Saat problemlerinde açı özellikleri


Saat, zamanı ölçmeye yarayan alettir. İki farklı zaman arasındaki farkı insanlar tarafından oluşturulan ölçüler dahilinde ölçmeyi sağlar. Mısırlılar, Güneş'in her gün belirli bir düzende doğup battığını keşfetmişti. Bundan yararlanarak güneş saatini icat etmeyi başardılar. Bu saat çeşidinde dik duran bir cismin güneşin geliş açısına göre oluşturduğu gölge boyuna bakılarak saat hesaplanıyordu. Ancak güneş saati, geceleri güneş olmadığından çalışamıyordu. Bunun üzerine Antik Mısırlılar kum saati ve su saatini icat ettiler. Su saatinin temel prensibi, suyun düzenli bir şekilde bir kaba veya bir kaptan dışarı akması üzerine kuruludur. Güneş saatinden sonra, muhtemelen MÖ 16. yüzyılda yine Mısırlılar veya Babilliler tarafından kullanılmaya başlandığı kabul edilir. (Bkz. Saatlerin Tarihsel Gelişim Süreci)
Saat Problemleri:Bir analog saat üzerinde, 360 dereceyi 12 parçaya böldüğümüzde, her iki sayı arası için, 30 derece düşer. Dolayısıyla akrep bir saatte 30 derecelik yol alır. Yelkovan ise, bir saatte 360 derecelik yol alır. Yani 60 dakikada 360 derecelik yol alırsa, yelkovan 1 dakikada 6 derecelik yol alır. Saat problemleri ile ilgili aşağıda iki örnek soru çözümü verilmiştir.

| | Devamı... 0 yorum

Saatin tarihsel gelişim süreci

Saat, zamanı ölçmeye yarayan alettir. Saat, iki değişik zaman arasındaki farkın, insanlar tarafından oluşturulan ölçüler dahilinde ölçülmesini sağlayan alettir. Mısırlılar, Güneş'in her gün belirli bir düzende doğup battığını keşfetmiştir. Bundan yararlanarak güneş saatini icat etmeyi başardılar. Bu güneş saat çeşidinde, dik duran bir cismin güneşin geliş açısına göre oluşturduğu gölge boyuna bakılarak saat hesaplanıyordu. Ancak güneş saati, geceleri güneş olmadığından çalışmıyordu. Bunun üzerine Antik Mısırlılar, kum saati ve su saatini icat ettiler. Su ve kum saatlerinin temel prensibi, suyun/kumun düzenli bir şekilde bir kaba veya bir kaptan dışarı akması üzerine kuruludur. Bu saat çeşitlerinin güneş saatinden sonra, muhtemelen MÖ 16. yüzyılda yine Mısırlılar veya Babilliler tarafından kullanılmaya başlandığı kabul edilir.  Hint ve Çin coğrafyalarında da güneş saatleriyle birlikte su ve kum saatleri de erken dönemlerde kullanılmıştır.
Zamanı göstermek için altıncı yüzyıldan itibaren, Çin’de bir başka saat çeşidi olarak "işaretli mumlar" da zamanı göstermek için kullanılmıştır. Astronomik ve astrolojik saat yapımı da, Çin’de M.S. 200 ila 1300 yılları arasında geliştirilmiştir. Erken dönemde Çinli astronomlar, astronomik olayları gösteren çeşitli mekanizmaları kullanmıştır. Gök bilimci Su Sung ve ortakları 1088 yılında ayrıntılı bir su saati inşa ettiler. İslam Dünyasında saat hususunda, Mısır ve Çin uygarlıklarının kendilerinden önceki dönemlere ait ilerlemelerinin geliştirilerek kullanıldığı, tarihi vesikalarda tespit edilmiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid (763-809) zamanında, Kudüs'te Hristiyan hacılara iyi davranılması konusunda istekte bulunan Büyük Karl'a gönderdiği çeşitli hediyeler arasında bulunan bir saat, o zamanın Avrupa'sında büyük ilgi uyandırmıştır. Harun Reşid'in hediyesi bu saatin çanı çalınca, kralın huzurundakiler, içine şeytan girmiş diye korkarak kaçıştıkları rivayet edilmiştir.[1] Frenkler’i şaşkına çeviren bu saat karşısında hayrete düşen Kral'ın yanındakiler, sihirli sandıkları saati kırmaya çalışmalarına rağmen İmparator orada olanları engellemiştir. [2] 
Cebir ilminin kurucusu kabul edilen matematikçi Muhammed b. Musâ el-Harezmî (ö. 232/847) namaz vakitlerini belirlemeye yarayan pergel gibi zamanı gösteren bir alet yaptığı da kaynaklarda zikredilmiştir. İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî’nin (1136-1206) "Kitâb fî Maʿrifeti’l-ḥiyeli’l-hendesiyye" adlı eserinde ele alınan günümüzdeki çalar saatlere benzer uyarıcı bir su saatinden bahsedilmiştir. El-Cezeri'nin eseri 'nin Kitâbü’l-Ḥiyel’de çok ilginç dört adet mum saati tanıtılmaktadır. Yemen’deki Resûlîler Hanedanı’nın sultanı el-Melikü’l-Eşref Ömer b. Yusuf (694-696/1295-1296)'un “Muinu’t-Tullâb alâ Ameli’l-Usturlab” eserinde Kahire’nin enlem derecesi için imal ettiği güneş saati çizimi de, ilk dönem saatlerine İslam dünyasının örnekleri olarak gösterilebilir.[3] Mısır ve Çin coğrafyalarında ilk örneklerine rastlanılan bu tür saatlerin, Ortaçağ İslâm dünyasında da sıklıkla kullanıldığı bu misallerden anlaşılmaktadır. 
Mekanik saatler, eski su saatlerinin yerini almış ve ilk saat mekanizması 1275 yılında icat edilmiştir. 1300’lerin başında, İtalya’da üç adet mekanik saat inşa edild Bir saat mekanizmasının ilk çizimi 1364 yılında Jacopo di Dondi tarafından yapılmıştır. 14. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar geniş mekanik saatler birkaç kentin kulelerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Alman kilit ustası Peter Henlien, tarihte bilinen ilk kurmalı saati 1524 yılında üretmiştir. 16. yüzyılda, daha önce saat yapımında kullanılan demir yerine, prinç, bronz ve gümüş kullanılmaya başlandı. 1540 yılında reformcu John Calvin'in insanları takı kullanmaktan men etmesiyle dönemim kuyumcuları geçimini sağlamak için başka bir zanaat öğrenmek zorunda kalmışlar ve bu nedenle İsviçre saat endüstrisi doğmuştur. Galileo, sarkaçlı saat hareketini 1582 tarihinde Huygens'ten daha önce incelemiş olmasına rağmen sarkaç saat tasarımı patentini alamamıştır. Christiaan Huygens, 1656’da “doğal” bir salınım periyoduna sahip bir mekanizma tarafından düzenlenen ilk sarkaçlı saati yapmıştır. Huygens’in sarkaçlı saatinde günde 1 dakikadan daha az bir hata veriyordu ve daha sonraki düzeltmeler sayesinde saatin hatalarını günde 10 saniyeye düştü. 1770 yılında ise ilk kez kendi kendine sarmalı mekanizma Abraham-Louis Perrelet tarafından icat edildi. 
İslâm âleminde mekanik saatlerle ilgilenen ilk kişi 1579 yılında İstanbul Rasathânesi’ni kuran, Takıyyüddin er-Râsıd’dır. Takıyyüddin saatçilik üzerine "el-Kevâkibü’d-dürriyye fî vażʿi’l-benkâmâti’d-devriyye" isimli bir kitap yazmıştır. Ayrıca onun "Âlât-ı Raṣadiyye" adlı gökbilim aletleriyle ilgili kitabında da bir astronomik saatin nasıl gerçekleştirileceği anlatılır. [4] 18. yüzyılın sonlarından itibaren sayıları gittikçe artan büyük İstanbul camilerinin yanlarındaki muvakkithânelere namaz saatlerini belirlemede yardımcı olması için büyük boy sarkaçlı saatler konulmuştur. Osmanlılar’da II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) gündeme gelen saat kulelerinin yapımındaki Avrupa'ya nazaran bu gecikmenin sebebi, zaman kavramının namaz vakitlerine sıkı sıkıya bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. 
İlk kol saati, 1812 yılında Napoli Kraliçesi için üretilmişti. Ancak kol saatlerin ilk ortaya çıkış tarihi 1570’li yıllara kadar dayansa da, o zamanlar kol saati olarak tanımlanmamıştır. 1884 yılına kadar Greenwich’teki bir konferansta küresel zaman ölçümü konusunda anlaşmaya varıldı ve Greenwich Ortalama Saati’ni uluslararası standart olarak kabul edildi. Zamanın ölçümü ve bunun hesaplanması için kullanılan araçların gelişimi sürekli devam etmektedir. En son seviyede bulunan atom saatleri henüz kişisel kullanım için uygun görülmemekle birlikte teknolojinin gelişimi sayesinde kullandığımız kol saatleri veya akıllı cihazlar atom saatleri ile iletişime geçerek en doğru zamanı gösterebilmektedir.

Helenistik dönemde (m.ö. 330-30) günümüzde olduğu gibi gün yirmi dört eşit saate bölünmeye başlanmıştır. Ancak Helenistik dönemdeki zaman algısı günümüz dünyasından farklı olarak, günün öğleyin zeval vakti veya gece yarısı başlatılması ile (zevâlî, alafranga) akşam güneş batarken başlatılması (gurûbî / ezânî, alaturka) gibi iki farklı uygulamaya yol açmıştır. İslam Dünyasında buna benzer biçimde günümüzdeki anlayıştan farklı olarak Hicrî kamerî takvimde, aylar hilâl doğarken yani güneş ufukta batarken başlar. Yeni ayla birlikte yeni bir gün başlar ve güneşin alçalarak üst kenarının ufuk çizgisine teğet hale geldiği anda; saat 12.00 yahut 00.00 olduğu kabul edilir. Dolayısıyla başlayan gece geçmiş güne değil, bu yeni güne ait sayılır. Bu sebeple hicrî takvimdeki mübarek sayılan cuma geceleri milâdî takvimin perşembe, kandil ve bayram geceleri de yine bir gün öncenin gecesine rastlar. Bu şekildeki Hicri Takvim ve saat uygulaması; Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türkiye'de, Avrupa ile saat ve tarih uyuşmazlığı gerekçe edilerek, Türkiye Cumhuriyeti Dahiliye Nezâreti’nin yayımladığı Nisan 1912 tarihli tâmimle alafranga ve alaturka saat sistemlerinin bir arada kullanılmasının ortaya çıkardığı sorunlar dile getirildikten sonra, tüm resmî dairelerde alafranga saatin kullanılması, 26 Aralık 1925 tarih ve 697 sayılı kanun ile zorunlu kılınmıştır. “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gün gece yarısından başlar ve saatler 0.00’dan 24.00’e kadar sayılır”; 2. maddesinde, “İzmit civarından geçen, Greenwich’e göre 30. derecede bulunan boylam dairesi bütün Türkiye Cumhuriyeti saatleri için esastır.” maddesi ile bu kanun yürürlüğe girmiştir.

KAYNAKÇA:
[1] Hitti, 298; Muhammed Hudari, Tarih, I/133; G. Labon, Hadâretü’l-Arab, çev.: Adil Zuaytır, Kahire 1948, 215; G. Sarton, Introduction of the History of Science, London 1962, c. I, s. 527. 
[2] Muhammed Hudari, c. I, s. 133
[3] Fuat Sezgin, c. III, s. 85.
[4] Atilla Bir- Mustafa Kaçar, “Saat”, DİA, İstanbul 2008, c. XXXV, s. 323.

Açı ölçü Birimleri

Açı ölçü birimi olarak genellikle günlük hayatta derece birimi kullanılır. Dereceden başka açı ölçü birimi olarak özellikle trigonometri alanında sıklıkla radyan birimi kullanılır. Grad da bir başka ölçü birimidir. Haritacılık ve askeri alanlar gibi daha hassas ölçüm gerektiren yerlerde sıklıkla grad birimine ihtiyaç duyulur. Küre yüzeyinde de açıları ifade edebilmek için, steradyan (katı açı) birimi tanımlanmıştır.

Derece; bir çemberin çevre yay uzunluğu, 360 eş parçaya ayrıldığında bu parçalardan her birinin merkezle oluşturduğu açının ölçüsü, 1 derece olarak ifade edilir.
| | | | Devamı... 0 yorum

Nasreddin Hoca ve üç papaz hikayesi

Rivayet odur ki, Sultan Alaaddin zamanında üç Hristiyan papaz, Anadolu’yu dolaşarak halkın kafasını karıştırmayı kendilerine görev edinmişler... Gittikleri yerlerde o yörenin en âlim kişisini bulup, papazlardan her biri o alim kişiye cevabı bilinmeyen bir soru soruyorlar ve âlimi halk nezdinde küçük düşürüyorlarmış... Gel zaman git zaman bu üç papazın şöhreti halk arasında yayılmaya başlamış. Halk çaresizlik içinde kalarak, bu papazların karşılarına çıkaracakları ve onların sorduklarına cevap verecek kimseleri bulamaz olmuşlar. Köy halkları, papazların bu durumları karşısında çaresizlik içinde aciz kalmaya başlamışlar...

Köyde yaşayan bir aklı evvelin gönlüne Nasreddin Hoca düşmüş, kendi kendine "bu papazların sorularına cevap verse verse bizim Nasreddin Hoca verir" diyerek Nasreddin Hoca’yı köye çağırmış. Hoca eşeğini yedeğine almış olarak  halkın toplanmış olduğu köy meydanına gelmiş ve onu çağıran kişiden yaşanan olayları dinlemiş ve papazların karşısına çıkıp sorularına cevap vermeye karar vermiş. Köylüler, papazları tekrar köy meydanına sorular sormaları için çağırmışlar. Nasreddin Hocayı karşılarında eşeği ile gören papazlar, Hocayı alaya alıp küçümsemişler ve şöyle demişler: 
“Eğer sen bizim söylediklerimize tam olarak cevap verirsen, biz senin dinine girer Müslüman oluruz, aksi halde sen bizim dinimize girersin tamam mı?” demişler. Hoca sakalını sıvazlayıp gevrek gevrek gülmüş ve; “Artık size cevap vermek lazım oldu.” demiş. Bu cevap üzerine papazlar sırasıyla Hoca'ya sorularını sormaya başlamışlar.
Birinci papaz, Nasreddin Hoca’ya bir adım daha yaklaşarak, “Söyle bakalım, dünyanın ortası neresidir?” der. Hoca, o gevrek gülüşünü arttırarak; “Ben de cidden bir soru soracağınızı zannetmiştim. Bunu bilmeyecek ne var; Benim karakaçanın sağ ön ayağının bastığı yerdir.” der... Papaz aptallaşmış, kem küm etmiş ve son bir gayretle; “Burası olduğu ne malum?” demiş. Nasreddin Hoca, papaz daha lafını bitirmeden sözü papazın ağzına tıkamış; “İhtimal vermiyorsan ölçüp bak, işte ben buradayım. Ben ve Karakaçan’ım seni burada bekliyoruz!..” Birinci papaz, durum karşısında çaresiz geri adım atmak zorunda kalmış.

İkinci papaz, ilkinin boynu bükük geri adım atması üzerine, hemen meydana gelerek sormuş “Söyle bakalım Hoca, gökte ne kadar yıldız vardır?” Nasreddin Hoca yine gülmüş, eşeğin sırtını sıvazlayarak; “Benim Karakaçan’ımın sırtında ne kadar kıl varsa, gökte de o kadar yıldız var...” demiş.
Papaz “Nereden belli Hoca saydın mı?” diye itiraz etmiş etmesine ama Nasreddin Hoca: “İnanmazsan otur say istersen.” demiş. Papaz bunun üzerine “Hoca! hiç eşeğin kılları sayılır mı?” diyerek itirazını sürdürmüş bunun üzerine Nasreddin Hoca: “Ee, madem eşeğin kılları sayılmaz, gökteki yıldızların adedi hiç sayılır mı?” diyerek cevabı yapıştırıvermiş. İkinci papaz da Nasreddin Hoca’nın son sözü ile savunmasını kaybedip boynunu bükerek geri çekilmiş.

Üçüncü papaz, diğer ikisinin yenilgisinden sonra ortaya atılarak sakalını sıvazlayıp: “Buraya kadar iyi idare ettin Hoca Efendi. Bu son soruya da cevap verebilirsen biz sözümüzden geri dönmeyiz. Senin dinine gireceğiz, ama şayet cevap veremezsen de sen bizim dinimize gireceksin kabul mü?” demiş.
Nasreddin Hoca: “De hele, sor şu güvendiğin soruyu...” demiş. Bunun üzerine son papaz sorusunu sormuş:  “Peki söyle bakalım benim sakalımda kaç kıl var?” Nasreddin Hoca, hemen yanındaki eşeği Karakaçan’ın kuyruğunu kavrayarak; “Şu bizim Karakaçan’ın kuyruğunda kaç kıl varsa, senin sakalında da o kadar kıl var.” diye cevap vermiş. Papaz: “Amma yaptın Hoca, nereden belli aynı olduğu?” diyerek itiraz etmiş. Nasredin Hoca: “Eğer bana itimadın yoksa, gel bir kıl senin sakalından, bir kıl da bizim eşeğin kuyruğundan koparalım; denk gelmezse o zaman konuşalım...” demiş.
Üçüncü papaz bu teklif karşısında mecburen gerilemek durumunda kalmış ki zaten maksatları sorularına cevap almak değil, karşılarına diktikleri âlimleri âciz bırakmakmış. Ancak sonunda da kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşler ve Nasreddin Hoca'nın hazır cevaplığı karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlar. Yaptıkları davranıştan dolayı köy halkından da özür dileyerek, verdikleri sözü tutup müslüman olmuşlar. 

Nasreddin Hoca, Sivrihisar yöresinde 1208 yıllarında doğmuştur. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Nasreddin Hoca, ilk derslerini babasından almıştır. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi gören Nasreddin Hoca, babasının vefatı üzerine Hortu’ya dönerek köyün imamı olmuştur. Daha sonra Mutasavvıf Seyyid Muhammed Hayrânî’nin talebesi olmuş ve hocasının Akşehir’e göçmüştür. Nasreddin Hoca, 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrânî ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinlemiştir. Bir rivayete göre medresede ders okutmuş ve kadılık görevinde de bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca şekline dönüşmüştür. 
Nasreddin Hoca, sağlam bir İslam inancına, köklü bir dinî bilgiye  ve ciddi bir ahlakî yapıya sahiptir. Tasavvuf kültürüne de vakıf olan Nasreddin Hoca, bir çok tarihî yazma eserlerde evliyalar arasında zikredilmiştir. Nasreddin Hoca Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde “hakîm ulu bir can” olarak tanıtılır. Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak olan Ebu’l-Hayr Rûmî’nin Saltuknâmesi’nde (M. 1495) Sarı Saltuk, Nasreddin Hocaya bir hediye göndererek kendisinden dua talebinde bulunur. Nasreddin Hoca, Miladi 1284 tarihinde Akşehir’de vefat etmiştir. 
Nasreddin Hoca, Anadolu kökenli bir karakter olmasına karşın fıkraları Doğu Türkistan'dan Macaristan'a, Güney Sibirya'dan Kuzey Afrika'ya Türkçe konuşulan ve Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında bulunan bölgelerde anlatılarak zaman içerisinde farklı ülkelerde farklı diller konuşan insanlarca da benimsenmiştir. Günümüzde Türklerin siyasi ve kültürel etkisine bağlı olarak Bulgarlar, Çinliler, Ermeniler, Gürcüler, İtalyanlar, Ruslar aralarında bulunduğu Türk olmayan toplumlarda da Nasreddin Hoca fıkralarının benzerleri yer almaktadır. Bu toplumlarda zikredilen fıkralar, yazıldıkları çevrenin ulusal ve bölgesel özellikleri gereğince kısmen değişmiş, temalar ve hikâyenin kahramanı yeni biçimler alarak düzenlenmiştir.
| Devamı... 0 yorum

Düzlemde Dönüşüm Fonksiyonu ve Öteleme

Düzlemin noktalarını yine düzlemin noktalarına eşleyen bire bir ve örten fonksiyona düzlemin bir dönüşümü adı verilir. Analitik düzlemde verilen herhangi bir nokta düzlemde bir dönüşüm fonksiyonu altında aynı ya da farklı başka bir noktaya eşlenebilir.
Dönüşümler öteleme, yansıma ve dönme başlıkları altında incelenebilir. Bu dönüşümlerin ayrıntılarına geçmeden önce dönüşüm fonksiyonuna biraz örnek vermek yerinde olacaktır.

Behlül Dânâ Hikayeleri

Halid Ziya Uşaklıgil’in rezil romanı ile adını son zamanlarda duyduğumuz "Behlül" ismi, esasında Abbas halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış büyük bir veliyi hatırlatır. "Behlül" ismini olumsuzlukla tanıtıp hatırlatanlara karşı, inadına asıl Behlül'ü tanıtalım. Peki kimdir Behlül Dânâ? 
Behlül Dânâ’nın asıl adı Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmez. Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve Bağdat'ta vefât etmiştir. Vefatı kesin olmamakla birlikte 806 yılı civarındadır. Behlül Dânâ, halk arasında “Behlûl-i Dîvâne” ve “Sultânü’l-meczûbîn” olarak da anılmış olup Abbâsî Halifesi Hârun Reşid (788-809) ile yakın ilişkisi sayesinde “Behlül er-Reşid” olarak tanınan ünlü bir zattır.  Hakkındaki bilgiler çoğunlukla ona atfedilen büyük ölçüde menkıbe ve fıkralardan oluşur. “Behlül” kelimesi Farsçada meczup, deli, çok gülen gibi anlamlara gelirken; “Dânâ” ise “çok bilen”, “bilgin” demektir. Bu bağlamda “Behlül Dânâ”, “bilgin meczup” veya “akıllı deli” anlamını taşır; yani hem güldüren hem de öğüt veren bilgin anlamına gelir. Behlül, ilâhî cezbeye tutulduktan sonra kendinden geçmiş ve nefsini tamamen silmiş, bundan sonra halk arasında onlara uymayan garip davranışlar sergilemiştir. Mezarlarda ve harabelerde dolaşmayı, yalnızlığı ve çocuklarla şakalaşmayı seven Behlül’ün sözleri, nükteli ve iğneleyici olsa da genellikle hikmet dolu ve uyarıcı olmuştur. Bazı menkıbelerde Hârun Reşid’in kardeşi, yeğeni veya nedimi olarak da gösterilmiştir. Behlül Dânâ, Halifeye hatalarını çekinmeden söylemiş, onu uyarmak için bulduğu fırsatları değerlendirmiştir.
Tasavvufî eserlerde Behlül, Allah âşığı bir sûfî ve meczup olarak tanıtılmış; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Şa‘rânî, İbnü’l-Cevzî ve Attâr gibi pek çok klasik yazar onun Hak âşığı olduğunu vurgulamıştır. Behlül’ün hikâye ve fıkraları Arap, İran ve Türk halk edebiyatında geniş yer tutmuştur. Şia kaynakları, Behlûl Dİma'yı İmam Cafer es-Sâdık’ın talebesi olarak gösterse de, bu iddialarına ilmî delil yoktur. Aşağıda Behlül Dânâ'ya atfedilen bazı nükteli hikayeler verilmiştir. 

Vicdanın Sesi
Bir gün Behlül Dânâ, halife Harun Reşit’in huzuruna çıkarak ondan bir görev ister. Harun Reşit bir süre düşündükten sonra ona, “Sana fırınları denetleme işini veriyorum. Git, fırınları dolaş, ekmekleri kontrol et,” der. Behlül Dânâ bu görevi hemen kabul eder ve çarşıya çıkarak işe koyulur. İlk girdiği fırında ekmeklerin gramajını kontrol eder. Bakar ki ekmekler olması gerekenden eksiktir. Bunun üzerine fırıncıyı yanına çağırır ve ona birkaç soru sorar: 
“Nasılsın, halin vaktin yerinde mi? Ailenle aran nasıl, geçimin iyi mi?” Fırıncı bu soruların hepsine olumsuz cevap verir; mutsuzdur, geçim sıkıntısı içindedir. Behlül Dânâ hiçbir ceza kesmeden oradan ayrılır. Fırıncı şaşırır ve arkasından seslenir: “Hiç mi ceza yazmayacaksın?” Behlül sadece “Hayır” diyerek yoluna devam eder. 
Daha sonra başka bir fırına girer. Bu kez ekmekleri tarttığında ekmeklerin olması gerekenden fazla olduğunu görür. Fırıncıyı yanına çağırır ve aynı soruları sorar: “Halin nasıl? İşinden memnun musun?  Ailenle aran nasıl?” Fırıncı bu soruların hepsine olumlu yanıt verir; mutludur, huzurludur, geçimi yerindedir. 
Behlül Dânâ bunun üzerine doğruca Harun Reşit’in yanına döner ve “Efendim, ben bu işi yapmayacağım. Bana başka bir görev verin,” der. Harun Reşit şaşırır: “Neden vazgeçiyorsun? Daha az önce sana bu işi verdim der. 
Behlül Dânâ, tebessüm ederek şöyle cevap verir: “Efendim, ben çarşıyı dolaştım. Gördüm ki benden önce bir başka ‘ağa’ gelmiş. Ekmeklerle birlikte insanların vicdanlarını da tartmış hesaplarını görmüş. Kimin terazisi eksikse onun gönlü de dertli, kimin ekmeği fazlaysa onun kalbi de huzurlu. Yani herkesin hesabı kendi vicdanında görülmüş. Artık bana gerek kalmamış.” 
İnsanların yaptıkları işler, onların iç dünyalarının bir yansımasıdır. Vicdanı rahat olanın terazisi de doğrudur; içi sıkıntı dolu olanın ise terazisi şaşar. Gerçek denetim, dıştan değil, insanın kendi vicdanından başlar.
| | | | Devamı... 0 yorum

Yağmur, Nurullah Genç

Var eden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat.
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım,
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları,
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım.

Hasretin alev alev içime bir an düştü,
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü,
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde,
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü.
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin,
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla,
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin,
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla,
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak,
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak.
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım,
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım.

Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü,
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü,
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe,
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.
Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden,
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına,
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden,
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına,
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin,
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin.
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım,
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım.

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü,
Göğsümüzden umutlar bican düştü,
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin,
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü.
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan,
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar,
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan,
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar,
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri,
Paramparça, ateşler şahının hayalleri.
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım,
O mücella çehreni izleseydim ebedi,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü,
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü,
Katil sinekler deldi hicabın perdesini,
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü.
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında,
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin,
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında,
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin,
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü,
On asırlık ocağın savururdum külünü.
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım,
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü,
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü,
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara,
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.
Badiye yaylasında koklasaydım izini,
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar,
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini,
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar.
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya,
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya.
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım,
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım.

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü,
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü,
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi,
Hakların temeline sanki bir volkan düştü.
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri,
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir,
Erdemin, bereketin doldurur haneleri,
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir,
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların,
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların.
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım,
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım.

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü,
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü,
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer,
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü.
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini,
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir,
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini,
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir,
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından,
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından.
Madeni arzuların ardında seyre daldım,
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım.

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü,
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü,
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali,
Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü.
Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin.
Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım,
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım.

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü,
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü,
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan,
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü.
Islaklığı sanadır ahımın, efganımın,
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler,
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın,
Nazarın ok misali karanlıkları deler.
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin,
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin.
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım,
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım.

Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü,
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü,
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün,
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü.
Nefesinle yeniden çizilecek desenler,
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek,
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler,
Anneler çocuklara hep seni içirecek,
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin,
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin.
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.

Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü,
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü,
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın,
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü.
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
| | | | Devamı... 0 yorum

Cauchy-Schwarz eşitsizliği

Cauchy-Schwarz eşitsizliği, bazı matematik kitaplarında sadece Schwarz eşitsizliği veya sadece Cauchy eşitsizliği veya Cauchy-Schwarz-Bunyakovski eşitsizliği olarak da geçmektedir. Matematik bilimi teorisinde önemli bir eşitsizlik olup, çeşitli matematiksel uygulamalarda kullanılmaktadır. Cauchy-Schwarz eşitsizliği; analiz, lineer cebir, olasılık ve istatistik konuları  arasında sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle vektörler alanında, sonsuz seriler ve çarpım uygulamalarında, varyans ve kovaryans hesaplamalarında eşitsizlik çok kullanılmaktadır. Toplamlar için bu eşitsizlik ilk defa Augustin Louis Cauchy tarafından 1821'de ve integraller için ise bu eşitsizlik ilk defa Viktor Yakovlevich Bunyakovsky tarafından 1850'de ve sonra tekrar olarak Hermann Amandus Schwarz tarafından 1888'de ortaya atılmıştır. Bu nedenle eşitsizlik üç ismin adıyla matematik kitaplarda yer almıştır.

| | | | | Devamı... 0 yorum

Sayılabilir Sonsuzluk Kavramı

Sonsuz kavramı, matematikte farklı bir tanımlamadır. "Lemniscate", “sonsuzluk” ya da “sekiz” şeklinde (∞) bir eğriyi ifade eden genel bir terimdir. Kelime, Latince lēmniscātus (“kurdeleli”) ve Yunanca λημνίσκος (lēmniskos) (“kurdele”) sözcüklerinden gelir. Genellikle matematik ve fizikte herhangi bir sonu olmayan kavramları veya sayıları tanımlamak için kullanılır. Matematiksel denklemi: (x2+y2)2−cx2−dy2=0 şeklinde olup d<0 olduğunda eğri bir lemniskattır. Proclus, Johann ve Jakob Bernoulli, Gerono, Cassini gibi matematikçiler çeşitli lemniscate eğrileri tanımlamıştır.
Matematikte “sonsuz” kavramı bazen sayı gibi ele alınır; örneğin “sonsuz sayıda terim” ifadesinde olduğu gibi burada sayılamayacak kadar çoklukta bir sayı adedi olduğunu ifade eder. Ancak gerçek sayılar kümesinde sonsuzluk bir sayı olarak yer almaz. Bazı sayı sistemlerinde ise "sonsuz küçük" değerler tanımlanabilir. Sonsuz küçük değer, sıfırdan büyük ama her gerçek sayıdan daha küçük olan bir önemsenmeyecek kadar küçük olan bir niceliktir. Yani “çok çok küçük ama sıfır olmayan” bir sayı gibi düşünülebilir. Matematikte, limit kavramı içindeki ε (epsilon) genellikle böyle "Sonsuz küçük" değeri temsil eder. Sonsuz küçük değer olanın çarpmaya göre tersi alınırsa ε’nin tersi (1/ε gibi) çok büyük bir sayı olur ve bu bir sonsuz sayı olarak düşünülebilir. Buradaki sonusz kavramı, normal sayılarla ifade edilemez; sürekli artan bir niceliği temsil eden ve büyüklüğünün bir sınırı olmayan değerdir.
19. ve 20. yüzyıllarda yaşamış matematikçiler bu alanda çalışmalar yapmıştı. Özellikle Georg Cantor, sonsuz ve sonsuz kümeler üzerine önemli çalışmaları ile bilinir. (Bkz. Georg Cantor) G. Cantor’un kuramına göre farklı boyutlarda sonsuz kümeler vardır. Örneğin, tamsayıların oluşturduğu küme “sayılabilir sonsuz” olarak adlandırılırken, gerçek sayıların oluşturduğu küme “sayılamayan sonsuz” olarak tanımlanır. Bu kavramlar başlangıçta anlaşılması zor ve hatta kabul edilmesi güç olsa da, günümüzde küme teorisi, analiz ve matematiksel mantığın temel taşlarından biri hâline gelmiştir. Matematikte bir küme sonsuz ise, elemanlarını tek tek sayarak sona ulaşmak mümkün değildir. Örneğin doğal sayılar kümesi (1, 2, 3, …) sonsuzdur. Cantor, sonsuzun yalnızca bir sıfat olmadığını, aynı zamanda ölçülebilir bir büyüklük olabileceğini göstermiştir. Eğer bir küme, doğal sayılarla bire bir eşleştirilebiliyorsa sayılabilir sonsuzdur; bu yapılamıyorsa sayılamayan sonsuzdur. Örnek vermek gerekirse, tüm tam sayılar ve rasyonel sayılar sayılabilir sonsuz kümelerdir, ancak gerçek sayılar sayılamaz sonsuzluktadır; bu nedenle gerçek sayılar daha büyük bir sonsuzluk olarak kabul edilir. Tüm çift sayılar her doğal sayıya bir çift sayı atayarak doğal sayılarla eşlenebilir. Rasyonel sayılar da bir listeye dizilebilir; böylece rasyonel sayılar sayılabilir sonsuz olarak kabul edilir. Buna göre doğal sayıları listeleyebilirsiniz, ama gerçek sayıları listeleyemezsiniz. G. Cantor’dan önce matematikçiler, bazı sonsuz kümelerin doğal sayılarla bire bir eşlenebileceğini fark etmelerine rağmen bunu kuramsallaştıran Cantor olmuştur. 
Doğal sayılar N={0,1,2,3,4......} ile pozitif tamsayılar aynı kardinaliteye sahiptir. Eşleme fonksiyonu şöyle yazılabilir: f(n) = n+1  
Doğal sayılar ile çift sayılar aynı kardinaliteye sahiptir. Eşleme fonksiyonu şöyle yazılabilir:  
Tüm tamsayılar da doğal sayılar ile aynı kardinalitededir. Eşleme fonksiyonu şöyle yazılabilir: n çift ise f(n)=
G. Cantor, 1872’de rasyonel sayılar kümesi üzerinde çalıştı. Rasyonel sayılar, doğal sayıları da içerir çünkü her tam sayı n, n/1 olarak yazılabilir. Her iki rasyonel sayı arasında sonsuz başka rasyonel sayı vardır. Görünüşte rasyonel sayılar doğal sayılardan çok daha fazla gibi görünse de, Cantor bunların sayıca eşit olduğunu kanıtlamıştır. Bu, rasyonel sayıları bir matrise yerleştirip diyagonal bir şekilde listeleyerek yapılabilir; bu sayede rasyonel sayılar doğal sayılarla bire bir eşlenebilir. Bu tür kümelere sayılabilir sonsuz kümeler denir ve kardinalitesi  (alef sıfır) ile gösterilir.   
Her rasyonel sayı iki tam sayının a ve b aralarında asal tam sayılar olacak biçimde a/b şeklinde yazılmasıyla oluşturulabilir. Buna göre bu sayı çiftleri bir ızgara gibi spirale yerleştirilir ve doğal sayılara birebir eşlenir. Böylece  yoğun olmasına rağmen sayılabilir olur. Bunu izah ederken tüm tam sayı çiftlerini (a,b) iki boyutlu bir koordinat düzleminde düşünebiliriz. Her nokta bir rasyonel sayıyı temsil eder (geçerli olması için b ≠ 0 ve a, b aralarında asal olmalı). Örneğin: (1,2) noktası →1/2 ve (−3,5) noktası →-3/5 ve (0, 0) noktası → 0 sayısını temsil edecek şekilde yerleştirelim. Bu şekilde devam ettiğimizde düzlemdeki tüm noktaları bir sprial (örneğin merkezden dışa dönen bir yol) boyunca tek tek sıralayabiliriz. Böylece her (a,b) çifti, spiraldeki bir sıraya (doğal sayıya) karşılık gelir. Bu spiral yöntemiyle her nokta (a,b) sadece bir tane doğal sayıya denk gelir. Yani iki farklı nokta (örneğin (1,2) ve (3,4)) aynı doğal sayıya karşılık gelmez. Bu yüzden birebir eşleme vardır. Spiral her noktaya gider ama her nokta bir rasyonel sayıyı temsil etmez (bazıları geçersizdir, örneğin b=0 noktası için bir karşılık bulunamaz.) Yani bazı doğal sayılar “boş” kalır ama bu problem değildir, çünkü bizim için önemli olan birebir eşlemenin olmasıdır tam kapsama gerekli değildir. Sonuç olarak |Q| ≤ |N| olduğunu görürüz. Bu eşleme sayesinde rasyonel sayıların kümesi, doğal sayılardan daha fazla değil (en fazla o kadar) eleman içerir. Ayrıca, her doğal sayı da bir rasyonel sayıdır (örneğin 3 = 3/1), dolayısıyla |N| ≤ |Q| de doğrudur. Cantor–Bernstein Teoremi’ne göre bu |Q| ≤ |N| ve  |N| ≤ |Q| iki koşulu varsa o zaman |Q| = |N| olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak Rasyonel sayılar sonsuzdur, ama “doğal sayılar kadar” sonsuzdur. Yani sayıca aynı büyüklüktedirler — her rasyonel sayı bir doğal sayıyla eşleştirilebilir.
G. Cantor’un bir sonraki sorusu, gerçek sayıların kardinalitesi olmuştur. Gerçek sayılar, sürekli sayı doğrusu üzerindeki tüm noktaları içerir, irrasyonel sayıları da kapsar. Cantor, gerçek sayıların doğal ve rasyonel sayılardan “daha büyük” olduğunu kanıtladı. Bunu, diyagonal argüman ile gösterdi: 0 ile 1 arasındaki gerçek sayılar bir listeye alınmış olsa bile, listedeki her sayının ondalık basamaklarından yeni bir sayı türetmek mümkündür. Bu yeni sayı, listedeki hiçbir sayı ile aynı olmayacağı için, gerçek sayılar sayılamayan sonsuzluktur. Gerçek sayıların kardinalitesi kümelerin sürekliliği (c) olarak adlandırılır.
G. Cantor’un en dikkat çekici sonucu gerçek sayılar kümesinin doğal sayılarla bire bir eşlenemeyeceğini göstermesidir. Yani doğal sayılardan daha büyük bir sonsuzluk kavramı vardır. Bu düşünceyi destekleyen en ünlü kanıt Cantor’un diyagonal argümanıdır. Diyagonal argümanın özeti şöyledir: Varsayalım ki 0 ile 1 arasındaki tüm gerçek sayılar bir liste halinde yazılmış olsun. Bu dizide yer almayan bir sayı oluşturmak için listedeki her sayının i’inci ondalık basamağından farklı bir rakam seçerek yeni bir ondalık sayı oluşturulur. Bu yeni sayı listedeki hiçbir sayı ile aynı olamaz. Sonuç olarak, [0,1] aralığındaki gerçek sayılar listeye alınamaz; yani gerçek sayılar kümesi eşleştirme yapılamadığından gerçek sayılar "sayılamayan" sonsuzdur.
 
1874’te Cantor, 1 uzunluğundaki bir doğru ile 1 kenar uzunluğundaki bir kare arasındaki noktaların bire bir eşlenip eşlenemeyeceğini araştırdı. Sonuç, doğru ve karedeki noktaların aynı kardinaliteye sahip olduğuydu. Bu düşünce, küp veya n-boyutlu hiper-küp için de geçerlidir. Cantor bu sonucu görünce şaşkınlığını gizleyememiş ve “Görüyorum ama inanamıyorum!” demiştir. Cantor çalışmalarında farklı kardinal sayıları tanımladı ve ilkini  diğerlerini  olarak gösterdi.
  
G. Cantor, doğal sayılar () ve gerçel sayılar () kümesi arasında başka bir büyüklükte sonsuz küme olup olmadığını merak etti. Yani şöyle soruyordu: Doğal sayılar sayılabilir sonsuzdur ve kardinalitesi ile gösterilir. Gerçel sayılar sayılamayan sonsuzdur ve kardinalitesi c (süreklilik kardinalitesi) ile gösterilir.  olacak şekilde bir kardinal sayı var mıdır? Yani doğal sayılar ve gerçel sayılar arasında “orta büyüklükte” bir sonsuzluk var mı? Bu soru, Cantor’un zamanında sürekli hipotez (continuum hypothesis) olarak adlandırıldı. Hipotez, şöyle özetlenebilir: “Her sonsuz küme ya sayılabilir sonsuzdur  ya da gerçel sayılarla aynı kardinaliteye sahiptir (c). Arada başka bir sonsuzluk yoktur.” Cantor’un matematiksel araçları bu hipotezi çözmek için yeterli değildi. 1940’ta Kurt Gödel, hipotezin çürütülemeyeceğini yani standard matematik (ZFC aksiyomları) ile yanlışlanamayacağını gösterdi. 1963’te Paul Cohen, hipotezin kanıtlanamayacağını yani standart matematikle doğrulanamayacağını gösterdi. Böylece sürekli hipotez, modern matematikte bağımsız bir problem hâline geldi.
 
Georg Cantor’un bu kuramı, küme teorisi ve matematiğin temelleri açısından bir dönüm noktasıdır. Sayılamayan sonsuzluk kavramı analizde, topolojide ve mantıkta merkezi bir rol oynar. Sonsuzlukların farklı katmanlarının olması, matematiksel gerçeklik anlayışını değiştirmiştir. Bilgisayar biliminde diyagonal yöntemleri, Kurt Gödel’in eksiklik teoremleri ve Alan Turing’in durdurma problemi gibi çalışmalara temel oluşturmuştur. Başlangıçta Cantor’un fikirleri bazı matematikçiler tarafından felsefi sebeplerle reddedilmiş olsa da, günümüzde kuantum mekaniğinden karmaşık sistemlerin analizine kadar “sonsuzluk” ve “küme büyüklüğü” kavramları kritik hâle gelmiştir. Veri bilimi ve algoritma teorisinde sayılabilir ve sayılamayan kümeler arasındaki fark analizlerde kullanılmaktadır. 
 
Sonuç olarak, sonsuzluk kavramı sadece “sınırı olmayan, sayılamayan, çok büyük” bir kavram değildir; farklı türleri vardır ve bu türler birbirinden ciddi biçimde ayrılır. Georg Cantor sayesinde biliyoruz ki sonsuzluk tek bir büyüklük değildir; bazı sonsuz kümeler diğerlerinden daha büyüktür. 19.–20. yüzyıl dönümünde matematikçiler “sonsuzluk” kavramını ciddiye almaya başladılar. Bu sonsuzluk kavramı keşfi, gerçek sayılar, fonksiyonlar ve kümeler teorisinde büyük ilerlemelere yol açmasına rağmen aynı zamanda çelişkiler ve paradokslara neden olmuştur. Ünlü sonsuzluk paradokslarından ikisini burada açıklayarak yazıyı bitirelim. 
 
Hilbert’in Oteli, sonsuzluk kavramının tuhaf sonuçlarını göstermek için geliştirilen ünlü bir düşünce deneyidir. Bu otelde sonsuz sayıda oda vardır ve her oda dolu durumdadır. Buna rağmen, yeni bir misafir geldiğinde yine de ona yer açmak mümkündür.Otelin yöneticisi, her misafirin bir sonraki odaya geçmesini ister:1 numaralı odadaki kişi 2 numaralı odaya,2 numaralı odadaki kişi 3 numaralı odaya,3 numaralı odadaki kişi 4 numaralı odaya geçer,ve bu düzen sonsuza kadar devam eder.Böylece 1 numaralı oda boşalır ve yeni gelen misafir rahatça yerleşebilir. Aynı mantıkla, eğer sonsuz sayıda yeni misafir gelirse, mevcut misafirler odalarını ikiyle çarparak (1→2, 2→4, 3→6 …) yeni odalara geçer; böylece tüm tek numaralı odalar yeni misafirlere ayrılır.Bu düşünce deneyi, sonsuzluk kavramının sezgilerimize ters düşen yönlerini ortaya koyar: Otel tamamen dolu olsa bile, hala yer açılabilir; çünkü sonsuz bir otelde son oda yoktur. Bu da, matematikteki “sonsuzun bitmeyen” ve “sınır tanımayan” doğasını çarpıcı bir şekilde gösterir.
 
Zeno’nun paradoksu, hızlı koşucu Aşil ile yavaş bir kaplumbağa arasındaki hayali bir yarışı anlatır. Aşil, kendine güvendiği için kaplumbağaya küçük bir başlangıç avantajı verir. Zeno’ya göre, bu durumda Aşil kaplumbağayı asla yakalayamaz. Çünkü Aşil önce, kaplumbağanın başladığı noktaya ulaşmak zorundadır. Ancak Aşil o noktaya geldiğinde, kaplumbağa biraz daha ilerlemiş olur. Aşil bu yeni mesafeyi kat ederken, kaplumbağa yine az da olsa daha ileriye gider. Bu süreç sonsuza kadar sürer: Aşil her seferinde aradaki mesafenin bir kısmını kapatır ama kaplumbağa hep biraz öndedir. Bu nedenle, Zeno’ya göre, Aşil kaplumbağayı yakalamak için sonsuz sayıda adım atmak zorunda kalır; bu da sanki asla yetişemeyecekmiş gibi görünür. Paradoks, sonsuz bölünme ve hareketin doğası üzerine düşünmeye yönelten klasik bir felsefi sorudur. 
 
Kaynakça:
*Macgregor, P. (2008, 1 Haziran). A glimpse of Cantor's paradise, https://plus.maths.org/content/glimpse-cantors-paradise
*Infinity and Countability, https://www.su18.eecs70.org/static/notes/n10.html
*A Foundational Crisis, Ted Sider Philosophy of Mathematics,https://tedsider.org/teaching/math/HO_crisis_in_foundations.pdf *A Discrete Solution for the Paradox of Achilles and the Tortoise, (2015), Vincent Ardourel, https://hal.science/hal-01929811/file/A_discrete_solution_for_the_paradox_of_A.pdf
*The True (?) Story of Hilbert’s Infinite Hotel, (2014), Helge Kragh, Centre for Science Studies, Department of Physics and Astronomy, Aarhus University, https://arxiv.org/pdf/1403.0059

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!