İslam Ekonomisi ve faiz yasağı

İslam ekonomisi, İslam'ın prensiplerine dayalı olarak adalet, sosyal yardımlaşma, sermayenin helal yollarla kazanılması gibi temel değerleri içeren bir ekonomik sistemdir. Bu ekonomik sistemde; hırsızlık, rüşvet, faiz ve haksız kazanç gibi kavramlar haramdır. İslam dini, dünya hayatında insanlara adil ve sürdürülebilir bir ekonomik düzen sağlanmasını ve bu yönde insanların çaba göstermesini emreder. İslam'a göre ekonomik faaliyetlerde helâl kazanç, adaletli paylaşım, fakirlerin korunması ve zenginlerin yardımlaşması esastır. İslam'ın temel prensiplerinden olan "zekat"; dinen zengin olan her kişi için zorunludur. İslam ekonomisi; özel mülkiyeti tanır ve sosyal sorumluluğu önemser. Ayrıca tüketim ve ticarette haram olan uygulamaları da düzenlerken israftan kaçınır. Temel hedef, toplumun adil ve dengeli bir biçimde refahını artırmaktır. İslam ekonomik modelinde; üretim ve işçi hakları, ticaretin adil yürütülmesi gibi konular, toplumsal ahlak ve düzen için elzemdir. Ticaret ilişkilerinde, her türlü alış verişlerde İslam ahlakı vardır. Karaborsa, stok, haksız rekabet, fahiş fiyatlandırma gibi davranışlardan uzak bir şekilde ticaret ve muamelelerde ahlaki kurallara uyularak, adalet ilkesince hareket edilir ve bu yönde gerekli tüm yaptırımlar yetkili mercilerce uygulanır. 
İslam ekonomisinde; kişilerin aldatma, hırsızlık ve kul hakkı gibi genel ahlaka ters davranışlar yapmadan, helal ve meşru yollardan kazanç elde etmesi esastır. İslam toplumunda yaşayanların; iktidar, güç ve sermaye sahipleri tarafından ezilmeden kişisel hak ve hukuku korunarak yaşama hakkı vardır. İslam toplumunda herkes sermaye ve iktidar karşısında eşit olup, hiç kimse kendisini aciz ve güçsüz hissetmez. Adalet herkes için vardır. Ekonomik refah ve huzur herkes içindir. Kimse dokunulmaz "la yüs'el"değildir. Zenginlik, her zaman ölçülü ve israftan uzaktır. Kimse zenginlerin oyuncağı ve kölesi değildir. Emek ve üretim değerlidir ve teşvik edilir. Çalışmak esas olup sömürü,  zulüm ve baskı haramdır. İnsanların üzerinde hakimiyet kurmak yasaklanmıştır. Bu ilkeler sayesinde İslam, toplumun ferdleri arasında huzur, ekonomik refah ve dayanışma davranışlarını tesis eder.
İslam'ın ekonomik modeli, temelde adalet, paylaşım ve sosyal yardımlaşmayı ön planda tutar. Faizsiz finans sistemine dayalı bir ekonomik modeli bizlere emreder. İslam kesin olarak "Riba'yı" (faizi) yasaklar. İslam ekonomisi faiz ve haksız kazanç yerine ticaret, zekat, sadaka, infak ve kurban gibi sosyal yardımlaşma ve dayanışma esasları üzerine kurulu bir ekonomik yapıya sahiptir. 
| | | | Devamı... 0 yorum

Kamu Malını Zimmetine Geçirmek

"Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez. Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyamet günü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir; sonra herkese kazanmış olduğunun karşılığı, kimse haksızlığa uğratılmaksızın tastamam olarak ödenir". (Âl-i İmrân, 161)
Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez.
Hiçbir peygamber asla zimmetine mal geçirmemiştir. (‮يَغُلَّ‬) Binaenaleyh itham etmemenize en layık olan kişi Resûlullah’tır; onu bildiğiniz halde zimmetine mal geçirmekle nasıl itham edebilirsiniz? Denilmiştir ki bazı münafıklar, Resûlullah’ın (s.a.v) ganimeti aralarında taksim etmeyeceğinden korkmuşlar ve taksim etmesini istemişlerdi. Bunun üzerine âyet nâzil olmuştur. Münafıkların, “ganimetin taksiminde âdil ol ey Muhammed!” dedikleri ve âyetin bunun üzerine geldiği de söylenmiştir. Diğer ihtimal de kendisi peygamber olarak görevlendirilmeden önce siz onu tanıyordunuz; ihanet ettiğini veya malı zimmetine geçirdiğini asla görmediniz; buna rağmen peygamber olduktan sonra onun adâletsizlikte bulunacağına nasıl ihtimal verirsiniz? Böyle bir ihtimal yoktur.
“Yâ” (‮ي‬) harfini ötreli olarak (‮يُغَلَّ‬) okuyana göre âyet "O, savaşanların hakkını zimmetine geçirmez."anlamına gelir.
Âyet “en yuğelle” (‮أنْ يُغَلَّ‬) diye okunduğunda Resûlullah’a ganimet konusunda hainlik edilmesi anlamına gelir. Ganimet konusunda Hz. Peygamber’e hainlik edilmesi helâl ve caiz değildir. Çünkü o, buna muttali olur, Allah Teâlâ yapılan ihaneti Peygamber’ine bildirir. Nitekim bazı rivâyetler bunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v) bir mezarın başına geldiğinde, “o şimdi azap görüyor” demişti. Neden ey Allah’ın Resûlu? diye sorduklarında “O ganimetten iki dirhem veya onun kadar bir şey almıştı” diye cevap vermiştir. 
(Abdullah b. Amr’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber’in yüklerine bakmakla görevli Kirkire adında bir adam vardı; bu adam ölmüştü ve Resûlullah (s.a.v) “o ateştedir” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm gidip adama bakmışlar, üzerinde ganimet malından aşırdığı bir abâ görmüşlerdi” (Buhârî, “Cihâd”, 190)
Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyâmet günü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir. Yani kıyâmet günü ona bunun hesabı sorulur. Bunun gibi izinsiz olarak başkasının malını alan herkesten onun hesabı sorulacaktır. Bazıları şöyle demiştir: Ganimet konusunda aşırı bir tehdit ifadesi kullanılmıştır, çünkü ganimet malını çalmak fakirlerin ve muhtaçların hakkını bitirmektir veya farklı halk kesimlerine zarar vermektir. Diğer mallar ise böyle değildir. Denilmiştir ki tehdit bu insanlar hakkında gelmiştir, zira onlar, münafık kişiler olup, ganimet malını çalmayı ve o maldan almayı helâl görüyorlardı. 
İbn Abbâs’ın (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir askeri birlik göndermişti. Onlar ana ganimet malı olan bir altın kütlenin baş tarafını çalmışlardı. Bunun üzerine; Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez, meâliyle başlayan âyet geldi. İbn Abbâs’ın (r.a.) şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Bedir günü müşriklerden ganimet olarak alınan kırmızı bir saçaklı örtü kaybolmuştu. İnsanlar, Resûlullah (s.a.v) onu kendine almıştır, dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez, meâlindeki âyeti göndermiştir.
Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyâmet günü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir. Yani kıyâmet günü ona bunun hesabı sorulur. Bunun gibi izinsiz olarak başkasının malını alan herkesten onun hesabı sorulacaktır. Bazıları şöyle demiştir: Ganimet konusunda aşırı bir tehdit ifadesi kullanılmıştır, çünkü ganimet malını çalmak fakirlerin ve muhtaçların hakkını bitirmektir veya farklı halk kesimlerine zarar vermektir. Diğer mallar ise böyle değildir. Denilmiştir ki tehdit bu insanlar hakkında gelmiştir, zira onlar, münafık kişiler olup, ganimet malını çalmayı ve o maldan almayı helâl görüyorlardı. Bu yorum, sanki daha uygun gibidir.
İbn Abbâs’ın (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir askeri birlik göndermişti. Onlar ana ganimet malı olan bir altın kütlenin baş tarafını çalmışlardı. Bunun üzerine; Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez, meâliyle başlayan âyet geldi. İbn Abbâs’ın (r.a.) şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Bedir günü müşriklerden ganimet olarak alınan kırmızı bir saçaklı örtü kaybolmuştu. İnsanlar, Resûlullah (s.a.v) onu kendine almıştır, dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez, meâlindeki âyeti göndermiştir. {Taberi, Tefsir, IV, 154-155; ibn Kesir.Tefsir, I-422.}.

“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah (asm)'in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): “Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân 182. Ayrıca bk. Dârimî, Siyer 48.)

Kaynakça: Tevilat-ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân Suresi, 161
| | | Devamı... 0 yorum

Müminler yalnız Allah’a güvensinler

“Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i İmrân, 160)

Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur. Allah doğru söylemiştir, yardımcısı Allah olan birini hiçbir düşman yenemez. Eğer O sizi yardımsız bırakırsa. Yani sizi terk ederse, O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Buradaki yardımın iki şekli vardır. Biri mâlum olan şekliyle yardım ve destek, diğeri de düşmanı engellemek. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Onların asla yardımcıları yoktur”

{“Sen onların doğru yola yönelmelerini tutku derecesinde istesen de Allah, yoldan çıkardığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onların asla yardımcıları da olmaz” (en-Nahl, 16/37)}

Allah size yardım ederse meâlindeki ilâhî beyan, Allah size destek verirse, düşman sizi asla yenemez, demektir. Eğer O sizi yardımsız bırakırsa. Yani Allah size destek vermezse, O’ndan başka size kim yardım edebilir? Düşmanı engellemek anlamına gelince, eğer Allah sizden düşmanı engellerse kimse sizi yenemez; fakat O sizi yardımsız bırakır ve düşmanı engellemezse O’ndan başka düşmanı sizden kim engelleyecek?

Müminler yalnız Allah’a güvensinler. Bu âyet hakikatte emirdir. Yani, ey müminler, Allah’a güvenin! demektir. Tevekkül güvenmek ve işini Allah’a havale etmek anlamına gelir; asker sayısının çokluğuna, hazırlık, zafer ve galibiyet gibi savaşı kazanmaya vesile olacak sebeplere güvenmek anlamına gelmez. Duyulur âlemde insanlar nazarında zafer ancak üç şekilde kazanılır: Asker sayısının çokluğu, saldırgan kuvvetlerin fazlalığı yahut da savaş konusunda tecrübe ve önlemlerin çokluğuyla. Allah Resûlü’nün (s.a.v) düşmana karşı elde ettiği zafer ve galibiyet ise bunlarla değil, Allah’a güvenmesi ve işini O’na havale etmesiyle olmuştur. Bu âyet de, zaferin Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla kazanıldığına işaret etmektedir. Bu, Resûlullah’ın (s.a.v) peygamberliğinin alâmetlerinden de biridir.

Kaynakça: Tevilat-ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân Suresi, 160

| | | Devamı... 0 yorum

Hayat veren de öldüren de Allah’tır

“Ey iman edenler! Sizler, sefere çıkan veya savaşa giden kardeşleri hakkında -Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye- ‘Onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi’ diyen inkârcılar gibi olmayın. Hayat veren de öldüren de Allah’tır; Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Âl-i İmrân, 156)
O münafık kimseler, müminler  hakkında, "Onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" diyorlardı. Burada bazı müfessirler onlar kardeşleri hakkında bu şekilde konuşuyorlardı şeklinde açıklama yapmıştır. Bu sözü kimin söylediği esasında önemli değildir. Önemli olsn ayetin anlamında geçen "öldürülen kişiler için onların konuştukları tarzda konuşmamalarının gerektiğinin" bir uyarısıdır.
Sefere çıkan: Yani ticaret amacıyla sefere çıkan; Veya savaşa giden: Yani asker olarak cepheye giden kişilerdir.
Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye. Yani söyledikleri o sözü Allah, kalplerinde bir hasret acısı kalsın diye onların iç dünyalarına geri döndürmüştür. Burada söylenen şeyin, kıyâmet gününde gerçekleşecek bir husûs olması da muhtemeldir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: “Allah onlara yapıp ettiklerini kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir.”
{“İzleyenler şöyle derler: ‘Ne olurdu, bize ikinci bir fırsat verilseydi de, şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara yapıp ettiklerini kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir. Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir” (el-Bakara, 2/167).}.
Hayat veren de öldüren de Allah’tır. Yani yeryüzünde sefere çıkanları da, gazâya gidenleri de öldüren Allah’tır, O, gazâya gitmeyip evinde kalanları da öldürecektir. Yani savaşa gitmekle veya gitmeyip evinde kalmakla ölüm ilerigeri gitmez. Allah onları teslimiyet göstermeye çağırmaktadır. Zira hayat sayılı nefesler, taksim edilmiş rızıklar ve belirlenmiş ecellerle sınırlıdır; nefeslerin sayısı bitmemişse, rızkını tam olarak almamışsa ve eceli sona ermemişse insana ölüm gelmez. Allah yaptıklarınızı görmektedir. Bu meâldeki cümle bir tehdit ifadesidir.

“Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz biliniz ki Allah’tan gelecek bir bağışlama ve bir rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 157)

Yani ölümün size mutlaka geleceğinde şüphe olmadığına göre, sizin öldürülmenizin veya ölmenizin Allah’a itaat ve O’nun yolunda cihât halinde iken gelmesi, Allah’a itaat etmeyerek ve O’nun yolunda olmayarak size gelmesinden çok daha hayırlıdır. Allah’tan gelecek bir bağışlama ve bir rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. Yani sizin dünyada toplayıp biriktireceğiniz mallardan çok daha hayırlıdır.

“Andolsun ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah’ın huzurunda mutlaka toplanacaksınız.” (Âl-i İmrân, 158)

Yani yataklarınızda ölseniz de veya Allah yolunda öldürülseniz de mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız. Mademki Allah’ın huzurunda toplanmayı engellemeye gücünüz yetmiyor, evinizde kaldığınız takdirde ölümün size gelmesini engellemeye nasıl gücünüz yetecek? En doğrusunu bilen Allah’tır. {“O’nun huzurunda toplanmaya zorlandığınız ve siz de gitmek zorunda kalacağınız gibi, nerede olursanız olun ölüm size gelince de, isteyin veya istemeyin canınızı vereceksiniz.” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 133a).} 

Kaynakça: Tevilat-ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân Suresi, 156-158
| | | Devamı... 0 yorum

Nevruz, İslam inancında yoktur

Bahar mevsimi kış mevsiminin ardından doğanın uyanmaya başladığı bir mevsim olup; karıncaların, böceklerin, kuşların etrafa dağıldığı, ağaçların çiçeklenip canlandığı, yeşilliklerin ortaya çıktığı neşeli güzel bir zaman dilimidir. Kışın sertliği ve soğukluğu yerini ince ve hafif esen rüzgarlara bırakır. Bu rüzgarların hışırtısıyla Allah'ın kudretinin bir eseri olarak kuru dallar tomurcuklanıp uyanmaya başlar. İnsan da tabiat gibi ruhunda bir değişime hazırlanır ve kasvetinden uzaklaşarak rahatlar. Kış mevsiminin şartlarından dolayı ertelenen tüm faaliyetler, piknikler, gezintiler yavaş yavaş baharın gelişi ile insanların hayatına girmeye başlar. Bahar bir sevinç mevsimidir. Yazın müjdesi, ömrün akıp gitmesinin habercisidir. İşte böyle güzel bir günde, içinde, yaşadığımız toplumu geçmişten beri çok fazlasıyla etkilemiş bir faaliyetten söz etmeye çalışacağım. 21 Mart günlerinin yaşandığı şu günlerde "Nevruz" özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, başta İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde kışın ardından bir döndü olarak devam eden baharın gelişi, "Nevruz Bayramı", "Bahar Bayramı", "Gün Dönümü", "Mart Dokuzu", "Nevruz" etkinlikleri, "Yumurta bayramı", "Ergenekon'dan Çıkış ve Türk Günü" kapsamında coşkularla kutlanmaktadır.  Bu vesile ile Nevruz hakkında kısa bilgiler vermek ve ardından İslam dini açısından Nevruz'un niteliğini açıklayarak yazıyı bitirmek istiyorum. 
"Nevruz", baharın başlangıcını ve doğanın uyanışını kutlamak amacıyla, çok eski zamanlardan günümüze Mart ayı içerisinde (21 Mart) genellikle Pers coğrafyasının hakim olduğu yerlerde kutlanan bir merasimdir. Nevruz; hem Zerdüştlük, hem de Bahailer için kutsal bir gündür ve resmi tatil olarak kutlanır. İran güneş takvimine göre ilk ay olan Farvardin'in ilk günü olan Nevruz, İran'da 5 günlük resmî tatil olarak kutlanır. Nevruz'un habercisi olan Hacı Firuz Hristiyanlıktaki Noel Baba'ya benzer şekilde bu tarihler arasında çocuklara hediyeler dağıtır. 2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, eskiden beri kutlanmakta olan İran kökenli bu günü, "Dünya Nevruz Bayramı" olarak ilan etmiştir. İlk kez Zerdüşt dinine dayanan Pers kültüründe Nevruz Bayramının kutlanıldığı düşünülmektedir. Nevruz, Şaman ve Pers kültürlerinin hakim olduğu Orta Asya, Çin, Hindistan ve özellikle İran coğrafyasında önemli bir yere sahiptir. Nevruz kelimesi, "yeni gün", "yeni yıl" anlamlarına gelir. Nevruz, tarih boyunca İran, Türk, Kürt, Azeri ve diğer bazı halklar arasında önemli bir bayram olarak kutlanmıştır. Esasında Zerdüştlük dini inanışlarına dayandığı düşünülen Nevruz, geçmişte büyük bir imparatorluk olan Pers kültürünün hakim olduğu birçok toplumda dini bir bayram olarak resmi nitelik kazanmıştır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Nevruz Bayramı)
| | | | Devamı... 0 yorum

Büyük Günah Meselesi (Mürtekib-i Kebire)

“Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Al-i İmrân Suresi, 3/134)

Burada Allah Teâlâ, güzel işler yapanları zikretmekte ve onları sevdiğini söylemektedir. “Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!” meâlindeki {Al-i İmrân Suresi, 3/133} âyetinde yer alan "müttakîler için hazırlanmıştır" ifadesiyle Allah, cennetin müttakîler için hazırlandığını haber vermiş, “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.” {Al-i İmrân Suresi-3/131} ayetiyle de cehennemin kâfirler için hazırlandığını beyan etmiştir. 
Büyük günah işleyenlerin durumu hakkında mezhepler arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları şöyle demiştir: Müttakî olmayan büyük günah işlemiş kişiler (Mürtekib-i Kebire) için cennet değil, cehennem hazırlanmıştır. İşte bu büyük günah sahipleri cennete giremez görüşü, Hâricîler’in ve yoldan çıkmışların (buğât) görüşüdür. Başka bir grup {Mutezile} şöyle demiştir:  Allah, cehennemin kâfirler için hazırlandığını haber vermiştir; öyle ise büyük günah işleyen kişi cehennemin kendileri için hazırlandığı kâfirlerden değildir, cennetin kendileri için hazırlandığı müminlerdendir. Bazıları ise şöyle bir fikir beyan etmiştir: Allah cehennemin kâfirler için, cennetin de müttakîler için hazırlandığını haber vermiştir. Müttakîleri, kendisine isyandan sakınanlar, emrine ve yasağına aykırı davranmayı terk edenler diye nitelemiştir. Günahı bulunan insanlar, azîz ve celîl olan Allah’ın mutlak olarak ifade buyurduğu müttakîler için hazırlanmıştır hükmünün kapsamına girmezler, fakat kâfirler için hazırlanmıştır hükmüne de dâhil olmazlar. Onlar için cehennemde ayrı bir yer vardır.
Büyük günah işlemiş iman sahibi kişiler (Mürtekib-i Kebire) hakkında; Ehl-i Sünnet olarak biz şöyle deriz: Günah işleyen müminlerin, ayette belirtilen "gökler ve yer kadar genişlikte olan cennetin" ve "müttakîler için hazırlanmıştır" meâlindeki ilâhî beyanların {Al-i İmrân Suresi, 3/133} kapsamına girmeleri ümit edilir. Bunun delili de şu meâldeki âyet-i kerîmedir: “Bir başka grup iyi işe bir de kötü iş karıştırmış olarak sonra günahlarını itiraf etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.” (Tevbe Suresi, 9/102) Cenâb-ı Hak burada onların iyi işe kötü işi karıştırdıklarını söylemektedir. Sonra da umulur ki "Allah onların tövbesini kabul eder" buyurarak Allah bu kişilerin tövbelerini kabul edeceğini vâdetmektedir. Buradaki “umulur ki” anlamına gelen (‮عسى‬) lafız, Allah hakkında kullanılınca gereklilik ifade eder. İkincisi, Allah Teâlâ’nın; “İşte cennetlikler arasında olan bu kimselerin, yaptıklarının güzelini kabul ederiz, kötülüklerini de görmezlikten geliriz. Bu kendilerine yapılagelen gerçek vâddir” {Ahkāf Suresi, 46/16} meâlindeki âyetinde, onların güzel işlerini kabul edeceğini, kötü işlerini de görmezden geleceğini haber vermektedir. Kötü işlerini görmezden gelince onların kötü amelleri de kalmamaktadır; dolayısıyla onlar da müttakîler için hazırlanmıştır meâlindeki ilâhî beyanının hükmüne dâhil olurlar. En doğrusunu bilen Allah’tır.

Kaynakça: İmam Maturidi, Tevilat'ül Kur'an, (Al-i İmrân Suresi-3/134)
| | | Devamı... 0 yorum

Takvâya Ulaştıran Yollar

“Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan gökler ve yer kadar geniş cennete girmek için yarışın!” (Âl-i İmrân, 133. Ayet)

Takvâ sahipleri için hazırlanmış. İttikā, Allah’ın bütün emirlerine ve yasaklarına itaat etmek ve bütün bunlarda O’na muhalefet etmeyi terk etmek demektir. Kişiyi takvâya götüren yollar üç türlüdür. Birincisi, Allah’ın büyüklüğünü, celâlini ve yüceliğini hatırlamaktır; bu hatırlama insanı, O’nun emir ve yasaklarına muhalefet etmeyi engeller. Allah’ın azametini hatırlamak, kendisinin küçüklüğünü ve zilletini ortaya çıkarır ve bu da O’na muhalefet etmekten insanı alıkoyar. İkincisi, Allah’ın lütfunu ve ihsanını hatırlamaktır; bu da onun Allah’tan haya ederek yasakladığı şeyleri yapmasını engeller. Üçüncüsü de, emir ve yasaklarına muhalefet edildiği takdirde Allah’ın azabını ve intikamını hatırlamaktır; insan bu yolla da Allah’ın azabından ve intikamından sakınmaya çalışır.
| | | | Devamı... 0 yorum

Allah’ın Şefkat ve Merhameti

Allah ﷻ kullarına çok şefkatlidir. Cenâb-ı Hak,  "Allah kullarına çok şefkatlidir." (Al-i İmran, 30) beyanıyla eğer âhiret şefkatini kastetmişse, o yalnızca müminlere mahsustur, şayet dünya şefkatini kastetmişse, bu şefkat herkes içindir. Allah kullarına karşı çok merhametli ve şefkatlidir. Allah’tan gelen şefkat ve merhametin iki yönü vardır. Birincisi işin başında görülür; şöyle ki O, mahlûkatı yaratmış, onlarda birbirinden ayrışan ve uzlaşan şeyleri ayırt edecek bir izan ve kabiliyet yaratmıştır. Sonra onların her birine işledikleri günahlar sebebiyle layık oldukları cezayı hemen vermemiş, aksine merhamet buyurmuş, tövbe etmesi ve Allah’a dönmesi için kendilerine fırsat tanımıştır. İşte bu durum, her kulu kapsayan bir merhameti ifade eder. İkincisi ceza konusundaki merhamettir ki bu da kulu bağışlamak ve yaptığı güzel işin sevabını ona vermektir. Bu tür merhamete, Allah’ın düşmanları erişemez, bu tür merhamete ancak O’nu bilen ve O’nun dostluğuna inananlar erişebilir. 

Her ne kadar cehalet yüzünden veya af ve merhamet ümidiyle birtakım isyanlarla imtihan edilseler bile -zira insanların konumu budur- nefsine mağlup olarak hata işleseler de, onların kalplerinde Allah, her şeyden daha uludur ve O’na itaat iki dünya lezzetlerinin toplamından daha büyüktür. {“Cehalet yüzünden veya şehvetin yahut taassubun baskısı yüzünden birtakım isyanlarla imtihan edilseler bile onların kalplerinde Allah, her şeyden daha yücedir.” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, 109a)} İşte bu, bazı hallerde nefislerine mağlup olsalar da müminlere ve kendilerini kendi tercihleri olarak kulluğa adayanlara özel bir merhamettir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
(Tevilat'ül Kur'an, İmam Maturidi Al-i İmran, 30)

"O gün her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır olarak bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah, size kendisinden korkmanızı (çekinmenizi) emreder. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok esirger." (Al-i İmran Suresi, 30)

| | Devamı... 0 yorum

Mülkün sahibi Allah'tır

“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmrân, 26)

"Buradaki mülkün sahibi meâlindeki ifade iki anlama gelebilir. Birincisi dünyada var olan her türlü mülkün gerçek sahibi O’dur. İkincisi şüphesiz ki mülk Allah'ındır: Dilediği kişilere kendi mülkünden verir, dilediği kişilerden de çekip alır. O, mülkün gerçek mâlikidir ve onda her türlü tasarrufa kadirdir. {“Mülkün sahibi ifadesi, dünya ve âhireteki her türlü mülkün sahibi anlamına gelir. Hiç şüphe yok ki dünyadaki her mükün gerçek sahibi de O’dur” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 107b).} 
Mülk tabiri, bir yönetimi ve otoriteyi gösterir. Mâlik ise, mülkün gerçek sahibini ifade eder. Bir şeyin gerçek mülkiyeti kimde olursa o mülke sahip olmak ve tasarrufta bulunmak hakkı ile o şeyi yönetme gücünü elinde bulundurma hakkının da onda olması gerekir. Yönetme gücünü elinde bulunduran herkesin, aynı zamanda onu ele geçirmek hakkına da sahip olduğu iddia edilemez.
"De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım!" Bu ilâhî beyanda azîz ve celîl olan Allah, sanki mülkü arzulayan veya mülkten bir paya ulaşan kişilerin arzularını O’na yönlendirmeleri veya sahip oldukları mülkün gerçekte O’ndan geldiğini kabullenmeleri konusunda onları sınamaktadır. Tâ ki Allah’ın verdiği şerefe ulaşsınlar ve O’nun lütfu ve keremi devam etmiş olsun. Nitekim “Dünya mükâfatını isteyenler bilsinler ki Allah nezdinde hem dünya hem âhiret mükâfatı vardır”{en-Nisâ, 4/134} meâlindeki âyet de bunu ifade etmektedir. Yine bu sayede nefislerinizin rağbet edip sizi, hakkını eda etmekten alıkoyan şeye O’nun sahip olduğunu size göstersin. Binâenaleyh bütün gayretinizi O’na yöneltin ve elde etmek için bütün gayretinizi sarfettiğiniz nimetlere karşı Allah’a şükredin. Çünkü bunların sahibi olan başkası değil, sadece O’dur. Bütün bunlar “Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır”{en-Nahl, 16/53} meâlindeki âyette ifade edilmektedir. Beşer tabiatının özelliğinden ve insan aklının işaretinden anlaşılan husûs şudur ki nefislerin tercih ettiği ve tabiatların meylettikleri şeyler hakkında insanlara gereken, onları bunlara ulaştıran varlıktan istemektir. İnsanlara düşen vazife, umduklarını elde etmeleri için irade ve tercihlerini, kendilerini buna yaklaştıracak bütün çareleri o yönde kullanmalarıdır. Bunun bir örneği mülk meselesi ile dünya lezzetleridir. Bu husûs onların kalplerine yerleşmiştir; şayet tedbirle, iyi bir siyasetle ve beşer tabiatının istediği yollarla buna ulaşabilseler dahi yine de bu husûs onların bu nimetlere başkalarından daha layık olduklarını göstermez. Bilâkis ondan mahrum edilen kişiler arasında ona nail olanlardan daha elverişli ve uyan biri olarak değil uyulan biri olarak ona hak kazanmaya daha lâyık olanlar vardır. Bu da bütün gayretini onu elde etmeye harcayan ile gayretleri ve meşgaleleri az olanlara değil, herhangi birine onu vermeye veya ona sahip kılmaya yetkili olanın Cenâb-ı Hak olduğu bilinsin diyedir. Beşerin işlerine ait bütün tasarrufların Allah’a ait olmasında, âlemin mülkiyetine sahip olmak ve onu idare etmekte tek olduğuna dair basiret sahibi olanlar ve kullarını sınayan için büyük bir delil ve güzel bir alâmet vardır.
Özetle belirtmek gerekirse dünya imtihan ve sınama yurdudur. Orada kendisine varlık verilen kişi, buna hak sahibi olduğu için verilmemekte, verilmeyen kişi de cezalandırılmak için yapılmamaktadır. 
Bilâkis verilen nimetler, şükredip sevap kazanmakla şükretmeyip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir. Her ne kadar kendisine nimet verilmeyen kişi, ne yaptım da verilmedi diyebilirse de, bilmek gerekir ki nimetler de, başa gelen belâlar da, sabredip sevap kazanmakla isyan edip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 108a) Dolayısıyla vermediği kişi, ben ne yaptım da bana verilmedi, diyemez; çünkü nimetler yapılana karşılık olsun diye değil, imtihan için verilmektedir, aksine bunlar insanı imtihana tâbi tutmak içindir. İmtihan çoğu kere beşerî arzulara aykırı olmak ve hoşa gitmeyen şeylere katlanmak şeklinde olur. Bazan da insanlara, kendilerine büyük görünen şeyleri vermek veya güç-kudret sahibi olmak şeklinde vuku bulur. Bütün bunlar, insanın tercih ettiği ve terk ettiği şeylerde Allah rızası için mi davrandığı belli olsun diye; taşıdığı arzunun her şeyin mülkiyeti gerçekten uhdesinde bulunan yüce zâta duyulan kulluk arzusunun eseri mi, yoksa hiç tahkik etmeden hileler ve aldatmalar peşinde koşan kişiye duyulan eğilimin eseri mi olduğu ortaya çıksın diye sınamak amacını taşımaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir." (Tevilat'ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân, 26)
| | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!