Tıkandı Baba Hikayesi

Bir nükte olarak söylenen "Vermeyince Mabud neylesin Mahmud" sözünün hikayesi hakkında şöyle bir hal nakledilir. Osmanlı devleti zamanında Sultan Mahmud kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazam ve birkaç muhafız ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip ot urmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: "Tıkandı Baba, çay getir"; "Tıkandı Baba kahve getir". Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmud'a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince:
- Baba sana neden "Tıkandı Baba" derler? Hele otur da anlat, demiş. Tıkandı Baba başlamış anlatmaya:
- Ben bir gece, bir rüya gördüm. Rüyamda tanıdığım tüm insanların bir çeşmesi vardı ve hepsinin çeşmesinden oluk oluk su akıyordu. Benim de bir çeşmem vardı fakat benim çeşmemdeki su ip gibi akıyordu. Sonra ben; "Keşke benim çeşmem de onlarınki kadar aksa" diye içimden geçirdim. Sonra yerden bir çomak alıp suyun geldiği oluğu dürtmeye başladım. Ben oluğu dürterken çomak kırıldı ve ip gibi akan suyum damlamaya başladı. Bu sefer ben; "Keşke çeşmem diğerlerininki kadar olmasa da, bari eskisi kadar aksa" diye içimden geçirdim ve oluğu kurcalamaya devam ettim. Ben uğraşırken suyun geldiği oluk tamamen kırıldı. Az önce damlayan suyum, tamamen kesildi. Ben yine uğraşmaya devam ediyordum ki, o sırada bir melek göründü; bana "Su Tıkandı artık, Artık uğraşma!" dedi. O gün bu gündür bu rüyamı kime anlattıysam adım "Tıkandı Baba'ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp zar zor geçinmeye çalışıyorum.
Tıkandı baba'nın anlattıklarından etkilenen Sultan Mahmud, muhafızlarına; "Bundan sonra her gün bu adama bir tepsi baklava getirin; her baklava diliminin altına da bir altın koyun." diye emir vermiş. Hemen ertesi gün askerler ilk tepsi baklavayı getirip, Tıkandı Baba'ya teslim etmişler. "Padişahımızdandır" diyerek...
Tıkandı Baba baklavaya sevinmiş. "Ne zamandır tatlı yemişliğim de yoktu" diye içinden geçirmiş. Almış tepsiyi tutmuş evinin yolunu. Yolda düşünmüş kendi kendine; "Yahu ben bir canıma nasıl yerim bir tepsi baklavayı? En iyisi ben buna hiç dokunmadan satayım."
Tıkandı Baba işlek bir yol kenarına kurmuş tezgâhını başlamış; "Taze baklava! Taze baklava!" diye bağırmaya... Bu sırada yoldan geçen bir Yahudi baklavaya talip olmuş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar, Yahudi baklavayı alıp gitmiş... Tıkandı Baba baklavadan kazandığı ile ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Yahudi baklavayı evine götürmüş. Bir dilim atmış ağzına... Fakat dişine bir şey değmiş... Bu nedir diye bir bakmış ki; altın. Ve baklavanın her diliminin altında bir tane altın... Yahudi bu duruma anlam veremese de ertesi gün tekrar aynı yere gitmiş ki; aynı adamı görür müyüm diye... Bakmış ki adam orada... Demiş ki; "Sen her akşam burada olacaksan, biraz indirim yap da ben her akşam alayım bu baklavaları senden." Tıkandı Baba kabul etmiş ve her akşam baklavayı Yahudi'ye satmaya başlamış.

Sultan Mahmud, bir ay baklava gönderdikten sonra; "Bakalım Tıkandı Baba şimdi ne durumda?" deyip adamlarıyla beraber tutmuş kahvenin yolunu. Fakat bu kez kıyafet değiştirmeden... Sultan Mahmud bakmış ki; Tıkandı Baba aynı tas aynı hamam. Ne uzamış ne kısalmış. Yine aynı kahvehanede, ekmek kavgasında... Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'yı yanına çağırtıp sormuş: - Tıkandı Baba sana yolladığım baklavaları almadın mı? Tıkandı Baba biraz mahcup: 
- Geldi hünkârım, demiş. Ben de satıp ihtiyaçlarımı giderdim. Duacınızım.
 
Sultan Mahmud, bunu duyunca tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı Baba, sen gel bakalım benimle" demiş. Birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Saraya varınca Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'yı doğruca hazine odasına götürmüş. Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'nın eline bir kürek tutuşturup:
- Baba daldır bakalım küreği istediğin yere... Küreğin üzerinde ne kalırsa senindir, demiş.
Bunu duyan Tıkandı Baba öyle heyecanlanmış ki; küreği ters tuttuğunu fark etmemiş bile... Hızla küreği daldırıp çıkarmış ama ne çare? Kürek ters olunca üzerinde bir tanecik altın kalmış o da düştü düşecek... Derken o da düşmüş.
 
Sultan Mahmud: - Baba, demiş. Senin buradan nasibin yok! Sen şu bizim askerleri takip et. Onlar ne derse yap. Tıkandı Baba boynunu büküp düşmüş askerlerin önüne... Sultan Mahmud askerlerden birini yanına çağırmış:
- Bu adamı alın Üsküdar'a götürün, demiş. Deyin ki; baba bir taş seç. Seçtiği taşa karışmayın. Sonra deyin ki; seçtiğin taşı fırlat. Tıkandı Baba taşı ne kadar uzağa atarsa; durduğu yerden taşı attığı yere kadar ona verin.
Askerler Tıkandı Baba'yı alıp Üsküdar'a götürmüş. Demişler ki baba bir taş seç. Tıkandı Baba sormuş "Ne için ki?" diye ama askerler bir şey söylememiş. Tıkandı Baba; şu büyüktü, şu küçüktü, şu yamuktu derken kocaman bir kayaya sarılmış demiş ki seçtiğim taş budur. Askerler demiş ki; "Baba sen şimdi bu taşı fırlat, ne kadar uzağa atarsan o kadar yer senindir." Bunu duyan Tıkandı Baba heyecanla seçtiği taşa atılmış, güç bela yerden kaldırmış. Fakat taşın ağırlığını direyemeyip elinde taş olduğu halde sırtüstü devrilmiş. Taş da üzerine düştüğünden oracıkta can vermiş.
 Askerler gidip durumu Sultan Mahmud'a anlattıklarında, Sultan Mahmud o meşhur sözünü söylemiş:
- Vermeyince Mabud, neylesin Mahmud?

Osmanlı Türkçesi olarak da "Tıkandı Baba" Hikayesini aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz.
| | | Devamı... 0 yorum

Yavuz Sultan Selim ve Bir Matris Örneği Şiiri

Yavuz Sultan Selim adıyla bilinen I. Selim‎; (10 Ekim 1470 – 21Eylül 1520), Dokuzuncu Osmanlı padişahı ve 88. İslam halifesidir. Aynı zamanda ilk Türk İslam halifesi ve Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn (Mekke ve Medine'nin Hizmetkârı) unvanına sahip olmuş bir padişahtır. Babası II. Bayezid, annesi Gül-Bahar Hatun, eşi Ayşe Hafsa Sultan'dır. Tahtı devraldığında 2.375.000 km2 olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş ve ölümünde devlet-i aliyye'nin topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da, 1.905.000 km2'si Asya'da, 2.905.000 km2'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km2'ye çıkarmıştır. 
Padişahlığı döneminde Anadolu'da birlik sağlanmış; halifelik Mısır Memlükleri'ne bağlı Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Ayrıca devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı Devleti, bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına almıştır. Böyle büyük başarılara imza atmış bir padişah olmakla birlikte ilim ve fende de kendini kanıtlayan Yavuz Sultan Selim şiir'e nasıl vakıf olduğunu güzel bir misalle bizlere göstermiştir. Matematik'te bir konu olan matrislerde transpoze kavramına örnek olabilecek şekilde anlamlı bir şiir yazabilmeyi başarmış bu büyük padişahın şiirini istifadenize sunmadan önce biraz matematiksel açıklama yapmayı uygun buluyorum.

Osmanlı Türkçesi Hikaye Örneği

Nasreddin Hoca

Bir gün pazarda Nasreddin Hoca'nın çuvalını hırsız çalmış. Hoca çuvalını aramayıp doğruca kabristana giderek hırsızı beklemeye başlamış, bunu gören efrad hocam hırsızı aramayıp kabristanda ne yaparsın diye sual etmişler. 
Hoca; arayıp da niye zahmet edeceğim. Ne kadar usta hırsız olursa olsun sonunda o da buraya gelecek
 
نصرالدين حواجه

بر گون بازارده نصرالدين حواجه نڭ چو والينى هرسيز چالمش . حواجه چو والينى آره مايوب طوغريجه قبرستانه گده رك هرسيزى بكله ميه باشله مش . بونى گورن افراد  حواجم , هرسيزى آره مايوب قبرستانده نه ياپيورسن?  ديو سؤال اتمشلر.
حواجه : آره يوپده نيه زحمت أده جغم , نه قدر اوسته هرسيز اولرسه اولسن صونونده
او ده  بورايه  گله جك
 
Aşağıda verilen hikayeyi de siz çeviriniz. (Hocanın çömlek hikayesi)
 

Tarih Düşürme ve Matematik

Ebced, aslında alfabedeki harflerin kolaylıkla hatırda tutulmasını sağlamak için eski dönemlerde geliştirilmiş bir formül olup gerçekte bir anlamı bulunmayan kelimelerinin ilki “ebced” (abucad, ebuced) şeklinde okunduğu için bu adla anılmıştır. Bu formülde yer alan kelimeler şunlardır: ebced (أبجد), hevvez (هوز), huttî (حطي), kelemen (كلمن), sa‘fes (سعفص), karaşet (قرشت), sehaz (ثخذ), dazağ (ضظغ). Türkçe’de bu tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam değerine sahip olmayan lâmelif (لا) ile bitirilerek dazığlen (ضظغلًا) şeklinde söylenmekte ve ardına da daima Müminun suresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llāhü ahsenü’l-hâlikīn” (فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ) ibaresi eklenmektedir.

Ebced alfabesine göre her harfin bir sayı değerinin olması dolayısıyla, bir olayın tarihini belirtmek üzere, harflerin sayı değerleri toplandığında gerçekleştiği tarihi verecek şekilde bir söz söylenmek suretiyle o olayın tarihi belirtilmiş olur. Bu söz bir kelime olabileceği gibi birden fazla kelimeden oluşan anlamlı bir cümle, bir mısra, hatta bir beyit de olabilir. Buna “tarih söyleme” veya “tarih düşürme” denir. Ebced sistemi çok eski olmakla birlikte tarih düşürme sanatının ilk defa kimin tarafından icat edildiği kesin olarak belli değildir. Bilindiği kadarıyla tarih düşürme XII. yüzyılda önce Fars edebiyatında ortaya çıkmış, İslâm kültürünün etkisiyle Arap harflerini alan İranlılar’dan Türkler’e, Türkler’den de Araplar’a geçmiştir.

Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu kelimelerin ilk üçü birler (âhâd: 1-10), ortadaki ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de yüzler (miât: 100-1000) basamağında bulunan rakamları gruplandırır. 

Bu tarih söyleme veya düşürmenin tam olarak ne zaman ve nasıl başladığına dair kesin bir bilgi olmamakla beraber, meşhur iran şairlerinden Hâfız-ı şîrâzî’nin doğumu için söylenmiş “Hak-i musallâ” sözünün ilk söylenen tarih olduğu kabul edilir. Bu sözün harflerinin rakamsal toplamı 691 dir. Bu da Hâfız’ın hicrî olarak doğum tarihine işâret eder. Belli  olayların  vukû  bulduğu  tarihleri  göstermek  üzere  uygun  düşen  bazı meşhur sözler vardır. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

Bu işlemlerde sayılara verilen ebced değerlerine göre teşekkül etmiş bir edebi ilim söz konusudur. Bu şekilde önemli insanların hayatları ve yaşanmış bir takım önemli olaylara karşılık edebi bir ince yazı anlatımıdır tarih düşürme. Bu şekilde hem edebi yönden bir beyit bir kıta yazılmakta hem de rakamsal değerleri belli kurallara göre toplanarak bir tarih anlatılmak istenen yıl sayı gibi bir takım meramlar hasıl olabilmektedir. Bu şekilde çok yayguın bir kullanıma sahip olan tarih düşürme arabi harflere bir takım sayısal değerler verilerek edebi şiir ve beyitlerin içerisinden matematiksel bir çabayla gizli bir meram ehline anlatılmış olmaktadır. Tarihimiz ve edebiyatımız için son derece önemli bu alan içerisinde incelendiğinde çok farklı tarih düşürme metotları görülebilecektir. 

Kaynakça:  
Osmanlı Türkçesi, Prof. Dr. Ali Yılmaz Prof. Dr. Mehmet Akkuş Doç. Dr. Zülfikar Güngör Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit İslamoğlu, Ankara Üniversitesi UZEM, 2011

Örnek Transkripsiyon Çalışması Kaside-i bürde

Transkripsiyon sistemi  uygulanmak  sûretiyle  Osmanlı  dönemi alfabesiyle  yazılmış  bir metin  bütün  özellikleriyle  günümüz  alfabesine  çevrilmiş  olur;  aynı  sistem uygulanmak  suretiyle  Arapça  ve  Farsça  metinleri  de  doğru  şekilde  Latin alfabesine  veya  ona  dayalı  alfabelere  çevirmek  mümkündür.  Böylece,özellikle  orijinal  metinlerin,  kitap  isimlerinin  ve  bütün  özelliklerinin aktarılması gereken çok önemli eski metinlerin doğru bir şekilde aktarılması sağlanır.  Kelimelerin  günlük  konuşmadaki  telaffuzlarıyla  değil,  yazıdaki şekliyle nakledilmesine özen gösterilir. Yine de tam olarak aslının ihtiva ettiği ahenk tam olarak belirtilmiş olmaz. Bu zemin üzerinde çalışmak isteyenlerin eski eserleri okuyup yazabilmelerinde fayda olacaktır. Transkripsyon yapabilmek için Osmanlıca harflerinin latince karşılıklarını bilmek gerekir.  
 
 
Örnek bir Transkripsyon metin çalışması:
Kaside-i bürde’nin yazarı olan İmam-ı Busayri hazretleri, Sofiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. İmâm-ı Busayrî, 1212 senesinde Mısır’daki Busayr şehrinde doğdu. İsmi, Muhammed bin Saîd bin Hammâd bin Abdullah es-Sanhâcî el-Busayrî el-Mısrî, künyesi Ebû Abdullah ve lâkabı Şerefüddîn'dir. İmâm-ı Busayrî, hadis ilminde, hattâtlıkta ve bilhassa şiirde çok ileri seviyelere ulaşmıştı.

İmâm-ı Busayrî’nin, Resulullah'a ﷺ olan sevgisini, aşkını anlatan kasîdeleri vardır. Murâdiyye ve Hemziyye ismindeki kasîdeleri bunlardandır. Kaside-i Bürde isimli şiiri ise en meşhur olanıdır. İmam Busayri, bir zaman felç olmuştu, bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Rivayet odur ki İman Busayri, Resulullah’a ﷺ tevessül edip, insanların en üstününü öven meşhur kasidesini hazırladı. Rüyada Resulullah’a ﷺ okudu. Rasulullah ﷺ kasideyi beğenip, arkasından mübarek hırkasını çıkarıp İmam’a giydirdi. Bedeninin felçli olan yerlerini mübarek eliyle sığadı. Uyanınca bedeni sağlam hale geldiğini gördü. Bunun için, bu kasideye "Kaside-i Bürde" denildi. Bürde, hırka demektir. 

Kaside-i Bürde, hastalıklara karşı, iyileşmek ve şifa bulmak niyetiyle tarih boyunca okunmuştur. Şifa Allah’tandır. Kasidenin etkisinden faydalanmak için halis niyetle okumak gerekir. 
Kaside-i bürde, aşağıya Arabi harflerle konulmuştur. Her satırı sonuna kadar okumalı, önce sağ sütun aşağı kadar okunup sonra sol sütuna geçilirse yanlış olur. Hepsini bir sütun kabul ederek okumalıdır. 

Ebced Hesabı ve Matematik

“Ebced”, eski Sâmî alfabesi sırasına göre düzenlenmiş hurûf-ı hecâiyyeden farklı olarak hurûf-ı ebcediyye = ebced harfleri diye isimlendirilen, alfabe harflerini sekiz ayrı gruba ayırıp ve her grubu bir kelime gibi telaffuz etmek suretiyle meydana getirilen kelimelerin ilkidir. Bu kelimeler şunlardır: Ebced, hevvez , huttî, kelemen , se‟fas , kareşet , sehhaz , dazığ Bunlardan “ebced”, bu sekiz kelimeden ilki olduğu gibi, bu alfabenin de adı olmuştur. 
Bu kelimelerin menşei hakkında değişik görüşler vardır. Tâhirü’l-Mevlevî bununla ilgili olarak şöyle der: “Ebced ve Hevviz ve Huttî ve Kelemen ve Se’fas ve Karaşet ki, altı neferdir, Medyen ülkesinde şâhlar idi. Kelemen cümlesinin reisi, yani şehinşâhı idi ve bunlar Şuayb aleyhi‟s-selâm‟ın kavminden idiler. Yevm-i Zulle‟de (Medyen ve Eyke halkının helâki günü) helâk oldular… Eslâf, ibtidâ kitâbet-i Arabiyye hurûfunu bunların isimleri hurûfu adedince vaz‟ edip ba‟de-zâmânin Sehaz ve Dazığ harflerine de zafer-yâb olmalarıyla onlara redif eylemekle bu altı hurûfa revâdif ıtlâk ettiler…” (Edebiyat Lugatı, Enderûn Kitâbevi, İstanbul 1973, s. 38.)
Bu kelimelerin ilk altısının altı Şeytanı, haftanın altı gününü, Hz. Âdem’in yaratılış ve cennetten kovuluşunun evrelerini, altı emir ve yasağı, çeşitli öğütleri ifade ettiğine dair görüşler de vardır. Son iki kelime bunlara ilave edilmiştir. Ayrıca, Kuzey Afrika Endülüs Müslümanlarının ortaya attığı yorumlara göre Allah’ın isimlerinin bir kısmının ilk harflerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış kelimelerdir. Bazıları da bunların sekiz filozofun isimleri olduğu görüşünü belirtmişlerdir. Ayrıca Yunanlıların sayıları belirtmek için kullandıkları kelimeler olduğunu söyleyenler de olmuştur. (İsmail Yakıt, Türk-İslâm Küntüründe Ebced Hesâbı ve Tarih Düşürme, 2. baskı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003, s. 26 - 31.) 
 
 
Ebced kelimeleri, bizim için anlamları ve menşeinden  daha çok kültür tarihimizdeki yeri bakımından önemlidir. Bu kelimeleri oluşturan Arap alfabesi harflerinin her birinin sırasıyla birer rakam değeri vardır. Arap alfabesindeki harflerin tamamını içine alan bu kelimelerdeki harflerin bir kısmından oluşmuş bir kelime veya kelime grubunu teşkîl eden harflerin rakam değerleri alt alta toplanarak bir sayıya ulaşılır. Bu kelime veya kelime grubu, meselâ bir tarihi belirtmek için söylenmişse ortaya çıkan sayı o tarihi verir. İşte bu işleme “ebced hesâbı” denir. 

Kaynakça:
Osmanlı Türkçesi, Ed. Prof.Mehmet Akkuş, Ankara Üniversitesi, Ankara,2011

Transkripsiyon Alfabesi- Arapça Harfler

"Transkripsiyon, sözlüklerde şu şekilde tanımlanır: “Bir yazı şeklinden başka bir yazı şekline çevirmedir.” (D. Mehmet Doğan,Büyük Türkçe Sözlük, 11. Baskı, iz Yayıncılık, İstanbul 1996.) “Bir metnin fonetik özelliklerini gösteren çeşitli işaretlere sahip yazı şekli; Çeviri yazı.” (Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat¸ İstanbul2005.) “Bir yazıyı kolayca okunacak şekilde belli bir işaret sistemi ile yazma; bir dildeki kelimelerin başka bir dilin alfabesi ile belirli işaretler kullanılarak yazılması; kelimelerin telaffuz edildiği şekilde yazıya geçirilmesi; çevriyazı.”(Örneklerle Türkçe Sözlük, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2000.) Bu tanımlardan transkripsiyonun, bir alfabe ile yazılmış bir metnin, ilk yazıldığı alfabedeki fonetik özellikleri de yansıtacak şekilde, başka bir alfabe ile yeniden yazılması olduğu anlaşılmaktadır

Bir metnin çevrildiği yeni yazıda ilk yazısındaki bir takım sesleri tam olarak karşılayacak harfler olmayabilir; transkripsiyon işte bu durumda bazı işaretler kullanılarak o seslerin yansıtılmaya çalışılması demektir. Örnek olarak eskimez yazı Osmanlı Türkçesi'nde verilmiş bir metnin Latin harfleriyle yazımında transkripsiyon kuralları geçerli olur.Bunun için de aşağıdaki alfabeden yararlanılarak her harfin tam karşılığını ifade etmek mümkün olur. Başta da belirtildiği gibi, Osmanlı Türkçesi metinleri Arap alfabesine dayanan bir alfabe ile yazılmıştır. Ayrıca dilimize Arapça ve Farsçadan birçok kelime girmiş ve kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni Türk Alfabesinin kabul edilmesiyle (1926) Osmanlı ve daha önceki dönemlere ait metinlerin günümüz alfabesiyle yazılması meselesi ortaya çıkmıştır. Metinlerin okunuşlarıyla aynen aktarılması esnasında, özellikle Arapça, bazen Farsça ve Türkçe kelimelerin yazılışlarında kullanılmış harflerin karşılıkları tam olarak verilememektedir. Aynı durum Arap alfabesiyle yazılmış bir metnin batı dillerinden birine geçirilmesi sırasında da yaşanmaktadır. İşte bu durumu düzeltmek ve asıl metindeki sesleri aslına uygun olarak yansıtabilmek için transkripsiyon alfabesi geliştirilmiştir. 
Osmanlı döneminde kullanılan alfabeden günümüz Türk alfabesine geçişten sonra, eski metinlerimizin yeni alfabeyle nasıl yazılacağı hususunda bazı tereddütler yaşanmıştır. Hatta yerleşmiş ve herkes tarafından kabul edilip ortak olarak kullanılan bir sistemin olmadığı görülmektedir. Ancak son yıllardaki bilimsel çalışmalarda ortak veya çok az farkları bulunan bir Transkripsiyon uygulamasının yerleşmeye başladığı görülmüştür." Ortak geliştirilen Transkripsiyon alfabesi ve Transkripsiyon uygulaması sayesinde, metinler daha anlaşılır bir şekilde aslına uygun olarak diğer dillere çevrilebilmiştir. 

Kaynakça:  
Osmanlı Türkçesi, Prof. Dr. Ali Yılmaz Prof. Dr. Mehmet Akkuş Doç. Dr. Zülfikar Güngör Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit İslamoğlu, Ankara Üniversitesi UZEM, 2011

Halk içinde muteber bir nesne yok

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi 
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi. (Kanuni Sultan Süleyman)

Kanuni Sultan Süleyman'ın  Muhibbi mahlası ile yazdığı şiirin ilk iki beyitinin talik yazı stili ile Necmeddin Efendi tarafından hat edilmiş halidir. Şiirin tamamı şu şekildedir.

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi  Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi. 
 Halkın gözünde devlet (iktidâr) gibi değerli bir şey yok. Halbuki şu dünyada bir nefes sıhhat gibi devlet (güç) olamaz.
 Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur Olmaya baht ü saâdet dünyede vahdet gibi. 
 Saltanat dedikleri sadece bir dünya kavgasıdır. Dünyada Allaha yakınlık gibi büyük saâdet ve baht açıklığı olamaz.
 Ko bu ayş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet  Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi. 
 Bu eğlenceyi yeme içmeyi bırak, sonu kötüdür. Eğer ebedî bir sevgili istiyorsan ibâdet gibisi yoktur.
Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saât gibi. 
 Ömrün, kumlar sayısınca sınırsız ve hesapsız olsa bile, Bu feleğin fanusunda ( çıtasında) bir saât gibi bile gelmez.
Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi. 
 Ey Muhibbî, eğer huzur içinde olmak istersen, ferâgat sâhibi ol (vazgeç) Dünyada yalnızlık köşesine çekilmek gibi Allaha yakınlaşma olamaz. Kanuni Sultan Süleyman "Muhibbi" ( 1494 - 1566 )
| | | | | Devamı... 0 yorum

Mani rızk olanın, rızkını Allah keser

Zalimin rişte-i ikbalini bir ah keser
Mani-i rızk olanın rızkını Allah keser (La Edri)

Beyitin sahibi olarak hat sergilerinde Ferid Kam gösterilmiş olmasına rağmen çoğu kaynakta eserin Osman Nevres’e ait olduğu da yazılıdır. Bazı beyitlerde ilk mısra “Zalimin ser-rişte-i ikbalini bir âh keser…” veya "Zâlimin rişte-i a’mâlini bir âh keser....” şeklinde de kayıtlıdır. Bazı kaynaklarda bu beyit, Ziya Paşa'ya da atfedilmiştir. Berceste haline gelmiş bu beyit hakkında en kolay açıklama; "bilinmiyor" şeklinde yazılan "La Edri" mahlasıdır.

Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser, Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser.
Zalim kişinin isteklerinin bağını bir ah keser. Rızka engel olanın rızkını Allah keser.
| | | | | | Devamı... 0 yorum

Rızk için bir ferde yoktur minnetim

Rızk için bir ferde yoktur minnetim, 
Kendi sa’yimdir veliyyü’n-ni’metim (Ferid Kam)

Celi Ta’lik hattı ile Ahmed Amin Şamta tarafından yazılmıştır.
| | | | | Devamı... 0 yorum

İnsana sadakat yakışır görse de ikrah

İnsana sadakat yakışır görse de ikrah, 
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah (Ziya Paşa)

(İnsan hayatta tiksinti verici hilelerle, kötülüklerle karşılaşsa bile Allah’a ve vatanına sadakatten vazgeçmemelidir, Allah doğruların yardımcısıdır.

Tahsin Kurt bey’e ait Celi Ta’lik hattıdır. Beyit, yazar, şair ve devlet adamı olan Ziya Paşa’ya aittir. Tanzimat edebiyatının büyük şairlerinden Ziya Paşa (1825–1880) birer özdeyiş hâline gelmiş beyitleriyle meşhurdur. Ayrıca halkımızın ortak edebî ürünü olan bazı atasözlerini kendisine has üslûbuyla şiirlerinde işlemiş ve unutulmaz beyitler oluşturmuştur. Ziya Paşanın şiirlerinde lirizm yoktur. Aşk, ölüm, ayrılık, sevgilinin güzelliği gibi temalardan uzak kalmıştır. O daha çok eskilerin “hikemî” dedikleri felsefî, dinî, metafizik meseleler üzerinde durmuştur. Ayrıca halkın bazı meselelerini ve ahlakî kusurları ele alarak okuyucuya öğütler vermeye, halkı bilgilendirip eğitmeye çalışmıştır. Ziya Paşa amacına ulaşmıştır. Lise mezunu herkes Ziya Paşanın bir veya birkaç beytini kısmen de olsa bilir veya birisi okuduğu zaman o beyitleri hatırlar.

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir 
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
 (Nasihat ile uslanmayanı tekdir etmeli -azarlamalı- , tekdir azar ve paylama ile uslanmayanın hakkı kötektir -dayaktır-)

Allah’a tevekkül edenin yaveri Haktır 
Nâşad gönül bir gün olur şâd olacaktır.
 (Allah’a inanıp kaderine sabırla razı olanların yardımcısı Allah’tır, mutsuz gönüller bir gün elbet mutlu olacaktır.)

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez 
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
 (Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.)

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman 
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
(Süleyman’ın tahtı hava üzerinde uçuyordu derler, dünyanın geçiciliğine bak ki o muazzam saltanatın bile yerinde şimdi yeller esiyor.)



Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
 (Kişinin aynası işidir, lâfa bakılmaz; bir kişinin aklının seviyesi yaptığı işte görünür.)

Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât 
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde
 (Onlar ki dünyaya lâf ile nizam verirler. Onların evlerine gidip bakın, hanelerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz.)

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma 
Zer-dûz palan vursan eşek yine eşektir
 (Kötü asıllı birine üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli semer vursan yine eşektir. )

Âsâf’ın mikdârını bilmez Süleyman olmayan 
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan
(Âsâf’ın değerini Süleyman olmayan bilmez, (Âsâf, Süleyman peygamberin veziridir.) Dünyada insan olmayan insanın değerini bilmez.)

İkbâl için ahbabı siayet yeni çıktı 
Bilmez idik evvel bu dirayet yeni çıktı
 (Yüksek mevkilere erişebilmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı; önceden bilmezdik, bu türden hüner ve beceri yeni çıktı.)

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı
 (Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı
 (Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı)

Sâdıkları tahkir ile red kaide oldu 
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı
 (Allah’a ve vatanına sadık olanları aşağılamak ve onları reddetmek kural hâline geldi, hırsızlara ikramda bulunmak ve yardım etmek yeni çıktı.)

Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi 
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı
 (Gerçi eskiden de doğruyu söyleyenlerden nefret edilirdi ama hainlere saygı göstermek, onları koruyup kollamak, onların emirlerine uymak yeni çıktı.)

Milliyeti nisyan ederek her işimizde 
Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı
 (Yaptığımız her işte millî birlik ve şahsiyeti unutarak Avrupalıların fikirlerine uymak yeni çıktı.)
| | | | | Devamı... 0 yorum

Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın

Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemal ve hüner eyler. 
(Şinasi)

"Bedbaht diye o kimseye derler ki, cahillerin elinde kahrolmak için olgunluk ve hüner kazanır."

Celi Talik Meşki Levha olarak yazılmıştır. Bu söz üzerine yerel gazete köşe yazarımızın bir yazıyı istifadenize sunuyorum.
"Sözün güzelliğine bakar mısınız? Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın Kahrolmak için kesb-i kemal ü hüner eyler… Bugünkü dile çevirirsek, Kötü talihli ona derler ki, cahillerin elinde kahrolmak/perişan olmak için hünerlerini ortaya koyar… Söz kısaca bu… Bilgi toplumunun sunduğu fırsatlar sayesinde hergün daha çok bilgileniyoruz . Bilgilendikçe de cahillerimizin oranında hızlı bir artış gözlemliyoruz. Yine Derbeder Sakallı Celal olarak bilinen bir İstanbullu’nun güzel bir sözüyle derdimizi dökelim: Bu kadar cehalet ancak tahsil ile elde edilebilir. Dolayısıyla her türlü eğitim sürecinden geçen, en yüksek diplomaları alan, en yüksek makamlarda oturanların çoğunu bu sınıflandırmaya dahil etmek mi lazım diye düşünmeden edemiyor insan…
 *** Sözün burasında şunu da söyleyelim de, yine bu kategoriden biri çıkıp da, “Amma da yukarıdan bakıyor, kendisini bu kadar insanın üstünde görüyor” falan demesin… Kendimi, “öğrendikçe, bilmediklerinin ne kadar çok olduğunu bilenler” kategorisinde gördüğümü söyleyeyim… Cehaletin zirvesini, bütün bilginler, filozoflar ve hikmet sahipleri şöyle tarif ediyorlar: Bilmez! Fakat bilmediğini de bilmez… “Bilmediğini bilmeyenden kaçabildiğiniz kadar kaçın!” da derler yüzyıllardır. Bu tür insanlar yaşamları boyunca “tevazu” diye bir kavrama rast gelememişlerdir. O zaman rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Bilmediğimizin farkında olmamız, her halde en erdemli tarafımızdır…
Ne yazık ki, en kötü talih en etkili ve yetkili makamlarda olanların her şeyi bildikleri, her nesneden anladıkları ve bir çeşit Firavunluk ve Nemrutluk psikozuna girmeleridir. Öğrenme ve öğretmenin kutsallığından habersiz birtakım insancıklar, duyduğu, gördüğü, öğrendiği ve iliştiği her bilgi, olay, konu, kişi ve olgu ile ilgili ahkâm kesmeyi büyük bir pişkinlik ve utanmazlıkla ve yine büyük bir marifetle sürdürebilmektedirler… Bunlar, kendi aralarında güçlü bir “menfaat birlikteliği” ya da Menfaat Anonim Şirketi oluşturarak, her türlü erdemsizliği, liyakatsizliği, eksikliği, yetmezliği, ihaneti ve hemcinsine sadakatsizliği birer ticari meta haline getirerek yollarına devam ederler… Dolayısıyla bu piyasada, satışa konu olmayacak hiçbir değer yoktur…
*** Oysa bilgi, modern dünyada en önemli güç kaynağıdır. Hem toplumlar, hem de bireyler için… Hem maddi bilgi, hem de manevi bilgi elbette… Hem dünyayı, maddeyi, olguları ve olayları açıklama çabasında olan bilgi… Hem de, eşyanın, olayların ve yaşamın ötesini gösteren bilgi… Bir anlamda, insanı yücelten, değer katan, yeryüzü yolculuğunun sırlarını öğreten bilgi… İnsanı, toplumu, kenti, ülkeyi ve milletin değerlerini bir “ticari meta” olarak göstermeyen bilgi… Her gördüğünden “menfaat” sağlama hastalığından uzak tutan bilgi…" M.Akif ÇUKURÇAYIR -07/02/2011 
http://www.yenimeram.com.tr/bedbaht-33737.htm
| | | | Devamı... 0 yorum

Sanma ey hâce ki senden zerü sim isterler

Sanma ey hâce ki senden zer ü sim isterler /
Yevme lâ yenfeu’de kalb-i selim isterler (Bağdatlı Ruhi)


(Günümüz Türkçesi haliyle şöyle söylenebilir: Sanma ey hoca senden altın ve gümüş isteyeceklerini
hiç bir şeyin fayda vermeyeceği bir zamanda kalbi selim isteyecekler)
| | | | Devamı... 0 yorum

Yemeğin iyisi kötüsü olmaz

Mahmud Yazır Efendi'den muhteşem bir 'Talik' hattı: "Oğlum yemeğin iyisi kötüsü olmaz, Besmele ile yedikten sonra" yazısı mutfaklarımıza asılacak derecede ulvi bir anlam yüklüdür.

Susuz değirmenlerin ne ile döner çarhı

Susuz değirmenlerin ne ile döner çarhı /
Kerem etmeyen beyin fakirden nedir farkı  (Tahsin Kurt)


Tahsin Kurt bey tarafından Celi Ta’lik kıtası olarak yazılmıştır.
| | | | Devamı... 0 yorum

Açılır bahtımız bir gün-İbrahim Hakkı

İbrahim Hakkı Hazretlerinin hayat hikayesinden kısaca bahsetmek ve defalarca okuduğum bir  şiirini de buraya alıntılamak istiyorum. Manzum ve düz yazı olarak eser yazmış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin en önemli eserleri Divan ve Marifetname'dir. Erzurumlu İbrahim Hakkı, astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji, ve din ile ilgili pek çok bilimsel çalışmalar yapmıştır. Tasavvufî konularla birlikte, fen bilimleri hakkında da geniş bilgileri kapsayan Marifetname adlı eseri, ansiklopedik bir özellik taşımaktadır. 1757'de tamamlanan Marifetname, yalın ve halkın anlayabileceği bir dil ile yazılmıştır.
KPSS sınavlarına girdiğim ve öğretmenlik atamalarına müracaat ettiğim şu zamanlarda defalarca okuduğum şiir, Erzurumlu İbrahim Hakkı tarafından kaleme alınmış. Hayatımda bu şiirin yeri başka. Sınav süreci günlerinde psikolojimi bu şiirle tam manasıyla sağlam tutuyorum diyebilirim. İkamet ettiğimiz evin girişine, şiirin Osmanlı Türkçesi ile metnini (aşağıdaki tablo fotoğrafı) yazıp astım. Eve girerken çıkarken şiiri her gördüğümde okuyorum. Allah, rızıksız kul yaratmaz, İnsanoğlu yaratıldığı an rızkı da hazırlanmış ve Allah tarafından ezelde takdir edilmiştir. “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın.” (Hûd, Suresi-6) Endişemiz asla rızık için değildir, bahtımızın güzel olması, emeklerimizin karşılığı için sadece bir münacaattır bizim bu durum. "Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yerin her tarafını dolaşın ve Allâh’ın verdiği rızıktan yiyin." (Mülk Suresi-15) Bunca yılın yorgunluğunu görmek, maalesef içimizi acıtıyor. Varlıklı bir zümrede doğmamış, bir yerlere gelebilmek için kimseye minnet etmeden, kul hakkına girmeden çabalayan, Anadolunun garip ama yiğit ferdlerine selam olsun. Duamız hayır, akibetimiz de iyi olsun inşallah. Allah, bizleri çok istediğimiz şeylerle de imtihan edip acziyete düşenlerden eylemesin. Yolumuzu açık, bahtımız güzel olsun. (Amin) Sizlerin de istifadesi için  İbrahim Hakkı Hazretlerinin hayat hikayesini ve muazzam şiirini burada paylaşmak istiyorum. (K.P)
   
Açılır bahtımız bir gün hemen battıkça batmaz ya 
Sebepler halk eder Hâlik kerem bâbın kapatmaz ya. 
Benim Hakk'a münacâtım değildir rızk için hâşâ 
Hüdâ Rezzâk-ı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya. 
 
İbrahim Hakkı Hazretleri, Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale İlçesi’nde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadıyla Tillo’ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hz.’ni bularak hizmetine girmiştir. Hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” (“İki kanatlı”) ünvanını elde etmiştir. 
Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hz. hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide ve pek çok ilim dalında büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük alim, kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam alemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler, onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir. İbrahim Hakkı Hz. üç sefer Hacc’a gitmiştir. İlk hac farizasını 1738’de, ikincisini 1763’te, son haccını da 1767’de yapmıştır. İbrahim Hakkı Hz. 1758’de İstanbul’a gitmiş, bu gidişinde saraya özel olarak davet edilmiştir. Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
 
Eserleri. İbrâhim Hakkı’nın çoğu Türkçe olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakamlar verilmiştir. 1. Divan. 1168 (1755) yılında oğlu İsmâil Fehîm için tertip edilmiştir (yazma nüshaları için bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42). 1263’te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasavvufî mahiyette 366 gazelden oluşan “İlâhînâme” başlıklı bölüm yer almaktadır.

2. Mârifetnâme. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması bakımından da özel bir değer taşımaktadır.

3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir .(Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42).sy. 23 [1996], s. 89-92).

4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35). Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir.

5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī). Müellif bu eserini 1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576).

6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir (Süleymaniye, Hacı Mahmud Efendi, 3381).

7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. 1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye, Hacı Mahmud Efendi, 3413, 3812).

8. Kenzü’l-fütûh. 1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır (Süleymaniye, Hacı Mahmud Efendi, 3316). Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.
  
9. Defînetü’r-rûh. 1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir.

10. Rûhu’ş-şürûh. 1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır (Süleymaniye, Hacı Mahmud Efendi, 3381/3).

11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile 1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır (Süleymaniye, Hacı Mahmud Efendi,1462).

12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir.

13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.

Kaynakça: 
Mustafa Çağrıcı, "İbrâhim Hakkı Erzurûmî", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-hakki-erzurumi
| | | | Devamı... 1 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!