşk beni şaşkına çevirdi” şeklinde cevap vermiştir.

| | | Devamı... 0 yorum

Müdârâ ve müdâhene

İnsanlarla dostluk kurulurken samimi olmak gerekir. Onlara yalaka tavırlar içinde yaklaşmak, yağcılık yapmak dostlukların zedelenmesine sebep olur. Müdârâ: Zâhiren dostluk göstererek güler yüzlü olmak, sulh ve salâh üzere olmak, insanlara güzel ve iltifâtkârâne muâmelede bulunmaktır. İyi geçirmenin yolu müdârâdır. Sözlükte “kandırmak, aldatmak” anlamındaki dery kökünden türeyen müdârâ kelimesi “hoşgörülü olma, insanlarla iyi geçinme” mânasına gelir. Terim manası olarak müdârâ kelimesi; Lisânü’l-ʿArab lügatinde şöyle geçer: "taşkın hareketleriyle huzursuzluğa yol açmasından endişe edilen veya aşırı alıngan olan kişilere karşı nazik davranarak onların kötülüğünü önlemeyi yahut gönlünü almayı amaçlayan davranışları ifade eder." (Lisânü’l-ʿArab, “dry” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “dry” md.; İbn Hacer, XXII, 330; Ahmed Rifat, s. 320-321).
Müdârâ, insan ilişkilerinde huzura ve muvaffakiyete vesiledir. Lüzumsuz müdâra ise müdâheneden, yani yağcılıktan, dalkavukluktan sayılır ve kişinin diğer insanlar gözünde kadrinin düşmesine sebep olur.  Müdâhene; Çıkar sağlama veya hoş görünme amacına yönelik söz ve davranış anlamında ahlâk terimidir. Türkçe’deki kelime karşılığı “yağcılık” olan müdâhene, insanların birine yaranmak, basit menfaatler elde etmek gibi gayri ahlâkî sebeplerle onlara karşı aslında içlerinde sakladıkları gerçek niyetleriyle çelişen ve ikiyüzlülüğü ifade eden bir terim haline gelmiştir. (Lisânü’l-ʿArab, “dhn” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “dhn” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 620; Ahmed Rifat, s. 321-322).

| | | Devamı... 0 yorum

Tilavet Secdesi ve Secde Ayetleri

Tilavet secdesi, Kur’an-ı Kerim'de bulunan 14 secde ayetinden birisini okumak veya duymakla mükellef tarafından yapılması vacip olan secdeye denir. Kur'an-ı Kerim'deki secde âyetlerinden birini okuyan veya dinleyen âkıl, bâliğ bir Müslümanın bir defa secde yapması vacibtir. Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre tilâvet secdesi sünnettir. Secde âyetinin tercemesini okuyan veya dinleyen kimse de secde yapmalıdır. 
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar." (el-İnşikâk, 84/21) Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı Kerim'i okuyan ve dinleyene secde etmek vacibtir." (Buhârî, Sücûd, 10; bk. Nasbu'r-Râye, II, 178). Hadisin anlamı mutlak olup, dinlemek isteyeni de istemeyeni de birlikte kapsar. 

Tilavet secdesini nasıl yaparız? 
Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının ve secde yapılacak mekanın temiz olması ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Abdestli bir şekilde Kıbleye karşı dönülür, "Allahü Ekber" diyerek eller kaldırılmadan direkt secdeye gidilir. Secdede Üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a‘lâ" denildikten sonra yine "Allâhü Ekber" diyerek kalkılır. Kalktıktan sonra "Gufraneke Rabbena ve ileykel-masir" denilir. Bu secdede aslolan, yüzün yere konulması, yani secde edilmesidir. Tilâvet secdesine varılırken ve kalkarken alınan tekbirler de müstehaptır. Asıl secde ise vacibtir. Tilavet secdesinin özürsüz olarak geciktirilmesi mekruhtur. Namazı bozan her şey tilâvet secdesini de bozar. Daha tilâvet secdesinden kalkmadan abdestin bozulması, konuşma veya kahkaha ile gülme gibi durumlarda tilavet secdesi tekrar yapılır.
Tilavet secdesi ile ilgili çeşitli hükümler: 
Bir mecliste secde âyetinin birden fazla tekrarlanması hâlinde bir tilâvet secdesi yeterlidir. Birkaç secdenin bulunduğu çeşitli âyetleri okuyan kimsenin, meclis bir olsun farklı bulunsun, her bir âyet için ayrı bir tilâvet secdesi yapması vacib olur. Namaz sırasında okunacak secde âyeti için tilâvet secdesi derhal vacib olur. Çünkü bu namazdan bir parça olmuştur, namaz dışında kaza olunamaz.  Secde âyeti namazda kıyam halinde okunsa, eğer bundan sonra üç âyetten fazla okunmayacaksa namaz için yapılacak rukû veya secdelerle, bu tilâvet secdesi de yerine getirilmiş olur. Ancak üç âyetten fazla okunacak ise, bu secde âyetinden dolayı hemen bağımsız olarak secde edilmesi gerekir. Secde âyetini namazın içinde okuyan kimse, dilerse okuyacağı âyetlerin miktarına bakmaksızın derhal "Allahu ekber" diyerek tilâvet secdesine varır. Tilâvet secdesi niyetiyle yalnız rükûya varması da yeterlidir. Bundan sonra yeniden ayağa kalkar, birkaç âyet daha okur ve namazına devam eder. 
İmamın cuma ve bayram namazları ile gizli okunan namazlarda secde âyetini okuması mekruhtur. Çünkü cemaatin yanılmasına yol açabilir. 
Kur'an-ı Kerîm'de on dört yerde secde âyeti bulunmaktadır. Bu süre ve âyet numaraları şunlardır: el-A'raf, 7/206; er-Ra'd, 13/15; en-Nahl, 16/49; el-İsrâ, 17/107; Meryem,19/58; el-Hac, 22/18; el-Furkân, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sâd, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; el-İnşikâk, 84/21 ve Alak, 96/19.
Bu secde ayetleri ile dua ve niyazda bulunulabilinir. Zikredilen on dört secde âyetini bir mecliste okuyup her biri için ayrı ayrı secde yapan veya hepsini okuduktan sonra tamamına birden on dört secdede bulunan bir kimsenin dünyevî ve uhrevî istek, sıkıntı ve kederleri konusunda yeterli olacağı rivayet edilmiştir. Tilavet secdesi ile ilgili ilmihal bilgileri için tıklayınız.

Eğlenceye dönüşen Kur'an tilaveti

“Kur’ân-ı Kerim, Allah ﷻ tarafından Cebrâil vasıtasıyla vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'e nazil olan, mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır." bu özlü tarif Kur'an-ı Kerim'in nasıl bir kitap olduğunu açıklaması açısından önemlidir. Kur'an-ı Kerim, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) kırk yaşlarında iken Hira mağarasında nazil olmaya başlamış ve toplumun ihtiyaçlarına göre parça parça indirilerek 23 senede tamam olmuştur. Kur'an-ı Kerim, peygamberimiz hayattayken ayetlerin sırası ve son tertibi belirlenmiş olup, bu tertip üzere pek çok sahabe tarafından bu son şekliyle yazılıp ezberlenerek bizlere kadar tevatür yoluyla nakledilerek ulaşmıştır. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın kullarına bir hitabıdır. Kur'an-ı Kerim, Allah’ın emir ve yasaklarını bildirir. Kur'an-ı Kerim, güzel ahlakı, nasıl kâmil insan olunması gerektiğini, geçmiş milletlerin durumunu, iman esaslarını, ibadet hükümlerini, alışveriş ve toplumsal ilişkileri, evlenmeyi, boşanmayı, mirası kısacası hayatın başlangıcından ölüme kadar giden dünya hayatını, nasıl yaşamamız gerektiğini ve ölümden sonraki ahiret hayatına nasıl hazırlanacağımızı gösteren ilahi bir kılavuzdur. Ayet-i Kerime'de Kur'an-ı Kerim şöyle tanımlanır: "Bu Kur’ân insanlar için bir beyandır, müttakîler için de bir hidayet ve rahmettir." (Al-i İmrân, 3/138) ve "Şu Kur’ân insanların kalp gözlerini açacak bir nur, sağlam bilgi edinmek için bir hidayet ve rahmettir." (Câsiye, 45/20) buyrulmuştur. 
Kur’ân-ı Kerîm, okunması ibadet olan bir kitaptır. Nitekim Fatır Suresi 29. ayette “Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan -Allah için- gizli ve açık sarfedenler asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler” (Fâtır 35/29) buyrularak Kur’ân-ı Kerîm tilâvetinin önemi vurgulanmıştır. Peygamberimiz, Kur’ân-ı Kerîm'i yavaş yavaş, tane tane, tefekkür ile okumuş, namazlarda bu hususa azami dikkat etmiştir. (Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 23; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 20) Kur’ân-ı Kerîm okurken harflere, manaya ve tecvid kaidelerine uygun, ses perdelerini değiştirmeden, sesi oynatmadan, okurken sesi titretmeden huşu içindeki bir kıraatle tilaveti sürdürmüştür. (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 29) Peygamberimiz, "...Kur’ân’ı tane tane, hakkını vererek oku." (Müzemmil Suresi/4) ayeti kerimesi mucibince acele etmeden "tertil" üzere okumuştur. 
Tertîl kelimesi, sözlükte “bir şeyi güzel bir şekilde sıralamak, dizmek, açığa çıkarmak ve açıklamak” anlamlarına gelmektedir. Bu ayette geçen tertil, "Kur’ân’ın açık ve düzgün bir şekilde, tane tane ve yavaş yavaş, manası üzerinde düşünerek okunması" gerektiği anlamına gelir. Bu şekilde okumak Kur’ân’ı anlamaya ve manalarını düşünmeye daha elverişli olduğu için yüce Allah böyle okunmasını emretmiştir. (İbn Kesir Tefsiri, VIII, 276) Nitekim bu husus hadis-i şeriflerde de aynen rivayet edilmiştir: “Resulullah Kur'an okurken kıraatini ayet ayet keserdi (ayet sonlarında dura dura okurdu).” ve Fatiha’dan örnek vererek her ayetin sonunda durduğunu ifade etmiştir. (Müsned, 6/302; Tirmizî, Fezailü’l-Kuran, 23) 
| | Devamı... 0 yorum

MSÜ-2022 Sınavı Matematik Çözümleri (%10)

Milli Savunma Üniversitesi Askeri Öğrenci Aday Belirleme Sınavı) MSÜ 2022 Sınavı YKS provası olması açısından önemli bir sınav oldu. Hedefi askeri okullar olanlar için ciddi bir sınav olmakla birlikte MSÜ sınavı YKS'ye girecek olan adaylar için de kendilerini resmi bir ortamda test etmelerini sağladı. 27 Mart 2022 Pazar tarihinde Milli Savunma Üniversitesi Askeri Öğrenci Aday Belirleme Sınavı ÖSYM tarafından gerçekleştirildi ve akabinde sınav sorularının %10 luk kısmı basın yoluyla herkesin erişimine açılmıştır. Açıklanan matematik sorularının çözümleri aşağıda verilmiştir. Sınavın herkes için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Sınav Sorularına ÖSYM sitesinden ulaşabilirsiniz. 



Kula kulluk edilmez

Sözlükte “esir, köle, uşak” anlamına gelen "kul" kelimesi, Türkçe bir kelime olup, Orhun Yazıtları’nda "esir ve köle" anlamında geçer. Osmanlı padişahlarındaki kullanımda, "halk, tebaa, hizmetkâr, sadık" gibi anlamlara gelir. Dîvânü lugāti’t-Türk’te "kul" kelimesine, Osmanlı kullanışına uygun olarak “tâbi, hizmetkâr, sadık” anlamları verilmiştir. Arapça ve diğer Sami dil ailesinde kul kelimesi, "abd" (ﻋﺒﺪ) şeklinde olup, “hür veya köle olan insan” anlamlarına gelir. Bazı kelimelerin mecazi olarak kullanımı, her ne kadar yaygınlık kazansa da itikadi açıdan uygun değildir. Kul kelimesi de kanaatimce sadece "Allah'a kul olmak" şeklinde, Allah'tan başka hiçbir varlığa has kılınamayacak kadar özel bir kelimedir. "Kul olmak" kelimesi, bazen çok sevilen kişiler için; "kulun kölen olayım" şeklinde sevgi-saygı amaçlı, bazen yüksek makamlar karşısında; "kulunuz" "bendeniz" şeklinde nezaket amaçlı, bazen de birini kendine hizmetçi kılmak manasında; "kapıma kul ederim" şeklinde tehdit amaçlı olarak, mecaza hamledilerek kullanılır. Benzer şekilde, tarihte Osmanlı padişahlarından nakledilen "kullarım" şeklindeki bir hitap tarzıyla da "köle, hizmetkar, asker" anlamlarında "kul" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin böyle mecaz ya da hakiki anlamıyla Allah'tan başka varlıklar için kullanılması, kanaatimce haddi aşan bir kullanımdır. O kadar kelime arasından "kul" kelimesinin seçilip kullanılması, nefsin kolayca kibre düşebilmesinin yolunu açması bakımından bana göre sıkıntılıdır. İşte bu yazıda "kul olmak" kelimesinin kullanımından yola çıkarak, "hiçbir mahluka kul veya köle olmadan yalnız Allah'a kul olunacağını" anlatmaya çalışacağım. 
Kuran-ı Kerim'de "abd" hitabı Muhammed ﷺ ve diğer peygamberler, cinler, melekler ve insanlar için kullanılmış ve tapınma manasındaki bir  kulluğun yalnızca Allah için olacağı, Kuran-ı Kerim'de net bir biçimde bildirilmiştir. "Allah’ı bırakıp tapındıklarınızın hepsi sizin gibi (yaratılmış) kullardır. Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi hemen onları çağırın da size cevap versinler." (A’raf Suresi, 194) ilahi hitabı ve “Allah’tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adınıza elem dolu bir günün azabından korkuyorum.” (Hud Suresi, 26) ayeti, "kul" kelimesinin kullanımının da böyle bir vasıfa sahip olacağını akla getirir.
İnsan, yalnız Allah'a kul olur ve sadece O'na kulluk eder. Ancak Allah'a boyun eğerek gerçek manada huzur bulabilir. Allah'a itaat etmek ve O'nun emirlerini yerine getirmek, insanın hayatına bir anlam katar. Allah'a kul olmak; insanı doğruya, adalete ve hidayete yönlendirir. İnsanın gerçek huzuru bulması, Allah'a kul olmaktan geçer. Allah'a karşı sevgi ve itaat, insanın kalbini tatmin eder; manevi mertebeler elde etmesini, derecesinin yükselmesini sağlar. İnsan, yaratılış amacının bilincinde olmak zorundadır. İnsanın yaratılış gayesi, Allah'ı Rab olarak tanımak, sadece Allah'a ibadet etmek, daima Allah'a şükretmek ve O'nun rızasını kazanmaya çabalamaktır. İnsanın bütün varlığı ile Rabbine itaat etmesi ve O'nun rızasını kazanması için çaba göstermesi, bu dünyada varolmasının gereğidir.
Allah'ın kulları olarak insanlar, Allah'a itaatsizlik etmeden ve O'nun emirlerine eksiksiz uyarak yaşamaya gayret göstermelidir. İman, ibadet, takva ve güzel ahlak, insanın Allah'a kul olma sorumluluğunun temel unsurlarıdır. Allah'a kul olmak; insanın hayatında doğru yolu tercih etmesi, hidayete kavuşması, dünyada salih amel için hareket etmesi ve yaşamını Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla düzenlemesi anlamına gelir. İnsan, ancak Allah'a kul olur. O'nun emirlerine ve yasaklarına itaat eder. Yaratılmış hiçbir mahluk, ibadete layık değildir. İbadet ve kulluk ancak Allah'a yapılır. Nitekim Allah'ın kendilerine zenginlik, mal-mülk ve hakimiyet verdiği Karun, Haman, Firavun ve Nemrut gibi geçmişte ilahlık taslayan, mal ve servetleriyle böbürlenen sahte yeryüzü tanrıları; Allah yerine başka ilah arayışına giren buzağıyı tanrı edinen Samiri gibi daha pekçokları Allah'ın gazabı karşısında yok olup gitmişlerdir. "Karun'u, Firavun'u, Haman'ı da yok ettik. Andolsun ki, Musa, kendilerine apaçık belgeler getirmişti de onlar Yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı." (Ankebut Suresi, 39) Andolsun ki güç ve kuvvet ancak Allah'ındır.  İnsan, ancak Allah'a kul olursa gerçek anlamda özgürleşir ve huzura erer. İnsan yaratıcıya karşı kulluğunu kabul ettiği zaman, boyun eğip itaat ettiği zaman, dünyada hiçbir şeyden çekinmez, kimsenin önünde eğilmez. Bu durum da kişiye manevi bir huzur ve anlam katar. İnsan başka hiçbir varlığa kul olamaz, başka bir varlığın önünde eğilemez. Böylece Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak hareket eden bir insan, ancak Allah'a kul olabilir. İnsanlar ister gönüllü olarak isterse de gönülsüz olarak davransın sonunda, "Göklerdeki ve yerdeki herkes Rahman’a kul olarak gelecektir." (Meryem Suresi, 93)
| | | Devamı... 0 yorum

Ticaretin Çürüyen vicdanı, "Kapitalizm Esnaflığı"

Ticaret, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, gelir elde etmek veya kazanç sağlamak amacıyla mal ve hizmetlerin değiş tokuş edilmesi veya bir bedel karşılığında satılması sürecidir. Ticaret, sadece ekonomik bir faaliyet değil; aynı zamanda insanlar arasında kültür ve bilgi aktarımı ve toplumların birbiriyle etkileşim biçimidir. Ticaret, toplum ekonomisinin temel taşı olduğu kadar, insanların birbirine karşı güven ilişkilerinin inşa edildiği, ahlaki ve vicdani sorumlulukları taşıyan bir alandır. İslam’da ticaret; sadece kar amaçlı bir faaliyet değil aynı zamanda ahlâkî ve sosyal sorumluluk taşıyan, helal ve haram dairesi bulunan bir ibadet niteliğindedir. Yani Müslüman tüccar, sadece zenginleşmek için değil, toplumun refahına ve adaletine katkıda bulunmak, insanların ihtiyaçlarını temin ederek Allah'ın rızasını kazanmak, insanların huzur ve refahına katkıda bulunmak için ticaret yapar. Bu davranışlar, İslam'ın tüccara yüklediği ahlaki bir sorumluluktur. 
Ticaretin doğası gereği içerisinde para, servet, güç, ve menfaatler bulunur. Bu ticari ortamda ahlaki denge ve sorumluluklar kaybolduğunda, toplumsal düzende bozulma meydana gelerek ahlaki çöküntü ve huzursuzluklar oluşmaya başlar. Son yıllarda, ticaretin doğasında fıtri olarak bulunan bu ahlaki değerler giderek yok olmuş; aldatıcı reklamlar, düşük kaliteli ürünler, gramaj ve ölçü hileleri,  yüksek fiyat manipülasyonları, stok manipülasyonları, karaborsa, dolandırıcılık ve tağşiş gibi haksız kazanç elde etme yöntemleri giderek yayılmıştır. Ticaret ahlakının kaybolmaya başlamasıyla birlikte, insanlar arasında güven sorunları ortaya çıkmış ve ticaretin vicdanî sorumluluğu unutulduğundan, menfaat ve servet düşkünü insanlar topluma yayılmıştır. Bu durum yeni bir vakıa değildir. Tarihin her döneminde karşılaşılan bu tür ticari ahlaki çöküşlerin olması, toplumlarda vicdanları rahatsız etmiş ve toplum genelinde huzursuzluklara yol açmıştır. Geçmişte pek çok kavim, ticari menfaatlerin esiri oldukları için toplumsal kargaşa ve adaletsizlik sebebiyle yıkılıp gitmişlerdir. Fani dünyaya aldanan milletlerin hazin sonu maalesef böyledir. Günümüzde fırsatçı, sömürücü, çalışanı ezen, insanları aldatan, zengini daha zengin fakiri de perişan eden hileli ve bozguncu ticari davranışlarla dolu, paranın ilahlaştırıldığı ahlâksız kapitalist düzen, toplumları benzer bir tehlikeye doğru sürüklemeye başlamıştır. Tarih boyunca nice kavim ve toplumların ticaret ahlâkının bozulması nedeniyle uğradığı felaketler gibi, bugün de benzer bir tehlike ile karşılaşmış bulunuyoruz. İnsanlık bu gidişata dur demediği takdirde, toplumlar yalnızca ekonomik olarak sarsılmakla kalmayacak, ahlâkî ve sosyal bir çöküşle de yüzleşmek zorunda kalacaklardır.
 
Markette, pazarda, her türlü alışverişte sürekli karşılaştığımız bozuk ticaret ahlakı karşısında, toplum vicdanımızın sesini bu yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum. Her geçen gün daha farklı şekillerde şahit olduğumuz ticari ahlak yoksunluğunu, örnekler eşliğinde izah ederek kapsamlı bir değerlendirme yapmak istiyorum. Burada anlatılan bozuk davranışlar, bir genelleme olmayıp dürüst esnaf ve tacirlerimizi konudan bağımsız tenzih ederek, kapitalist ahlak/sistem eleştirisi sunmaya çalışacağım.  Ticari ahlâkın hızla zedelenmeye başladığı, toplumsal ahlak ve vicdanın geri plana itildiği ve menfaat hırsının her şeyin önüne geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Ne yazık ki, fırsatçılık, hilekârlık, sömürü ve adaletsizlik gibi davranışlar çağımızda yayılmış, toplumlar tarafından da yadırganması gerekirken normal görülerek kanıksanmıştır. Günümüzde aldatıcı reklamlar, düşük kaliteli ürünlerin yüksek fiyatlarla satılması, stok manipülasyonları ve tağşiş gibi ticaret ahlakı ile bağdaşmayan uygulamalar, özde kapitalizmi ve sömürü düzenini besleyen uygulamalardır. Bu haksız kazanç uygulamaları, maalesef giderek toplumumuzda yayılmakta ve böylece toplumun ahlaki çürümüşlüğü de böylece hızlanmaktadır. Haksız kazanç ve bozuk ticaret anlayışını belli başlıklar halinde zikrederek bu uygulamaları ticaretin çürüyen vicdanıyla beraber izah etmeye çalışalım: 
| | | Devamı... 1 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!