Şeyh Edebali'den Osman Bey'e

"- Ey Oğul!
Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana..."
"- Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..."
"- Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allah (c.c.) yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin."

"Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va'd edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz."
"Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir."
"Milletin kendi irfanı içinde yasasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır."
"En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir."
"Ülke, idare edenin, oğullan ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar.." (Bu nasihat Osmanlı'yı 600 sene yaşatmıştır.)
"İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir..."

"Akacak kan boş yere akmamalı. Ona yol ve yön lazım.. Zîra kan, toprak sulamak için akmaz. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur."

"Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli."

"Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat, bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz."

"Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az..."

Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekin zamanını bilen çitfçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da... Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin."

"Sevgi da'vanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez."

"Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman, geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın..."
ŞEYH EDEBALİ
| | Devamı... 0 yorum

Belirli ve Belirsiz Adaklar

Belirli ve Belirsiz, Mutlak ve Muallak Adaklar 
236- "Nezrim olsun, yarın oruç tutayım" gibi bir adak, muayyen (belirlenmiş) bir adaktır. "Nezrim olsun, bir gün oruç tutayım" denilmesi de gayrimuayyen (belirlenmemiş) bir nezirdir. Bunlar, aynı zamanda bir şarta bağlı olmayan mutlak (bağlantısız) nezirlerdir. "Falan kimse gelirse, Allah için nezrim olsun bir gün oruç tutayım, şu kadar sadaka vereyim" gibi, şarta bağlı nezirler de birer muallak (bağlantılı) nezirdir.
237- Mutlak olan (bir şarta bağlı olmayan) nezirleri yerine getirmek vacibdir. Belli gününde yerine getirilmeyen bir nezir, başka bir günde kaza edilir. Bugün fakire sadaka vermesini adadığı halde, bu sadakayı o gün vermezse, başka bir günde verilmekle yerine getirilir. Buna kaza denilir. 
238- Olması istenilen bir şarta bağlı nezir, o şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi vacib olur. Olması istenmeyen bir şarta bağlanmış bulunan bir nezre gelince, bunda adak yapan serbestir. Şart gerçekleşince, dilerse nezrini yerine getirir, dilerse yalnız yemin keffareti öder. Sahih olan budur. Örnek: "Şu nimete kavuşursam bir ay oruç tutayım" diye adak yapan kimse, o nimete kavuşunca bir ay oruç tutması vacib olur. Çünkü şart kılınan nimet, adak sahibi için istenen şeydir. Aksine olarak; bir kimse kendini yalan söylemekten engellemek için: "Eğer yalan söylersem, bir ay oruç tutmak nezrim olsun" diye nezrettiği halde yine yalan söylerse, serbestir. Dilerse bu adağını yerine getirir, bir ay oruç tutar. Dilerse yemin keffareti öder. Çünkü şart koştuğu yalan söyleme işi, kendisince istenen şey değildir. Bu nezir bir nevi yemin demektir.
 
239- Mutlak bir nezir, muayyen (belirli) olsa bile, zamana, mekâna, belli bir paraya, belli bir fakire bağlı kalmaz. Bu nezir, gerek oruçla, gerek namazla ve itikâfla olsun, gerek para ve diğer şeylerle olsun eşittir. Buna göre, bir kimse: "Cuma günü oruç tutayım" veya "Beytü'l-Makdis'de şu kadar namaz kılayım" veya "Bu parayı cuma günü falan beldede olan falan fakire vereyim" diye nezrettiği halde, buna aykırı olarak başka bir günde oruç tutsa, başka bir mescidde o kadar namaz kılsa, o miktarda başka bir parayı başka bir beldedeki başka bir fakire verse, adağını yerine getirmiş olur. 
240- Bir şarta bağlanmış olan bir nezir, o şartın bulunmasından önce yerine getirilemez. "Falan zat gelince üç gün oruç tutayım" diye nezreden kimse, daha o zat gelmeden üç gün oruç tutacak olsa, nezrini yerine getirmiş olmaz. 
241- Şarta bağlanarak yapılan bir nezir de, zamanla, mekânla, belli bir para ve belli bir fakirle kayıtlanmaz. Örnek: "Falan işim olursa cuma günü oruç tutayım, şu yerdeki falan fakire şu parayı vereyim" şeklinde nezir yapan kimse, o iş olduktan sonra herhangi bir günde o orucu tutabilir veya herhangi bir yerdeki başka bir fakire o paranın karşılığını verebilir. 
242- Bir vakte kadar izafe edilen bir oruç, o vaktin gelmesinden önce tutulursa, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a ,göre caiz olur. İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Receb ayında tutulması nezredilen bir orucun daha önce gelen Rebiulahirde tutulması gibi... 
243- "Bir sene oruç tutayım" diye mutlak şekilde yapılan bir nezirden dolayı, hilâllere göre tam bir sene oruç tutulması gerekir. Şöyle ki: Eğer arka arkaya devamlı tutulması söylenmemiş ise, bu oruç değişik günlerde tutulabilir. Eğer fasıla vermeden tutulursa, otuz beş günün kazası gerekir. Bunun otuz günü ramazana ve beş günü de bayramlara raslayan günlere karşılıktır. Böyle nezreden kadın ise, bu yıl içinde tutmayacağı adet günlerini de kaza etmesi gerekir. Fakat böyle bir yıl aralıksız oruç tutulması nezredilirse, Ramazan günlerini kaza etmek gerekmez. Çünkü böyle bir sene Ramazandan dışta kalamayacağı için, Ramazan günleri bu nezirden ayrı tutulmuş gibi olur. 
244- Bir kimse: "Falan ayda, (Receb ayında) oruç tutayım" diye nezrettiği halde, o ayda hasta olsa iftar eder. Sonra Ramazan orucunda olduğu gibi kaza eder. 
245- "Allah rızası için bir gün oruç tutayım" diye yapılan bir nezrin günü belli değildir. Nezreden dilediği gün, o borcu tutabilir. İki gün, üç gün... denildiği takdirde de hüküm böyledir. Bu günlerin oruçları fasılasız tutulabileceği gibi, parça parça olarak da tutulabilir. Ancak nezir esnasında fasılasız tutulmasına niyet edilmiş olursa, o zaman ara vermeden tutulması gerekir. Örnek: "Ara vermeden on gün oruç tutayım" diye nezretmiş bulunan bir kadın, beş gün oruç tuttuktan sonra âdet görmeye başlasa, tuttuğu oruçlar nezirden sayılmaz. Temizlendikten sonra yeniden on gün tutması gerekir. Fakat dağınık olarak ayrı ayrı günlerde oruç tutmayı adayan kimse, o kadar gün fasılasız oruç tutsa, adağını yerine getirmiş olur.
246- "Üzerime oruç vacib olsun" diyen kimseye, bir gün oruç tutmak gerekir. Mikdarına niyet etmeksizin "Birçok günler oruç tutayım" diye nezreden kimsenin de, İmam Azam'a göre on iki İmama göre yedi gün oruç tutması gerekir. 
247- "Nezrim olsun ki, yalan söylemeyeyim, nezrim olsun ki, falan yere girmeyeyim" gibi sözler, "Ahdim olsun" yerinde birer yemin sayılır. Buna göre, yalan konuşsa veya o yere gitse, yalnız yemin keffareti gerekir. "Üzerime nezrolsun" sözü de böyledir. Ancak bu sözlerle sadaka vermek, oruç tutmak, haccetmek gibi bir ibadet niyeti olursa, o zaman o ibadeti yerine getirmek gerekir. Yalnız: "Nezrim olsun" denilmesi de böyledir. Bu halde bakılır: Eğer bununla herhangi bir sayı olmaksızın oruca niyet edilmiş ise, üç gün oruç gerekir. Miktarsız sadakaya niyet edilmişse, on fakire birer fitre mikdarı vermek gerekir. 
248- Nezirde kasd ve kasıdsızlık (hüküm bakımından) eşittir. Buna göre "Allah için bir gün oruç tutayım" diyecek yerde yanılarak: "Bir ay oruç tutayım" denilse, bir ay oruç tutulması gerekir. Bu ayı belirlemek nezreden kimseye aittir. Nezrin arkasından hemen oruca başlanması şart değildir. 
249- "Allah rızası için şu gün (perşembe günü) oruç tutayım" diye yapılan bir nezir, en yakın olan perşembe gününe ait bulunmuş olur. Yalnız o gün tutulacak oruç ile bu nezir yerine getirilmiş olur. Her perşembe oruç tutulması gerekmez. Fakat buna niyet edilirse, her perşembe oruç gerekir. 
250- Nezredilen günlerden birinde iftar edilirse, kaza gerekir. Örnek: Belli günlerde oruç tutmaya nezreden kimse, o günlerin şiddetli sıcağından oruç tutmaya gücü yetmezse, iftar eder ve elverişli günlerde tutamadığı günleri kaza eder. 
251- Oruç tutmak üzere yaptığı adaktan dolayı üzerine kaza gereken kimse, bu kazayı geciktirip de kocasa (şeyh-i fani olsa) veya geçimini kazanmak için pek zor bir sanat ile meşgul bulunsa iftar eder, her gün için fidye verir. Fakirliğinden dolayı fidye vermeye gücü yetmezse, Yüce Allah'dan mağfiret diler. Çünkü Yüce Allah'ın mağfireti boldur, merhameti geniştir. 
252- Bir kimse: "Bir ay oruç tutayım, itikâfda bulunayım" şeklinde nezrettiği halde,henüz bir gün geçmeden vefat etse, kendisine bir ay oruç tutmak veya itikâfta bulunmak gerekir. Ayın belli olup olmaması eşittir. Bu halde her gün için bir fidye verilmesini vasiyet etmesi gerekir, vasiyet bulunmadığı takdirde varislerinin izinleri ile bu fidye terekesinden verilebilir. Fakat bir kimse hasta olduğu halde böyle bir nezirde bulunup da iyileşmeden vefat etse, kendisine bir şey gerekmez. Amma arada bir gün dahi olsun, iyileşmiş olsa, bir aylık fidye vasiyet etmesi gerekir. İmam Muhammed'e göre, yalnız sağlığa kavuştuğu günler mikdarı fidye vasiyet etmesi gerekir. 
253- "Yüce Allah'ın rızası için kurban keseyim" veya "Nezrim olsun kurban kesip etini fakirlere sadaka olarak vereyim" diye yapılan bir nezir geçerlidir. Fakat: "Şu hastalıktan iyi olursam, bir koyun keseyim" veya "Falan türbe için bir kurban keseyim" gibi nezirler, söz vermeler bir nezir hükmü taşımaz. Allah'ın rızasından başka bir kimse adına kurban kesilmesi caiz değildir. 
254- "Falan kimseye şu kadar para adadım, falan türbeye şu kadar mum adadım, falan zatın gelmesi için kuban keseceğim" gibi sözler caiz değildir. 
Hele bir ölü hakkında: "Ey mübarek zat! Sen benim şu işimi yoluna koyarsan, şu hastama şifa verirsen, şu kayıp malımı bana geri çevirtirsen, senin türbene şu kadar şey harcayayım" şeklindeki adaklar batıldır, haramdır. Belki: "Allah rızası için şu fakire şu kadar para vermek adağım olsun, Allahü Teâlâ hastama şifa verirse, şu kayıp malı bana geri döndürürse, Hak rızası için sadaka vereyim, kurban kesip etini sadaka vereyim, onlann mescidlerine hasır ve zeytinyağı alayım" şeklinde bir adak yapılabilir. 
255- Adak kurbanının etini nezreden kimse yiyemeyeceği gibi, zevcesi ile usul ve furuu (baba, babanın babası, evlad ve evladlarının çocukları) da yiyemezler. Bunu fakirlere sadak olarak dağıtmak gerekir. Eğer yiyecek olursa, yediklerinin kıymetini fakirlere vermek gerekir. 
256- Yapılan bir nezir veya yemin keffareti yerine getirilmezse, hakim tarafından yapılmasına adam zorlanamaz. Çünkü bunlar, sadece diyanetle ilgili olarak mükellefe yönelen birer borçtur. 
 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz, Ravza Yayınları
| | Devamı... 0 yorum

Adak (Nezir) Şartları ve Hükümleri



Kur'an-i Kerim'de Hz. Meryem ile ilgili olarak anlatilan kissada annesinin söyle dedigi ve adakta bulundugu ifade edilmektedir: "Hani Imran'in karisi söyle demisti: 'Rabbim' karnimda tasidigim çocugu sadece sana hizmet etmek üzere adadim. Bunu benden kabul buyur Allah'im sen her seyi çok iyi isiten ve çok iyi bilensin. " (Âl-i Imrân, 3/35). Ve yine Hz. Meryem'e söyle hitab edilmisti: "Insanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konusmama orucu adadim bugün kimseyle konusmayacagim" de." (Meryem, 19/26).

Nezrin Mahiyeti ve Nevileri
232- Nezir, Yüce Allah'a saygı için yasak olmayan bir işin yapılmasını üzerine alıp yüklenmektir. Böyle bir işin yapılmasını kendine vacib kılmaktır. Nezrin çoğulu "Nuzûr"dur. Necr edene de "Nâzir" denir. Nezrin Türkçesi adaktır.
233- Sadece Yüce Allah'ın rızası için ibadet sayılacak bazı şeyleri adamak geçerlidir ve sevaba bir yoldur. "Nezrim olsun, yarın Allah rızası için oruç tutayım veya fakire şu kadar para vereyim" denilmesi gibi. Fakat dünyalık sağlamak için yapılacak adak makbul değildir. 
"Falan işim yoluna girerse, üç gün oruç tutayım, fakire para vereyim" gibi. Böyle dünyaya ait bir maksad için yapılan bir ibadet ve taat, kutsal bir maksada değil, dünyaya ait bir isteğe ve amaca dayanmış olur. Bu ise, ibadet ve taatlarda aranılan ihlâsa aykırıdır. Böyle bir adak kaderi değiştiremez. Mukadder ne ise, yine o meydana gelir. Şu kadar var ki, bazan böyle bir adak için cimriden bir mal çıkmış olur. 
Adaklara riayet etmek gerekir. Çünkü adak yapan Yüce Allah ile sözleşme yapmış demektir. Onun için yapılan adağa vefa gösterilmesi, verilen sözün yerine getirilmesi gerekir. Yüce Allah, adaklarını yerine getirenleri Kur'ân-ı Kerîm'de övmüştür. 
234- Adaklar, zaman, yer, şahıs ve adanan şey bakımından belirli ve belirsiz nevilerine ayrıldıkları gibi, bir şarta bağlı olup olmamak bakımından da mutlak ve muallak nevilerine ayrılmıştır. Bunlar ileride görülecektir. 
 
Nezrin Şartları 
235- Bir nezrin din yönünden sahih ve geçerli, yerine getirilmesi gerekli olabilmesi için şu şartları vardır: 
1) Nezredilen şeyin cinsinden bir farz veya vacib bulunmalıdır. Buna göre: "Bir gün oruç tutayım" diye yapılan bir adak sahihdir. Fakat: "Falan hastayı ziyarette bulunayım" diye yapılacak bir adak sahih olmaz. Her halde bunu yerine getirmek gerekmez. Çünkü hasta ziyareti cinsinden bir farz veya vacib ibadet yoktur. 
2) Nezredilen şeyin cinsinden olan farz veya vacib bizzat kasdedilmiş olmalıdır, başka bir farz veya vacibe vesile olmamalıdır. Buna göre "İki rekât namaz kılayım" diye yapılan bir nezir sahihdir. Fakat: "Nezrim olsun abdest alayım" veya "Tilâvet secdesinde bulunayım" diye yapılacak bir adak geçerli değildir. Çünkü abdest ile tilâvet secdesi, bizzat kasdedilen ibadet değildir. Bizzat kasdedilen ibadetlere birer vesiledir. 
3) Nezredilen şey, insan üzerine hemen veya gelecekte yapılması farz veya vacib olan bir ibadet olmamalıdır. Onun için: "Nezrim olsun yarınki sabah namazını, vitir, namazını kılayım" şeklindeki adaklar sahih olmaz. 
4) Adanan şey aslında bir günah olmamalıdır. Onun için: "Şu işim olursa, kendimi Hak yolunda kurban edeyim, intihar edeyim" diye yapılan adak sahih olmaz. Fakat aslen meşru iken, başka bir sebebden dolayı yasaklanmış olan bir şeyle adak sahihdir. Örnek: Bir kimse Ramazan bayramının birinci gününde veya Kurban bayramının dört gününde oruç tutmayı nezretse bu sahih olur. Ancak o günlerde oruç tutulması yasaklandığından o günlerde iftar edip sonradan kaza yapar. Bununla beraber iftar yapmayıp o günleri oruç tutsa, adağını yerine getirmiş olur. "Allah için evlâdını kurban edeceğini" nezreden kimseye, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre bir şey gerekmez; çünkü bu, caiz olmayan bir adaktır. Fakat İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre, bu halde bir koyun kurban edilmesi gerekir. Çünkü İbrahim aleyhisselâm, böyle bir kurban kesmekle emrolunmuştur. 
5) Nezredilen şey aslında gerçekleşemez olmamalıdır. Buna göre bir kimse: "Geçen falan günde oruç tutayım" diye nezir yapsa, üzerine bir şey gerekmez. Yine: "Falan zatın geleceği gün oruç tutayım" diye adak yaptığı halde, o zat zeval vaktinden sonra gelse veya kendisinden oruca aykırı bir hal meydana çıktıktan sonra gelse, nezir adına bir şey gerekmez. Çünkü o günde oruç tutulması artık gerçekleşemez (muhal) olmuştur. Geceleyin geldiği takdirde de hüküm böyledir. Çünkü adak gündüz içindir. 
6) Adanan şey, adak yapanın mülkünden daha fazla veya başkasına ait bulunmamalıdır. Buna göre: "Hemen bin lira sadaka vermesini" adayan kimsenin yalnız yüz lirası bulunsa, ancak bu yüz lirayı sadaka vermesi gerekir. Veya başkasına ait bir koyunun kurban edilmesini adayan kimseye de, bu adağından dolayı bir şey gerekmez. 
Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz, Ravza Yayınları
| | Devamı... 0 yorum

Yemine Dair Meseleler

Yemine Dair Çeşitli Meseleler
198- Yemin birkaç tane olunca, keffaretler de ona göre olur. Yeminlerin yapıldığı yer değişmese de yine hüküm böyledir. Buna göre, bir kimse şöyle yapacağına veya yapmayacağına "Vallahi" diye yemin ettikten sonra başka başka yerlerde benzeri yeminler yapsa, yeminler birkaç tane olur. Bozduğu bu yeminlerin her birinden dolayı ayrı ayrı keffaret ödemesi gerekir. Fakat İmam Muhammed'e göre, yemin keffaretleri çoğalınca, bunlar bir keffaret ile ödenir. Tercin edilen görüş budur.
199- "Vallahi falan ve falan kimselerle konuşmayacağım" yahut "falan ve falan yerlere gitmeyeceğim" gibi sözler bir yemin sayılır. Onun için o iki kimseden yalnız birisiyle konuşulsa veya o iki yerden yalnız birine gidilse, yemin bozulmuş olmaz. "Vallahi yemek ve su tatmam" denilmesi de öyledir. Bunlardan birini tatmakla yemin bozulmuş olmaz. Ancak bunlardan herhangi birini tatmaya niyet etmişse, o zaman bunlardan birini tatmakla yemin bozulur.
200- Olumsuz bir ek ilâvesiyle: "Vallahi ne falan ve ne de falanla konuşurum" veya : "Vallahi ne yemek ve ne de su tadarım" denilse bu, iki yemin olmuş olur. Hangi biri ile konuşulsa veya herhangi biri tadılsa, yemin bozulmuş olur ve keffaret gerekir.
201- Yeminlerin hükmü, örf de kullanılan sözlere göredir. Yemin edenin maksad ve niyetine göre değildir. Onun için bir kimse, bir şahsa hiç bir şey vermemek maksadı ile: "Ben sana para vermeyeceğim," diye yemin etse, ona paradan başka bir şey vermekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü söz ve yemin para lâfzı ile yapılmıştır. Örfde (gelenekte) başka şeye para denmez. Yine bir kimse: "Evde oturup dışarıya çıkmam" diye yemin etse, o evin bacasından veya penceresinden çıkmakla yemininde hanis (yeminin bozmuş) olmaz."Şu odaya girmem" diye yemin edildiği halde, onun harabesine girildiği takdirde de hüküm böyledir. Çünkü harabe örfde oda sayılmaz.

| | | Devamı... 0 yorum

Yemin Çeşitleri ve Hükümleri


Yeminin Mahiyeti ve Yemin Sayılıp Sayılmayan Şeyler
187- Yemin, lûgatta kuvvet manasınadır. Din deyiminde, bir işi yapmak veya yapmamak için verilen karara kuvvet kazandırılsın diye Yüce Allah'a and vermektir. Yahut boşamak ve azad etmek gibi bir şeye bağlamak suretiyle yapılan bir bağlantıdır. Buna Türkçemizde "and" da denir.
Misal: Vallahi falan işi yaptım veya yapmadım, şeklinde yapılan yemin, şarta bağlı olmayan bir yemindir. Falan işi yaparsam veya yaptım ise, kölem azad olsun, demek de talik (şarta bağlı) bir yemindir.
188- Yemin edene "halif = and içen" denir. Yemini korumaya "berr" yemini koruyup sadık kalana da "barr" denir. Aksine olarak, yemini bozmaya veya gerçeğe aykırı yemin etmeye "hins" denildiği gibi, yemini bozan veya gerçeğe aykırı yemin eden kimseye de, "hanis" denir.
189- Kasem sureti ile olan yemin ya: "Vallahi, Billâhi, Tallahi" denilmekle Allah'ın zatına veya Allah'a yemin edilmesi âdet haline gelen "Rahman ve Rahim" gibi mübarek isimlerinden birine veya "Allah'ın izzeti ve kudreti" gibi sıfatlarından birine and içmekle olur. Allah'dan ve O'nun sıfatlarından başka olan şeylere, peygamberlere, Kabe'ye yemin edilemez. Yaratıklardan birinin başına ve hayatına yemin edilmesi de caiz değildir.
190- "Kasem ederim", "Yemin ederim", "Şehadet ederim", "Allahü Teâlâ ile ahd olsun", "Allahü Teâlâ ile misakım olsun", "Üzerime yemin olsun", "Üzerime ahd olsun" sözleri de birer yemin sayılır.
191- Bir kimseye hitaben: "Sen vallahi bugün şöyle yapacaksın" veya "Yapmayacaksın" şeklindeki sözler de birer yemindir. Bunun için o şahıs bu yemine aykırı olarak hareket ederse, bu sözü söyleyen kimse yemininde hanis olur. Eğer bu sözle o şahsa yemin verdirmek istemişse, o zaman ikisine de bir şey gerekmez.
| | | Devamı... 0 yorum

Kefaret Çeşitleri


Keffaretin Mahiyeti ve Nevileri
    167- Keffaret, lûgat deyiminde gidermek ve örtmek manasındadır. Allah, bazı kusurları ve günahları birtakım vesilelerle bağışlayıp örttüğünden bu vesilelerden her birine "Keffaret" denilmiştir. Bunun çoğulu "Keffarât"dır. Günahları affetmeğe de 'Tekfir-i Zünûb" denilir.
    168- Keffaretler, "Keffaret-i Savm = Oruç Keffareti". "Keffaret-i zihar= zevceyi haram kılma keffareti" Keffaret-i halk = ihramda tıraş olmanın keffareti". "Keffaret-i katil = hataen adam öldürme keffareti" ve "Yemin keffareti" diye başlıca beş kısımdır. Bu keffaretler, yasak olan şeylerden insanları alıkor ve engeller. Yapılan bir günaha, verilen bir ceza yerinde bulunur. Aynı zamanda bir ibadet manasında bulunduğundan günahların bağışlanmasına bir vesile olur. Bunları sırasıyla açıklıyoruz:
    Oruç Keffareti
    169- Oruç keffareti, Ramazanda bir özür bulunmaksızın belli şartlar içinde orucunu bozan bir mükellefin, müslüman veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad etmesidir. Buna gücü yetmiyorsa, arka arkaya kesinti yapmaksızın iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmezse altmış fakire (sabah akşam) yemek yedirir. 
    Oruç keffareti böyle yemek yedirmekle olabileceği gibi, yiyeceği aynen verip temlik etmekle de olur. (Oruç keffaretinde böyle sırayı gözetmek hem Hanefîlerce, hem de Şafiîlerce gereklidir. Malikîlerde sıra gözetmek yoktur, insan dilerse köle azad ederek, dilerse oruç tutarak ve dilerse yemek yedirerek bunu yapar.)
    170- Yemek, aç olan büluğa ermiş veya yaklaşmış altmış fakiri sabah akşam doyuracak kadar yedirmektir. Bu yedirilecek yemek yalnız buğday ekmeği de olabilir, buğday ekmeği yanında katık mecburiyeti yoktur. Fakat katıksız arpa ekmeği yeterli değildir.
    171- Eğer yüz yirmi fakire yalnız bir vakit yemek yedirilse, bu ancak altmış fakire yedirilmiş sayılır. Bunlardan altmış fakire tekrar sabah veya akşam yemek yedirmek gerekir. Böyle altmış fakire bir defa yemek yedirildikten sonra dağılıp gitseler, ya gelip hazır olmalarını beklemeli, ya da tekrar altmış fakiri sabah-akşam doyurmalıdır.
    172- Oruç keffaretinin eşya verilip temlik yolu ile yapılmasına gelince, altmış fakirden her birine beş yüz yirmi dirhem (yarım sa') buğday veya bin kırk dirhem (bir sa') arpa veya hurma veya kuru üzüm verilir. Bu, tam bir fitre sadakası mikdarıdır. Bunların kıymetini vermek de caizdir.
    173- Oruç keffaretinde bir fakire altmış gün sabah-akşam yahut yüz yirmi sabah veya yüz yirmi akşam yemek yedirmek de yeterlidir. Yine, bir fakire iki ayda her gün ya aynen veya kıymet olarak birerden altmış fitre sadakası verilmesi de yeterlidir. Fakat bir fakire bir günde topluca verilecek altmış fitre mikdarı, yalnız bir günlük fitre yerine geçer. Onun için her gün bir fakire bir fitre mikdarı verilir. Bu keffaretlerde uygulanır.
    174- Oruç keffaretinin iyi hal sahibi olan fakirlere verilmesi daha faziletlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, bu keffaret bedeli gayr-i müslim fakirlere verilemez. Fetva da buna göredir.
 
    175- Oruç keffareti, oruç tutmak suretiyle olunca, bunda kesintisiz arka arkaya tutmak şarttır. Onun için oruca başlayan kimse, ara vermeden iki ay oruç tutar. Eğer daha iki ay dolmadan herhangi bir sebeble orucunu bozarsa, yeniden iki ay oruç tutmaya başlar. Bundan kadınların lohusa halleri değil de, adet halleri müstesnadır. Geçirecekleri adet günleri kesinti sayılmaz. Çünkü bu halden kurtulmak kadınlar için mümkün olmayacak derecede zordur. Ramazan orucunun veya muayyen bayram günlerinin araya girmesi de, keffaretin arka arkaya olmasına engeldir.
    176- Keffaret hususunda, keffaret ödeyecek kimsenin ödeme zamanındaki haline bakılır. Buna göre, bir keffaret ödeyicisi, keffaretin gerektiği zamanda zengin iken, bunu ödeyeceği zaman fakir düşmüşse, keffaretini oruç tutmakla yerine getirir. Fakat daha orucunu bitirmeden tekrar zenginleşip köle azad etmeye güç kazansa, köle azad etmek suretiyle keffareti yerine getirmesi gerekir.
    177- Keffaret orucuna, kamerî aylardan birinin başlangıcında başlanırsa. ayın ilk günü esas alınır. Böylece tam iki ayın geçmesiyle oruç keffareti tamamlanmış olur. Fakat ayın başında oruca başlanmazsa, birinci ay üçüncü aydan tamamlanarak otuz gün hesab edilir, ikinci ay ise, ayın başı alınarak oruca devam edilir. Bu, iki İmama göredir. İmamı Azam'a göre, bu takdirde tam altmış gün oruç tutmak gerekir, ay başına bakılmaz.
    178- Bir kimse bir ramazan içinde veya birkaç ramazanda özürsüz olarak birkaç defa kasden orucunu bozmuş olsa, bunlardan dolayı yalnız bir keffaret öder. Sahih olan görüş budur. Çünkü ceza yönü, keffarete üstün gelmektedir. Sebebleri bir olan cezalarda bir ceza yeterlidir. Bu bir ceza hepsine yeter. Fakat keffaret yapıldıktan sonra tekrar orucunu aynı şekilde kasden bozacak olursa, bundan dolayı ayrıca bir keffaret gerekir. Birinci keffaret ile tam bir ders alınamadığı anlaşılmış olur.
     Zihar Keffareti
    179- Bir kimse karısının tamamını veya onun yarısı gibi bir payını veya tümüne delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan anne ve kız kardeş gibi bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzetirse, bu zihar olur. Karısına şöyle demesi gibi: "Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin, senin boynun annemin arkası gibidir." Bu şekilde söz söyleyen mükellef bir müslüman üzerine keffaret gerekir ki, bu keffareti yerine getirmeden karısı ile ilişki kurması helâl olmaz. Böyle söylemekle yalan konuşmuş ve helâl olan bir şeyi haram göstermiş olur.
    Zihar keffareti aynen oruç keffareti gibidir. Bu konuda "Hukuki İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiye" adlı eserde ayrıntılı açıklama vardır. (Hukuki İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiye-Ömer Nasuhi Bilmen)
    Traş Olma Keffareti
    180- Traş keffareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını vaktinden önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hac bölümüne bakılsın.
     Adam Öldürme (Katil) Keffareti
    181- Adam öldürme keffareti, bir müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren bir müslümana gereken keffarettir. Gücü varsa bir mü'min köle veya cariye azad eder. Buna gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar. Ava atılan bir kurşun ile bir şahsın öldürülmesi, hata yolu ile adam öldürme kısmındandır.
    Yemin Keffareti
    182- Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir müslümana gereken bir keffarettir. Eğer gücü yetiyorsa, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad etmekten veya on fakiri akşam-sabah doyurmaktan ibarettir. Yahut on fakire birer parça orta halli birer elbise giydirmektir. Bu üç şeye gücü yetmeyen üç gün arka arkaya oruç tutar. Bu oruç arasına, hayız sebebiyle dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden tutulması gerekir.
(Şafiîlere göre, bu oruçta tevali (arka arkaya oruç tutmak) şart değildir.)
    183- Yemin keffareti için on fakire fitre mikdarı bir şey verilmesi de yeterli olur. Bir fakire on gün birer fitre verilmesi veya on gün sabah-akşam yemek yedirilmesi de yetişir. Çünkü bir fakir değişik günlerde başka başka fakir yerindedir. Bir vakit yemek verip bir vakit yemeğin bedelini vermek de caizdir.
    184- Yemin keffareti için bir fakire on gün birer elbise verilmesi de caizdir. Fakat on elbise bir fakire bir günde verilse, yalnız bir elbise verilmiş gibi olur. Yine bu keffaret için on fitre mikdarı bir fakire bir günde verilse, bir fitre verilmiş sayılır. Keffaret için her fakire verilecek elbise, hiç olmazsa onun bedeninin tamamını veya çok kısmını örtecek bir halde bulunmalıdır. Boylu bir entari gibi. Onun için yalnız kısa bir gömlek veya yalnız bir don verilse yeterli olmaz. Çünkü bunlardan yalnız birini giyinen kimse örf bakımından çıplak sayılır. Doğru olan görüş budur. Bu elbisenin iki-üç parçadan ibaret olması ise, daha iyidir. Bununla beraber bir elbise kısa da olsa, yemek yerine bir bedel olarak da verilebilir.
    185- Bir kimse yeminini bozmadan keffarette bulunamaz. Çünkü keffaret bir tevbe demektir. Tevbe ise, günahdan sonra yapılır. Bir de keffaret, yeminde sadık olma yerine geçer. Asıl üzerinde durmak mümkün oldukça onun yerini tutacak olana gidilmez.
    186- Mal ile yapılan keffaretler, ölülerin kefenlerine, borçlarına veya mescidlerin inşasına harcanamaz. Çünkü keffaret bedellerinin fakirlere yedirilmesi veya onlara temlik edilmesi (mülkiyetlerine geçirilmesi) şarttır. Bu harcamalarda ise yemek yedirme ve mülkiyete geçirme bulunmaz.
 Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sad. Ali Fikri Yavuz,Ravza Yayınları

Sultan Fatih ve Fetih

Yüce Rasülümüzün müjdesi olarak gerçekleşmiş, İstanbul'un Fethi'nin yıldönümünü her yıl aşk ve heyecanla yaşıyoruz. Bu büyük olayı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, Hicreti, Peygamber Efendimiziin konu ile ilgili müjdesini ve İslam Tarihi'ni çok iyi bilmek gereklidir.Güzel İstanbul'umuz Fetihten önce 22 kere kuşatılmış, bu kuşatmanın 11'i Müslümanlar, 11'i ise, diğer kavimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu büyük müjdeden 1453'e nasıl gelinmiştir? Önce bunu değerlendirmeye çalışalım:

İstanbul'un fethi, tarih yolu üstüne kabus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, yalnız Müslümanlar'a ve Türkler'e değil, bütün insanlığa yeniden açılmasıdır. İstanbul'un fethi büyük bir tarihî devrimdir.

"Cümle ehli âlemin mamûresin arzetseler Ehli fakrin hissesine mülki istigna düşer." - Avni
("Bütün el âlemin iler tutar nesi var ortaya konsa Mülksüzlerin payına düşen mülk: Kâinata metelik vermemektir." - Fatih Sultan Mehmet)

"İstanbul'un fethini sadece bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl önceki kafa ile düşünmek olur.İstanbul'un fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir. Din, eski savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak, savaşın nedeni değil, döğüşen ülkelerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dini gerekçeler kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih kavgalarını güden derin maddi kanunların yüzeydeki sembolik ifadelerinden ibarettir.Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul'un fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler. 

Mekke'den Medine'ye Hicret'i sırasında, tüm Medineli Müslümanlar Yüce Rasülümüze kucak açmışlar, bir yandan "Ay doğdu üzerimize Veda Tepesi'nden..." diye ilahiler okurken, bir yandan da, herbiri kendi evlerinde misafir etmek istemişlerdi. Peygamber Efendimiz de hiç kimseyi kırmamak için "devesinin çöktüğü yerde" misafir olmak istediğini belirtmişti. Devesi "Ebu Eyyub el-Ensarî" (Halid bin Zeyd) isimli fakir bir sahabenin evinin önünde çökmüş ve bu büyük sahabe, Efendimizi 7 ay evinde misafir etme şerefini elde etmişti.
Başta Ebu Eyyub el-Ensarî olmak üzere, Müslüman toplumlar Peygamber Efendimiz'in şu müjdesi ile heyecanlanmışlar ve bu müjdenin muhatabı olmak için harekete geç-mişlerdi: "İstanbul mutlak fethedilecektir. O'nu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir." Sahabe ve Müslümanların içine, şehirler dilberi "İstanbul sevdası" düşmesinin asıl sebebi işte bu müjdedir.İlk sefer, Hazreti Osman zamanında yapıldı. Hz. Osman, bir komutanı başkanlığında bir donanmayı Bizans'a gönderdi. Bu sefer ile, hem Bizans donanmasına büyük kayıplar verdirdi, hem de bu sefer İstanbul deniz yollarının Müslümanlara açılmasını sağladı.

İkinci sefer, 668'de Emevi Halifesi Muaviye zamanında gerçekleşti. Bu seferde, Peygamber Efendimiz'i misafir etme şerefini elde etmiş Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bulunuyordu. 96 yaşına rağmen Medine'den İstanbul üzerine sefere çıkmakta kararlıydı. Evlatları, torunları, hatta evlatlarının torunları bile vardı. Her biri: "Babacığım, dedeciğim! Sen gitme! Senin yerine biz sefere çıkalım." demelerine rağmen, O şunları söylüyordu:
- "Hayır! Ben Kur'an-ı Kerim'i okudum. Oradaki cihat ayetlerini ve Fetih Süresi'ni müteala ettim. Peygamber Efendimizin İstanbul hakkındaki müjdesine şahit oldum. Bu sefere mutlaka çıkacağım."
Emevîler, Abbasîler, Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi ve II. Murad'ın yaptığı seferler sonuçsuz kalmış ve sıra 22. ve son kuşatmaya gelmişti. Murat oğlu II. Mehmed'e...1451'de babasının ölümü üzerine Padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul'un Fethi'niprogramına alıyordu. Çünkü baştan beri Fetih ruhu ile yoğrulmuştu. Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplin içinde eğitiyordu.
Bizans'ın geçit vermez surlarını yıkabilecek, 1,5 kilometre uzağa fırlatılabilen 2 ton ağırlığında toplar döktürdü. Ayrıca "Havan topu"nu icad etti.
Bu sırada Bizans'ın durumu hiç de iç açıcı değildi. Halk ahlakî ve ekonomik çöküntüden bıkmış, Konstatin'in zulmünden yılmıştı. O kadar ki halk "Hristiyan külahı görmektense, Müslüman sarığı görmek daha iyidir." diyecek duruma gelmişti. Çünkü o dönemde Osmanlı "Adil bir dünya düzeni" kurmayı başarmış, dünyanın hayranlığını kazanmıştı.İstanbul'u fethetmekte kararlı olan II. Mehmet tarihin ilk ağır toplarını döktürdü.Karadan ve denizden kuşatılması gereken bu şehir için her türlü tedbiri aldı. "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni." diyordu. Ölümü göze alacak kadar kararlı alan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.Fatih, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri gemiden yürüttü.Hocası Akşemsettin Hazretlerinin izni ve duası ile kuşatmayı başlattı. 53 gün durmadan surlar doğuldu. Geçit vermez surlar delik-deşik oluyordu. Bütün tedbirlere rağmen İstanbul düşmüyordu. Son gece Fatih hocasının yanına geliyor:
- "Hocam, ne olur, artık himmet buyurun da İstanbul'u fethedelim." diye ağlıyordu.Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında "Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı "Talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. Gerçekten bu son hücuma surlar dayanmıyor, İstanbul Osmanlıya teslim oluyordu. Surlara Tevhid Bayrağı'nı dikme şerefi ise ulubatlı Hasan'ın... Genç ulubatlı, bir ok yağmuruna maruz kalmasına rağmen, azim ve kararlılığından hiç bir şey kaybetmiyor, bayrağı burçlara diktikten sonra şehitlik rütbesine yükseliyordu.

Ulubatlı bir sembol şahsiyetti. Fatih'in ordusunda, Ulubatlı Hasan misali Peygamber müjdesine ulaşmanın aşk ve iştiyakiyle yanıp tutuşan, Anadolu'nun binlerce bağrı yanık delikanlısı bulunuyordu. Her biri genç neslin ideal örneği olması gereken yiğitler...Fatih, önde hocası Akşemsettin Hazretleri olduğu halde, çoşkulu bir törenle İstanbul'a giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak tebrik ediyorlardı. Başka bir ülkenin tarihinde böyle göz yaşartıcı bir sahneye şahit olabilmek mümkün mü? Çünkü Bizanslılar, Osmanlı'nın zulmetmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu. Fatih, Bizanslıları dinlerinde serbest bıraktı ve mabedlerine dokunmadı."
Hikmet Kıvılcımlı
https://www.scribd.com/document/66304482/Fetih-Medeniyet

Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler.Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar.Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu.Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın.” diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu.İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan SultanMehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhib olmuştu.

Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları görenBizanslılar su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtanBizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn İstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.
Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek,İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.

Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder.İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki CenevizlilerTürklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi.

Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler.İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu.
| | | Devamı... 0 yorum

Mescid-i-Aksa, Mehmet Akif İnan

Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Gözlerim yollarda bekler dururum
Nerde kardeşlerim diyordu bir ses
İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin
Unuttu mu bunu acaba herkes

Burak dolanırdı yörelerimde
Mi’raca yol veren hız üssü idim
Bellidir kutsallığım şehir ismimden
Her yana nur saçan bir kürsü idim
Hani o günler ki binlerce mü’min
Tek yürek halinde bana koşardı
Hemşehrim nebi’ler yüzü hürmetine
Cevaba erişen dualar vardı
Şimdi kimsecikler varmaz yanıma
Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım
Rüzgarlar silemez gözyaşlarımı
Çöllerde kayıp bir yetim vâhayım
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Götür müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu
Mehmet Akif İnan
| | | Devamı... 0 yorum

Anılar Defterinde Gül Yaprağı

Gibi Unutuldum Kurudum
Başıma Düştü Sevda Ağı
Bir Başıma Tenhalarda Kahroldum.
Sen Kim bilir Rüzgarlı Eteklerinle Kim bilir
Hangi İklimdesin

Ben Sensiz Bu Sessizlikle
Deliler Gibiyim
Sensiz Bu Sessizlikle.

Ayrılıkla Başım Belada
Gözlerini Çevir Gözlerime

Yoksa Ben
Sensiz Bu Sessizlikle
Deli Gibiyim
Sensiz Bu Sensizlikle.

Cahit Zarifoğlu 

| | | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!