Toplum İçinde Yaşamak

Ebû  Muse'l-Eş'arî'den  nakledildiğine  göre  Allah  Rasulü  (s.a.s.)  şöyle buyurdular: “Sizden biriniz bir mescide veya bir çarşıya ya da bir meclise elinde  oklarla  uğradığında,  onların  ucunu  tutsun."  Ebu  Musâ  dedi  ki:  " Allah'a yemin olsun ki, bu okları birbirimizin yüzlerine doğrultmadan bu dünyadan ayrılmadık." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/400)

 
Hadis-i Şerif, insanların toplum içinde birbirlerine zarar vermeden yaşamalarını hedefleyen Allah Rasûlü'nün,  bazılarımız için belki ayrıntı sayılabilecek bir  konudaki  uyarısını  içermektedir.  Hz.  Peygamber'in  yaşadığı dönemde  insanlar  savunma  amacıyla  veya  özel  bir  sebeple  çoğu  kez silahlarını  yanlarında  bulundurmakta,  çarşı  ve  mescid  gibi  insanların yoğun oldukları yerlere de bu şekilde çıkmaktaydılar. Günün şartlarına göre, kılıç, ok veya hançer gibi yanda taşınan bu silahların, açık olması veya uçlarının dışarıda bulunması halinde, sokakta  yürürken, mescidde namaz kılarken veya bir mecliste otururken yakındaki kişilere dokunarak zarar  vermesi  muhtemeldi.  Allah  Rasûlü,  belki  yaşanan  bazı  olaylar üzerine veya bir ön tedbir olarak bu uyarıyı yapmıştı. Yine bu endişeden hareketle o, "kılıcın, kınından çıkarılmış olduğu halde alınıp verilmesini yasaklamıştı".(Ebu  Davud,  Cihad,  67)  Onun,  "ana-baba  bir  kardeşi  bile olsa,  bir  din  kardeşine  demirle  işaret  eden  kimseye meleklerin  lânet edeceğini"  bildirmesi  de  (Müslim,  Birr,  35)  aynı  duyarlılığın  bir sonucuydu.  Buhari'de  yer  alan  bir  rivayette  bu  anlatım  daha  da netleşmekte  ve  "  hiç  kimse  kardeşine  silahla  işaret etmesin.  Çünkü  o bilmez ki, belki şeytan elini çekiverir de (kardeşini istemeden  vurabilir) ve böylece bir Cehennem çukuruna yuvarlanmış olur,"buyrulmaktadır. (Buhari,  Fiten,  7)  Muhtemelen,  bizdeki  "şeytan  doldurur"  sözünün kaynağı olan bu hadisle aynı bölümde yer alan, "bize silah çeken bizden değildir"  (Buhari,  Fiten,  7)  hadisi  bu  konuda  son  noktayı  koymakta  ve hiçbir  müminin,  bu  sıfatıyla  din  kardeşine  silah  çekemeyeceğini  ifade etmektedir.
Görüldüğü  üzere  sevgili  Peygamberimiz  bu  mesajlarıyla  14  asır öncesinden  sanki  bizlere  hitap  etmektedir.  Kaza  kurşunuyla  en yakınlarını  öldüren,  sevincini  ifade  için  kalabalıkta  veya  meskûn mahalde silahını ateşlemeyi marifet sayan, en mutlu günlerini kutlamak için  silahtan  başka  bir  şey  aklına  gelmeyen  insanların  doğurdukları tehlike  ve  yol  açtıkları  olumsuz  sonuçlar  bu  uyarıların  önemini  bir  kez daha  ortaya  koymaktadır.  Şaka  veya  korkutma  kastıyla  birisine  silah doğrultmanın,  ihmal  veya  dikkatsizlik  sonucu  tehlikeli  biçimde  silah taşımanın  sebep  olabileceği  kazalar  bile  büyük  acılara  ve  telafisi mümkün olmayan zararlara yol açarken, herhangi bir bahaneyle ortalığa yüzlerce  kurşun  sıkmanın  nelere  mal  olduğunu  hemen  her  gün yaşayarak  görüyoruz.  Çoğu  zaman  faili  bulunamadığı  için  "maganda kurşunu"  deyip  geçtiğimiz  ve  belki  de  kendileri  bile  hangi  cana kıydıklarının  farkında  olmayan  bu  sorumsuz  insanlar,  bugün  aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşsalar da, yarın  ilahî adaletten yakalarını asla kurtaramayacaklardır.
Yol üzerinde insanlara zarar verecek şeylerin kaldırılmasını bile imandan bir  şube  sayan  (Müslim,  İman,  14)  Allah  Rasulü'nün, başkalarına  zarar verip  vermemeyi  imanla  ilişkilendirmesi  son  derece  anlamlıdır.  Çünkü onun  tarifine  göre,  "müslüman,  başkalarının  elinden ve  dilinden  salim olduğu; mümin ise, insanların, canları ve malları konusunda kendisinden emin  olduğu  kimsedir".(Tirmizî,  İman,  12)  Onun  için,  mümin, başkalarına  zarar  vermek  bir  yana,  zarar  verme  potansiyeli  taşıyan  her hareketten  de  titizlikle  kaçınmak  zorundadır.  Toplum  içinde  yaşayan insanlar,  kendilerinden  önce  başkalarını  hesab  etme alışkanlığını kazanırlarsa  daha  rahat  bir  hayat  sürmenin  yolunu  da  bulmuş  olurlar. Çünkü,  önce  başkalarıyla  ilgili  hesabı  yapıp  onlara bir  zararlarının dokunmayacağını anladıklarında, kendi alanlarının sınırlarını daha kolay belirleyecek  ve  işlerini  gönül  huzuru  içinde  yapacaklardır.  Her  şeyin merkezine kendi çıkarlarını koyan insanlar etraflarına fazla bakmadıkları için,  bu  çıkarları  elde  ederlerken  kimlere  zarar  verdiklerini  ancak şikayetler  çoğalınca  anlarlar.  Bu  aşamadan  itibaren çatışmalar  ve düşmanlıklar başlayacağı için çoğu zaman iş işten geçmiş olur.
İslâm Dini,  her  şeyin  merkezine  kendisini  koyan  bencil  insan  yerine, başkalarını  da  hesaba  katarak,  onlarla  barış  ve  huzur  içinde  yaşayacak insan  modelini  hedeflemiş,  Allah  Rasûlü  de  söz  ve  tatbikâtıyla  bunun nasıl başarılacağını göstermiştir. Rivayetin son kısmında yer alan Ebû Muse'l-Eş'arî'ye ait söz acı bir itirafı dile getirmektedir. Hicretin 42. yılında ölen Ebû Musâ, Hz. Peygamber'in vefatından  sonra  ortaya  çıkan  siyasî  ve  sosyal  çalkantılara,  Cemel  ve Sıffîn  gibi  iç  savaşlara  yakınen  şahit  olmuş  ve  bunların  Müslüman toplum  üzerindeki  tahribatını  bizzat  görmüş  bir  sahabidir. Müslümanların,  birbirlerine  zarar  vermemek  için  oklarını,  kılıçlarını korumaya  almaları  konusunda  Hz.  Peygamber'in  hassasiyetini  yansıtan bu hadisi nakleden Ebû Mûsa, daha 30 yıl geçmeden, o okları ve kılıçları birbirlerine  karşı  kullanır  hale  gelen  Peygamber  ümmetinin  düştüğü durumu hayıflanarak anlatmaktadır. Hicretin 74. yılında vefat eden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah  b.  Ömer de, kendisine, ihramlıyken sivrisineğin öldürülmesinin  hükmünü  soran  Iraklı  bir  adama,  "şuna  bakın, Nebi(s.a.s.)in torununu öldüren adamlar bana sivrisineğin öldürülmesini soruyor" diyerek, o acı günleri aynı hayıflanma duygusuyla yâd etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/152; Buhari, Edeb, 18)
Sonuç olarak, toplum içinde yaşamak, mutlaka sorumluluk, yerine göre fedakârlık  gerektirir.  Fedakârlık  bir  yana,  sadece  sorumluluklarımızın farkında  olmak  bile  toplum  olarak  huzurlu  bir  hayat sürmemiz  için yeterli olacaktır.
İ. Hakkı Ünal,  40 Hadis 40 Yorum, DİB. Yay., Ankara 2011, ss. 118-122.

İnsan Hayatı Üzerine

"İnsanın  hayatı,  tat  ile  acının  güzergâhıdır.  İnsan  ruhu;  acıdan  gocunur, tattan  hoşlanır.  Şimdiki  zamandan  geleceğe,  insan  faaliyetlerini düzenleyen şey, korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. İnsan  hayatı  iç  ve  dışın  karşılıklı  ilişki  içinde  olmasıdır.  İster  istemez herkes, hayatındaki ümit ve korku sebebinin yalnız kendisi olmadığını az çok  sezer.  Bu  da  kendi  kendisine  bırakılan  insanın  bir  hiç  olduğunu anlatır.  Fakat  ne  olursa  olsun  hiçbir  kişi  kendi  kendine  bu  aczin sahasından  çıkamaz.  Aklı  olanlar  da  ümit  ile  korkunun  bu  çekicilik  ve iticiliğinden ayrılamazlar.
İnsan ruhunda ne ümidin sonu vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit sebepleri  sınırlı  olmadığı  gibi,  korkunun  sebepleri de  sınırlı  değildir. İnsan ruhu, zaman zaman belli ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca  üzülürken  bir  taraftan  da  bütünüyle  belli  olmayan,  uçsuz, bucaksız  ümitlerin,  korkuların  mutlak  etkisi  altında  bulunur.  Burada bütün  ümitlerle  bütün  korkuların  karşı  karşıya  yer  alarak  bir  noktada buluştuklarını görür ki bu da gerçeğin ta kendisidir. O zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu ilgi bir taraftan bütün sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan bir korku ve ümit heyecanı ile ortaya çıkar. İşte insan  ruhunun  böyle  bütünüyle  etkilendiği  kayıtsız  bir  korku  ve  ümit sebebine  karşı  duyduğu  bu  ilgi  yaratılışta  insan  fıtratında  var  olan, kendisine  ibadet  edilen  ve  ibadet  düşüncesinin  başlangıç  noktasıdır  ki, bütün  vazife  duygusu  bunda  toplanır.  Her  şahsın  ahlâkî  cibilliyeti, geleceği,  mutluluğu,  mutsuzluğu  bundaki  ciddilik  ile  her  bakımdan birbirine denktir. İnsan bu duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur. 
 
Bazen cahillik ve bazen terbiye ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir  korku  tarafından  yenilgiye  uğramış  olarak  kalırlar.  Ona  belirli  bir zaman  içinde  bütün  varlığıyla  öyle  bağlanır  ve  öyle güçsüz  olur  ki,  o lezzeti  feda  etmeye  veya  o  acıya  göğüs  germeye  kendisince  imkân olmadığını  düşünür.  Artık  o,  bu  ümidin  sebebini  öyle  sevmiş  veya  o korkunun  sebebinden  öyle  yılmıştır  ki,  bunlar  ona  bütün  sevgilerin gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini,  diğeri  yokluğun  ta  kendisini  temsil  eyler.  O  zavallı  vicdanın sınırlı  ve  sonlu  yaratılmış  bir  sebebe  böyle  bütünüyle  bağlanıvermesi onun  huzurunda  öyle  alçalmalara,  öyle  tapınmalara  sürükler  ki,  bütün şuur  o  küçülmeye  boğulur.  O  andan  ilerisini  görebilecek  akıldan  iz kalmaz. İnsanlara gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün  belaları  meydana  çıkaran  şirkin  esas  kaynağı  budur.  Allah'a  şirk koşanların canlı, cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu  duygu  ile  ortaya  çıkmıştır.  İnsan  hayatında  hâlâ böyle  vicdanlar, zannedildiğinden  daha  çoktur.  Hatta  kendilerini,  mabud  ve  ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar  bile her an böyle mabud değiştirir  dururlar.  Bütün  hayatlarını  mutlak  şüphe içinde  geçirirler  ve kendileri  öldükten  sonra  geride  kalacakları,  bir  an bile  düşünmezler. Fakat  şurası  bir  gerçek  olup  kesin  olarak  bilinmesi gerekir  ki,  bütün varlığını geçici şeylere bağlayan  her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici cazibe bir gün olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden önce yıkılıp gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının  sözünü  ve  güvencesini  verebilir?  Ayağının  altındaki yer,  başının  üstündeki  güneş  bile  sana  bu  güvenceyi veremez.  O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve ayakta) olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka  verebilecek  hiçbir  şey  yoktur.  Gerçekten  ibadet  onun  hakkıdır. Ancak  ona  ibadet  edenlerdir  ki,  diğer  ümitlere,  korkulara  kendini tamamen  kaptırmaz,  vazifesi  yolunda  şaşırmaz  ve  onlardan  herkes faydalanır.
Hz. Peygamber (s)'in vefatı üzerine bütün ashâb-ı kiram çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. Hz. Ömer bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her  kim  öyle  derse  vururum."  demeye  kadar  varmıştı. Fakat  Hz.  Ebû Bekir  "Muhammed,  sadece  bir  peygamberdir.  Ondan  önce  de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri  küfre  mi  döneceksiniz?  Kim  geri  dönerse,  Allah'a  hiçbir  ziyan veremez.  Allah,  şükredenleri  mükâfatlandıracaktır." (Âl-i  İmran,  3/144) âyetini  okuyup;  "Ey  müminler!  Eğer  Muhammed'e  ibadet  ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız O ölmez diridir" meâlindeki nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman, gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her zaman geçerli olan bir kanundur.
Gönüller  ölümlü  şeylere  bağlandığı  zaman,  çok  vakit ümidin  başlangıç noktası ile korkunun başlangıç noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız  bir  tarafta  güzel  sevgi  mabudları,  bir  tarafta  da  kahraman korku mabudları dizilmiştir. İkisinin arasında kalan zavallı kalb, ikisine de  kendini  sevdirip  korkusunu  gidermek,  ümidine  ermek  için  ne heyecanlarla  kıvranır,  akıl  almaz  saçmalıklar,  küçülmeler  ve  saygı göstermeler meydana koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine göre bu  bir  ibadet  olur.  Fakat  ne  fayda  ki,  ona  göre  ümidi  veren  başka, korkuyu  veren  başkadır.  Bunları  birleştiren,  her  şeye  hükmeden  bir başlangıç noktası da yoktur. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa gider ve  saçma  olur.  O  gönül,  birbirine  zıt  olan  bu  iki  kuvvetin  sürekli kavgasından  doğan  bunalımın  savaş  meydanıdır.  Artık bir  sükûnet  ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur.
Ümit  ve  korku  bir  başlangıç  noktasından  gelen,  yine onda  birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli olarak duyulmalıdır ki, birinin yerine diğerini  yerleştirmek  imkânı  doğsun  da  kalb  bir  sükûnet  duyabilsin  ve hayatında  onunla  yürüsün.  Susuzluğumdaki  içimin  yanması  ve  suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su kaynağının biri olumlu, biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her susadığım zaman suya koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun, diğeri ateşin etkileri ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da yoksa ateşten suya, sudan ateşe  koşmak  sonsuz  yorgunluktan  başka  hiçbir  sonuç vermez.  Bundan dolayı  ümit  ile  korkunun  bir  kaynakta  birleştirilmesi  bu  itibarla  da gereklidir.  Bir  tek  Rabb,  ayrı  ayrı  rabblerden  hayırlıdır.  Benimle  kalan hissimi,  hissimle  dışımdaki  şeyleri  birbirine  bağlayan  ve  düzene  koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet, O'nun kanununa itaat etmeliyim.
Kısacası beşerin fıtratında ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun bir araya gelmesinden ve tokuşmasından çıkan korku ve  ümit  şimşeği  içinde  sevgi  neşesi  ile  ümid  zevkinin  galip  gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme  maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir ki, hem dışta, hem içte en son bir küçülme ile en son  bir  saygı  göstermeyi  içine  alır  ve  gerçeklik  oranında  kalbe  gönül rahatlığı  ve  sükûnet  bırakır.  İbadet  ederken  dünyadan  ve  bütün benliğinden soyutlanarak Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül alçaklığı, öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya aykırı bildiği en küçük  bir  hareketten  bile sakınır. Bunun için kibir  ve riya ile birleşmez,  açık  ve  gizliye  bölünmeyi  kabul  etmez.  Hakkıyla  ibadet, mutlak  güçsüzlük  ile  tam  kuvvetli  olmanın,  tam  aşağılık  ile  tam yüceliğin,  korkular  içinde  titreyen  ümit  ile  istekleri  gerçekleştiren Allah'ın  karşılaşma  cilvesi  (görüntüsü)dir. 
Beceriksizliğini  hissetmeyen kibirliler,  hiçbir  korku  yokmuş  gibi  görünen  gaflet içindeki  iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz kötümserler bu şereften mahrumdurlar. Burada nefsin gururu şöyle bir soru sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan kimseler için alçalma olmaz mı?  Artık  o  yüksek  kafalar  alınlarını  yere  nasıl  koyabilirler?  Böyle  bir soru,  içindeki  cevabı  görmemekten  kaynaklanan  bir  kibri  açığa vurmaktır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını  kabul etmektir. Bu da  bir  taraftan  kendi  acizliğini,  diğer  taraftan  yüceliğini  beğenme  ile mümkün  olur  ki,  ibadet  bu  mânânın  en  yükseğini  anlamaktır.  İkinci olarak  yükseldim  demek,  yükselmediğini  ilan  etmektir.  Böyle  bir  iddia hem  yüceliği  ve  ilerlemeyi  sınırlı  görmek,  hem  de  düşme  ihtimalinin imkânsız  olduğunu  zannetmek  gibi  büyük  bir  kabahat  sayılır.  Hâlbuki yücelme  mertebeleri  sonsuzdur,  düşme  tehlikesi  ise  her  zaman  vardır. İbadet  de  kibir  ve  gurur  hastalığının  yegâne  ilacıdır.  Üçüncü  olarak; Allah  Teâlâ'ya  ibadet  etmedeki  alçalma  ve  hürmet,  insan  vicdanı  için mümkün  olan  her  türlü  yükselmenin  üstünde  bir  yücelik  temin  eden (Allah'a) bağlanmanın bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile göremezler de imkânsız sanırlar."
  Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayıncılık, İstanbul, C. I, s. 104-108
| | | Devamı... 0 yorum

Mircea Pitici , En İyi Matematik Yazıları


Matematik bilimi, insanlık tarihinin en eski ve en temel bilimlerindendir. Gündelik yaşamın düzenlenmesinde, sanatın ilerlemesinde, entelektüel gelişimin sağlanmasında ve belki de bir iletişim aracı olarak matematik oldukça yaşamsal bir bilim olarak kabul edilir. Ancak matematiğin hayatımızı kolaylaştırdığı ve düzenlediği, sanatsal üretimlerimize temel olduğu gerçeğinin yanı sıra bu bilimin pratik yaşamımıza ne kadar da dışsal olduğunu kabul etmeliyiz.
En iyi Matematik Yazıları derlemesi bu anlamda, sıradan okurun matematik dünyasına daha kolay dalabilmesi için bir olanak sunuyor. Dans ve matematik lise matematiğinden üniversite matematiğine giden yol, matematik öğretmenliği felsefesi, matematik ve bilim tarihlerinin kesişmesi, matematiğin ve fotoğrafçılığın buluşması, şehirlerdeki rotalama planları gibi konular kitapta ele alınan konulardan sadece bazıları. Makalelerin matematikçiler ya da matematik öğrencileri dışında alana ilgi duyan amatörlere de hitap ediyor olması bu derlemeyi farklı kılan bir özellik. Dünyanın farklı ülkelerinden matematikçilerin katkısıyla hazırlanan derlemenin editörü Cornell Üniversitesi öğretim görevlisi Mircea Pitici'nin seçkisinin Türkiye'deki matematik okurlarına ve ilgililerine hitap edeceğini umuyoruz. 
 
Mircea Pitici , En İyi Matematik Yazıları, Çevirmen Sibel Özkan, Hil Yayınları, Baskı 2014, Sayfa 220
| Devamı... 0 yorum

Tefsir Tarihi 2 Konu Özeti

İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır.   


 
Sitede bulunan tüm İlahiyat dersleri konu özetleri, üniversitenin kendi kitabından satır satır okunarak büyük bir emek sarfedilerek tarafımdan çıkarılmıştır. Kişisel kullanıma açık olarak dijital ortamda herkese sunulmuştur. Hal böyleyken kırtasiyecilerin veya diğer menfaatperestlerin hiçbir yazılı izin almadan, bilgi vermeden çıkarları uğruna bu özetleri ders notu/kitap vs. haline getirerek ticari olarak satması, kul hakkıdır. Vebaldir. Asla buna Rızam yoktur.  
| | Devamı... 0 yorum

Din Felsefesi Konu Özeti

İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır. Özet için Hulusi Kaya hocamıza teşekkür ederiz. 

 

Sitede bulunan tüm İlahiyat dersleri konu özetleri, üniversitenin kendi kitabından satır satır okunarak büyük bir emek sarfedilerek tarafımdan çıkarılmıştır. Kişisel kullanıma açık olarak dijital ortamda herkese sunulmuştur. Hal böyleyken kırtasiyecilerin veya diğer menfaatperestlerin hiçbir yazılı izin almadan, bilgi vermeden çıkarları uğruna bu özetleri ders notu/kitap vs. haline getirerek ticari olarak satması, kul hakkıdır. Vebaldir. Asla buna Rızam yoktur.

| | Devamı... 0 yorum

Ahmet Çitil, Matematik ve Metafizik

“Bu kitap son iki yüzyıldır yapıldığı biçimiyle matematik felsefesine bir katkıda bulunmak amacıyla kaleme alındı. Günümüzde yaygın bir biçimde yapılmaya çalışıldığından farklı olarak biz “nesne” anlayışı üzerinde durmaya ve matematik felsefesinin konularını genel anlamda ontolojinin konularıyla ilişkilendirerek anlamaya çalıştık. Kant’ın sözünü ettiği “matematiksel nesnelerin inşa ediliş süreci”ni ve söz konusu inşa mekânını varlıksal bakımdan temellendirmeye çalıştık. Biçimsel bir dil içerisinde inşa ile geometrik inşayı ayırt ederek ayrı ayrı ele aldık.Kümenin matematiksel nesnelerle bağıntısını ortaya koymaya çalıştık. Tüm bunların sonucunda Sürey Varsayımı’nın nesnel zeminini açıklığa kavuşturmayı hedefledik. 
Araştırmalarımızın neticesinde vardığımız bir sonuç şu biçimde ifade edilebilir: Özellikle Alman düşünürü Kant’ın görüşleri ve Kant’ın eleştirilmesi üzerinden biçimlenen tartışmalar bugün matematiği anlamamız konusunda bir yarar getirmekten çok bir engel oluşturmaktadır. Bunun temel nedeni, Kant’ın matematiğin mahiyetini ortaya koymak üzere çizdiği ontolojik çerçeveye ilişkin asli eksikliklerdir. Söz konusu bu eksiklikler Kant’ı izleyen yahut eleştiren düşünce anlayışları tarafından da giderilememiştir. Kanaâtimizce Kant sonrasındaki bu dönem özelde matematiğin mahiyeti üzerine yürütülen düşünsel etkinliğin, genel olarak da fikriyatın nesnesizleştiği bir dönemdir. Özellikle giriş bölümünde bu sürece ilişkin görüşlerimizi netleştirmeye çalıştık. Yaptığımız çalışmaların tam ya da hatasız olduğunu düşünmüyoruz. Ancak özelde matematik felsefesinin, genelde de felsefenin nesneye, nesnenin kuruluşuna ve düşünceye konu edilişine ilişkin ilgisinin artırmasının kendi deneyimimizi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyoruz. Son iki yüzyıldır matematik felsefesinde sorun olarak görülen pek çok konunun, felsefecilerin nesne üzerine düşünmeyi bırakmalarından kaynaklandığını düşünüyoruz. Umarız bu çalışmamız düşünürlerin “nesneye yönelişi”ne bir nebze olsun hizmet edebilir.”

Ahmet Çitil, Matematik ve Metafizik, ALFA YAYINLARI,Yayın Yılı: 2012, 262 sayfa
| Devamı... 0 yorum

Ah! Matematik


Matematik eğitim hakkında öğrencilerin çektiği sıkıntılar, başarısızlık nedenleri ve matematik başarısında nelerin yapılması gerektiği konusunda güzel bir inceleme yazısına rastladım.Sizinle paylaşmak istedim. "Matematik, bir disiplinler manzumesi… Mantık ve muhakeme yeteneğinin zirve noktası. Bir düşünme biçimi, kaçamayacağımız bir sosyal olgu. Tabiri diğerle hayatın karmakarışık problemlerini çözen mücessem bir bilim adamı… Matematik, bütün bunların yanında aklı işleten, akla kapı açan, varlıklar arasında ilişkiler kuran, neden ve niçin ile yanıp tutuşurken madde ve mana cihetiyle hayatı anlamlandıran bir derstir de. Peki, bizim için bu derece önemli olan matematik, nasıl oluyor da can sıkıcı, korkutucu bir ders haline gelebiliyor? Neden matematiği öğrenemiyoruz? Niçin toplum olarak matematikten bu kadar uzağız?


Değerli eğitimciler, “öğrencilerinize neden matematik sizler için bu derece önemli” diye bir soru yönelttiğinizde, alacağınız cevap büyük bir ihtimalle matematiksiz LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi daha nice sınav çorbalarında başarılı olunamayacağıdır. Maalesef bizlerde öğrencilerimizin bu tür sözlerini destekler mahiyette açıklamalarda bulunmuşuzdur çoğu zaman. Bundandır ki, toplumda; “Matematik = sınav ya da sınav = matematik” Denklemi büyük bir yekûn oluşturmaktadır. Bu durum, haliyle sınava endeksli bir dersin tam manasıyla öğrenilmemesine neden olduğu gibi öğrencilerimizde stresle birlikte matematik fobisinin de ayyuka çıkmasına sebebiyet vermektedir. Oysa bizim ne ilköğretim matematik programlarımızda ne de orta öğretim matematik programlarımızda, ne de Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Başkanlığınca onaylanan matematik dersinin genel amaçları içerisinde öğrencileri LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi sınavlara hazırlama gibi bir düşünce söz konusu değildir. Bu tür sınavlar hiçbir zaman amaç değil, olamaz da… Üzülerek söylemek gerekirse birer araç olan bu sınavlar amaca dönüştüğünden öğrencilerimiz için matematik tıpkı tek kullanımlık bir eldiven gibi… Sadece sınavlarda var, hayatın içinde yok.

Matematik öğrenilmiyor, matematik ezberleniyor, ezberletiliyor. 2000 yılından itibaren üç yılda bir uygulan PİSA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçlarına baktığımızda, durumumuz ortada. PİSA, bir yönüyle müfredattaki kazanımların ne ölçüde gerçekleşip gerçekleşmediğini ölçmese de öğrencilerin temel yeterliliklerini, onların matematikteki bilgi ve becerilerini sınama noktasında bir boy aynası… Bu endam aynasında elbisemizin uzun ve kısalığını; giydiğimiz gömleğin büyük ve küçüklüğünü görebilmek çoğu zaman mümkün.

“Örneğin PİSA 2003’de okuma becerileri testinde öğrencilerin % 36,8’i temel yeterlilik düzeyinin altında iken bu oran PİSA 2012’de % 21,6’ya; Fen bilimleri testinde % 38,6’dan, % 26,4; matematik testinde ise % 52,3’den, %42,2’ye inmiştir. Bu sonuçlar tüm alanlarda temel yeterlilik düzeyinin altındaki öğrenci oranlarının azaldığını göstermekte ise de,[1] “PISA 2003,2006, 2009 ve son olarak 2012'deki sonuçların geneline baktığımızda, Türkiye'nin hem matematik, hem fen bilimleri hem de okuma testlerinde, uluslararası ortalamaların çok altında kalmış olduğu gerçeği hatırımızdan çıkmamalı. Uluslararası bir sınavdan ülke içine dönelim.

Matematik açısından durum pekte farklı değil. Yaptığımız araştırmaya göre[2]…… İlinde 8. Sınıfların girdiği TEOG sonuçlarına baktığımızda Türkçe dersinin TEOG ortalaması 60,6, Matematik dersinin 42, Fen ve Teknoloji dersinin 56,9, T.C İnkılap Tarihi dersinin, 55,8, İngilizce dersinin 37,2, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ise 64,6 olduğudur. Dikkat edilirse Matematik dersinin TEOG ortalamasının İngilizce dersinden sonra not ortalamasının en düşük ders olduğu görülecektir. Bu araştırmayı bir örneklem olarak kabul edecek olursak Türkiye’deki durumda aşağı yukarı bu minval üzeredir. Matematik öğrenilmiyor, ezberleniyor dedik. İşte matematik üzerine yapmış olduğum araştırmamdan ilginç ve bizleri güldüren birkaç misal vereyim[3]:

 —Üçgen çeşitlerini sayınız? —Eşkenar üçgen, ikizkenar üçgen, üçüz kenar üçgen (Ayşe 4/A sınıfı öğrencisi)

 —Doğal sayılar hangileridir? —Doğal sayılar doğada bulunur. (Eren 5/A sınıfı öğrencisi)

 —Dikdörtgen nedir? —Dikdörtgen dörtkenarı olan bir üçgendir.( Mehmet -Sos/11-A sınıfı öğrencisi)

 —Kaç çeşit kesir vardır yazınız? — 1- Basit Kesir 2-Zor kesir( Zelal 4/B sınıfı öğrencisi)

Ülkemizde neredeyse on yıla yaklaşmış olan yapılandırmacı eğitimle birlikte artık matematiğin ayaklarının yere sağlam basacağını ümit ediyoruz. Davranışçı ekolde matematik için önemli olan çoğu zaman öğrencilerimizin bilişsel düzeyiydi. Bu nedenle öğretilen programlarda daha çok işlem basamağı üzerinde durulurdu. Öğrencilerimize problem diye verdiğimiz soruların başına baktığımızda tünelin sonunu görebiliyorduk. Öğretilen matematik kitaplarında belirli rutin problemler ve çözüm önerileri vardı. Dolayısıyla modası geçmiş müfredatla yetişen bir kafanın düşünce üretmesini beklemek safderunluk olurdu. Oysa 2004–2005 yılından itibaren diğer derslerle birlikte yenilenen matematik programımızda, problem çözme, tahmin etme, desen verme, akıl yürütme, araştırma ve karar verme gibi daha pek çok becerilerin ön plana çıktığını görebilmekteyiz.

Program, öğrencilerimizin sadece bilişsel gelişim alanlarını değil, duyuşsal ve devinimsel (psiko-motor) gelişim alanlarının da gelişmesini öngörüyor. Ayrıca matematikte öğrendiğimiz bilgilerin günlük yaşamda kullanılması son derece önemlidir. Kariyer bilinci, insan hakları ve vatandaşlık, rehberlik ve psikolojik danışma gibi ara disiplinlerle de ilişkilendirilmesi yeni müfredattaki matematiğin hayattan kopmadığını gösteren önemli ipuçlarıdır. Yine yeni programın öğrenciyi klasik (yazılı-sözlü) değerlendirme yerine süreç değerlendirmeyle (proje ve performans görevleri, ürün dosyası vb.) ölçmesi objektiflik adına önemli bir adımdır. PİSA sonuçlarına göre istediğimiz düzeyde olmasa da başarı oranımızın bir nebze artması uyguladığımız yapılandırmacı (Constructivism) eğitim sisteminin toplum nezdindeki kabul edilebilirlik oranını artırmaktadır. Şimdi yazımızı destekler mahiyette Matematiği neden sevmiyoruz, nasıl severiz adlı eğitimci İsmail Kadıoğlu’nun yazısının bir bölümüne bakalım.[4]

 “Matematiği sevmek zorunda mıyız, matematik insanlara ne kazandırır ve neler öğretir? Matematik nedir neye yarar: Matematik, Ahmet’in dersten çıkınca, dost doğru hatasız bir şekilde evine gitmesine yarar. Matematik, yolda giderken, belediyenin açık bıraktığı çukura düşmemeyi öğretir. Matematik, yolda yürürken, bir yerlere, elektrik direğine çarpmamayı öğretir. Matematik, komşumuz karı koca arası kavgalı haldeyken onları nasıl barıştırılacağını öğretir. Matematiği iyi olan kişi, onların problemlerinin nasıl kolay çözülmesi gerektiğini bilir. Matematik problem çözmeyi öğretir. Matematik düşünmeyi öğretir. Hem de doğru düşünmeyi öğretir. Her insan; matematiksel düşünmeye sahip olmalı, her problem çözmede matematikçe düşünmeye sahip olmalı. Prof. Dr. Davis, anaokulu öğrencilerine sormuş, “6 tane kurabiyen var, arkadaşınla nasıl paylaşırdın?” Çocuk adil davranmış “3 ona, 3 bana” demiş. “Peki, başka nasıl paylaşırdın?” diye sormuş. “4 bana, 2 ona.” “Başka?” “6 bana, sıfır ona.” “Başka?” Kurabiyenin bir tanesini bölmüş, “yarım ona, 5,5 bana” demiş. Bu cevap çok ilginç değil mi? Çocuğa sunulan bu hareket, ona fırsat vermektedir. Başka çözüm yolları bulabileceği düşüncesi verildiğinde çocuk kendi yöntemleriyle problemi çözebiliyor. “Sen ne düşünüyorsun?” “Başka farklı çözüm var mı?” şeklindeki sorularla, çocukların farklı düşünce ortaya koymalarına fırsat vermeliyiz. Tabi bu tür davranışlar, okula gitmeden, aile içinde başlamak üzere, ilköğretim ağırlıklı ve lisede de bu şekilde davranıp, matematiğin zor olmadığını, yapılabilirliğini gösterip, çocuğa sevdirmeliyiz. İşte o zaman, matematik dersi, konuları biriktirmeden, günlük çalışarak sevilebilir.

Matematik dersinin sevilmemesinin nedenlerinden biri, klasik anlayışla öğretilmeye çalışılmasıdır. Oyunlar ve ilgisini çeken sorular sorarak sevdirebiliriz. Kavramları, soyuttan somuta dönüştürerek. Çocukların birbirleriyle konuşmalarına fırsat vererek sevdiririz. Sevilmek zorunda ve durumunda olan bu ders neden sevilmez? Çocuklar sayılarla geç karşılaşıyorlarsa… Sayısal sonuçlar kendilerini iyi hissettirmiyorsa…”Bütün bu güzel gelişmelerin yanında asıl önemlisi, öğrencilerimize matematiği sevdirerek öğretecek olan öğretmenlerimizdir. “Eğitici bir matematik dersi; öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yeri ve göğü ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”[5] Daha, yapılandırmacı eğitimin esamesi bile yokken bizim içimizden çıkan bir eğitimcimizin 99 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Her şeyi dışarıdan arayan, kendi insanın neler yapabileceğini göremeyen, sadece Batı gözlüğü takarak hayata bakanların kulakları çınlasın! "

Necati İLMEN 

Kaynak: www.memuryeri.com/12181.html 
[1] Star Açık Görüş, 15 Aralık 2013.
[2] …..İlindeki 8. Sınıf TEOG araştırması.
[3] İLMEN. N. Kırk Yamalı Bohça, Çizgi Yayınları, 2012, s.93.
[4] http://www.anamursedir.com/yazar.asp- İsmail Kadıoğlu.
[5]Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 1915

Din Felsefesinden Ateiste Cevaplar

Din felsefesi, din adına sadece kuru bir felsefe yapmaktan ibaret olmayıp, din alanında ciddi sorgulamalar yaparak en doğruya ulaşmak için yapılan sistemli düşünme biçimlerinin bütününü ifade eder. Felsefe özel anlamda akıl yürütme, doğru biçimde kullanıldığında iyi bir cevap bulma işlemidir. Kişinin hakikati bulmasında önemli olan kalp’ten gelen ses olduğundan, akli muhakemelerin hepsi, yetersiz kalarak bir yerde tıkanacaktır. Bu nedenle felsefe sayesinde yapılan bütün düşünmeler, hakikate ulaşmada bize fikirler verse de varılan hakikatin kalpte yeşermesi en doğru eylem biçimi olacaktır. Zira kalp, fiilin mekanıdır. Kalbe uğramadan yapılan iş ve işlemler, çok sığ kalacaktır. Bizim buradaki amacımız; akli muhakeme ve felsefe eşliğinde yapılan sorgulamaları, dini inançları ret eden kişiler kapsamında doyurucu bilgiye ulaştırmaktan ve onların da iman nurundan faydalanmalarını sağlamaktan başka bir şey ifade etmemektedir. Din felsefesi kullanarak ateizm ve ateistlere verdiğimiz cevaplarda, Batılı filozofların çalışmalarından yararlanarak, aslında ortaya çıkan Batı kaynaklı inançsızlık mekanizmalarına da bir nevi kendi içlerinden cevap vermiş olacağız. Kendi doğrularımızı ayet ve hadisler eşliğinde zikretmek, bir ateist için bir anlam ifade etmediğinden, onların kendi silahları ile konuşmak daha doğru olacaktır. İşte bu nedenle inançsızlık kavramına evrensel bir düşünme biçimi olan Din felsefesinden cevaplar sunmaya çalışacağız. [Bu yazıda, genel anlamda ateizm ve inançsızlık kavramı incelenmiş olup, özelde Deizm ve Agnostizm gibi benzeri inançsızlık türlerine fazla detaya inmeden değinilmiş ve Deizm/Agnostizm kavramları, geniş kapsamlı bir inceleme olmadan yüzeysel olarak incelenmiştir.] detaylı bir yazı için (Bknz. Deizm kıskacındaki gençlik)
İman; her şeyden önce bir kalp işidir. Kalbin bir nedene bağlı olarak veya olmadan herhangi bir fikre, düşünceye veya bir var oluşa inanması kelime olarak imanı temsil eder. Akıl ise bu "iman" eylemine sebepler bulmaya yardımcı bir vasıtadır. İman ile akıl birbirine zıt iki kavram da değildir. İman ve akıl ilişkisi, birbirini destekler mahiyette, yalnız herbiri kendi içerisinde sınırlar ihtiva eden iki kavramı bizlere sunar. İman, kalbi bir fiil olmakla beraber bazı halleri akılla izah edilebilir. Ama her imanın akılla izah edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle herhangi bir inancı ne kadar akılla anlamak için uğraşsak da çabamız yetersiz kalacaktır. Çünkü aklın sınırları vardır. İman ise gönül ve kalp işidir. 
| | | | Devamı... 1 yorum

İslam Hukuku 2 Konu Özeti

İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri  ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Özetleme işleminde Ankara İlitam'ın uzaktan eğitim yayınları esas alınmıştır. öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır. 
 

Sitede bulunan tüm İlahiyat dersleri konu özetleri, üniversitenin kendi kitabından satır satır okunarak büyük bir emek sarfedilerek tarafımdan çıkarılmıştır. Kişisel kullanıma açık olarak dijital ortamda herkese sunulmuştur. Hal böyleyken kırtasiyecilerin veya diğer menfaatperestlerin hiçbir yazılı izin almadan, bilgi vermeden çıkarları uğruna bu özetleri ders notu/kitap vs. haline getirerek ticari olarak satması, kul hakkıdır. Vebaldir. Asla buna Rızam yoktur. 
| Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!