Gayret
sarfetmek, çabalamak, çalışmak, mânâsındaki Arapça
"cehd" fiili kökünden türeyen "mücahede" "gayret
etti, çabaladı" fiilinin mufāˁalaͭ vezninde masdarı olup, mücāhada مجاهدة
" cihat etme, gayret ve çaba gösterme”, “zorluklara göğüs germe”, “düşmanla
savaşma” gibi anlamlara gelir. İslamî
terim olarak mü'minin Allah yolunda öncelikle dinine harb edenlerle savaşması
onlarla her yoldan mücadele etmesi anlamına geldiği gibi kişinin kendi nefsinin
isteklerine boyun eğmemesi için verdiği uğraş ve nefs terbiyesi anlamlarını
ihtiva etmektedir. Mücahede kelimesini izah etmeden önce “nefs” kelimesinin
anlamını ve mefis terbiyesi yolları hakkında kısaca malumat verelim.
Nefs kelimesi, yirmiyi aşkın
anlamda kullanılmaktadır. Ruh, can, kan, benlik, iç, kalb, büyüklük, yücelik,
irade gibi anlamlara gelen nefs kelimesi genel olarak iki manada kullanılır. Birinci
olarak Kur'an-ı kerimde, “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize
döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57) ayetinde de belirtildiği gibi maddi
beden, ceset ve maddi istek ve arzuların kaynağı manalarında kullanılmıştır. İkinci
manası olarak da “…Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü
emreder.” (Yusuf, 53) anlamında dine uymayan Allah’ın yasakladığı her
türlü isteklerin kaynağı olarak kullanılır. Nefis; insanın kendisi, özü,
cismaniyeti, bedeni ve mahiyeti demektir. İnsan ruh ve beden kavramlarından
oluşan şerefli bir varlıktır. Nefis, insanın bedenini simgeleyen hayvanî
tarafının adıdır. Nefis; insanın yemek, içmek, çoğalmak, uyumak gibi hayvani
istek ve arzularını yerine getirilmesi için yaratılmıştır. Yani nefis bu
yönüyle insanın fıtrî vazifelerinin yerine getirilmesine vesile olur. Nefis, aynı
zamanda her türlü şerrin kaynağı, kötülüğün temelinin de adıdır. Nefis,
duyguların ve kabiliyetlerin yerleştiği bir zemindir. Bedenin manevî âlemdeki
geniş bir bölümünü nefis oluşturmaktadır. Duygular, hisler nefse takılmıştır.
Nefis; akıl, öfke, görme duyusu gibi kuvvelerin zemini olmuştur.
Nefis, ruhun bedende tutunma
sebebidir. Nefis insanın yaşaması, hayatını sürdürebilmesi, yemesi, içmesi,
çoğalıp üremesi ve nihayetinde Yaratanını bilmesi için yaratılmıştır. Ruhun bu
vazifeleri yerine getirebilmesi için bir zemin gereklidir. Nefis, bu kanuna
insan bedeninde manevî bir mekân teşkil etmektedir. Nefis olmadan ruh bedende
tutunamaz. Yani nefis ruhun bedende devamlılığını sağlayarak bütün bu
faaliyetlerin yapılmasına vesile olur.
Nefsin nurâni ve
zulmâni perdeleri vardır. Kişinin, nefsini bu perdelerden kurtarabilmesinin
yolu, öncelikle nefsiyle cihad etmesi, ona muhalif davranması ve onun kötü
istek ve arzularına boyun eğmemesidir. Zira kul ile Rabbi arasındaki en kaim
perde nefsin şer olan istekleridir. Nefs mertebe olarak 7 kısıma ayrılır. Nefsin
bu kısımları, en alt tabakadaki mücrim bir insandan, en kamil manadaki ulvi bir
insana kadar olan süreçteki nefsin geçireceği aşamalarının ortak ismidir. Nefs
belli başlı olarak; 1-Nefsi Emmare, 2-Nefsi Levvame,3-Nefsi Mülhime, 4-Nefsi
Mutmainne, 5-Nefsi Radiyye, 6-Nefsi Marziyye,7-Nefsi Kamile isimlerinde yedi
tabakaya ayrılır. Nefs-i Emmare; Kısaca insana daima kötülüğü emreden ve bundan
zevk alan nefise verilen isimdir. Nefs-i emmâre, Kuran-ı Kerim’de Hz. Yusuf
(a.s) şahsında tüm insanlığa hitaben şöyle tanıtılmıştır. “Ben nefsimi temize çıkarmam,
çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.”(Yusuf
Suresi, 53) âyet-i kerîmede mübalağa sıgası ile “emmâretün” şeklinde
gelmesi ile “Kötülüğü şiddetli emreden” mânâsı vardır. Nefs teskiyesi ve nefsin
terbiyesi kademelerinden ilkidir. İnsanların çoğunluğunun sahip olduğu nefis
olduğundan "Nefsi natıka" olarak da isimlendirmiştir. Bu nefsin
eserinden kibir benlik, hırs, şehvet, kıskançlık, cimrilik, kin, intikam,
hiddet gibi huylar çıkar. Peygamber efendimiz nefsi emare hakkında şöyle
buyurmuşlardır: “Senin düşmanlarının en düşmanı, en şiddetlisi iki tarafın arasında
bulunan nefsindir.( Kenzul Hakaik, Beyhâki) Nefs-i Levvâme; Kötülük
yaptığında bundan pişman olup af dileyen nefise verilen isimdir. İnsanın nefsi,
yapılan tövbeyle nefsi emareden kurtularak bu mertebeye çıkar. Bu nefs sahibi,
günah işlediğinde pişman olup tevbe eder, kendisini kınar, yapmamak için karar
verir. Fakat günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur.
İyilik ve kötülük arasında gider gelir. Kendini beğenme, çekişme, gizli riya,
makam ve şehvet tutkusu gibi nefs-i emmârenin bazı vasıfları bu mertebede de
bulunur. Fakat nefs hakkı hak; batılı batıl görür. Yine bu nefs sahibi kişi
kendisinde günah işleme özelliği devam ettiğinden devamlı Allah huzurunda olma
vasfından uzaktır. Kuranı Kerim’de bu nefse özellikle yemin edilerek “Kusurlarından
dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba
çekileceksiniz).” (Kıyamet Suresi,2) insanın mutlaka nefsini temize
çıkarması gerektiği ifade edilmiştir. Nefsi Mülhime, Nefs teskiyesi
kademelerinden üçüncüsüdür..Tasavvufa göre bu mertebede nefis Allah'tan yavaş
yavaş Allah'tan ilhâm almaya baslar. Kuran-ı Kerim’de bu nefs mertebesi “Nefse
ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını
(kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran
kurtuluşa ermiştir.”(Şems, 8) Şeklinde geçmektedir. Nefs, tevbe, zikir, rabıta ve mücahedeyle
günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulunca, ilham ve feyiz almaya
kabiliyet kazanır. Bu mertebede hayvanî nefs tamamen ıslah olur ve kişi doğal
olarak haramlardan kaçar, hayırlara doğru koşar. Bu mertebedeki kişi halen tam
manasıyla tatmin olmamış bir nefse sahiptir. Nefsi kişiye kendini ve amellerini
beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir, bu şekilde kişiyi aşırı
güvene veya tamamen ümitsizliğe düşürür. Kişi bu mertebeyi sağlıklı atlatamadığında
nefsin elinde oyuncak olur. Nefsi Mutmainne, Nefs teskiyesi
kademelerinden dördüncüsüdür. Tasavvufa göre bu mertebede nefis, tatmin olmuş,
şüphelerden arınıp rahatlamıştır. Dördüncü kademede nefs daha önceki kademede
Allah'tan aldığı ilhamla (yardımla) doyuma ulaşır. Mesela bu kademede insan
nefsin hırs adındaki afetine galip gelerek o afeti devre dışı bırakabildiği
için, Allah'ın onun için ihsan ettiği şeylerin o ana kadar farkına bile
varamamış olduğunu anlar. Kur'an-ı Kerim'de
"Ey huzur içinde olan nefis! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak
Rabbine dön! (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (Fecr, 27-30)
Bu mertebede nefs; Her türlü şek ve şüpheden temizlenip rahatlamış, ayne'l yakîne
ve kâmil imana ulaşmıştır. Kötü huylardan tamamen pak olmuş, fenalıklara arzusu
kalmamıştır. Nefs-i Radiyye; İster bela, ister sefa, Allah'ın bütün
fiillerinden razı olan, O'ndan başka her şeyi gözünden silip atan ve sadece
Rabbi'nin rızasına nazarını diken nefstir . Tasavvufa göre bu mertebede nefis,
Allah'ın bütün emir ve yasaklarından ondan gelecek her şeyden razı olmuştur. Beşerî
sıfatlardan büsbütün yok olmakla fenâya varmıştır. Fakat bu makama varanlar
arif değil, velidirler. O yüzden başkasını irşad etme selahiyetleri daha henüz
kemale ermemiştir. Fecr Suresinde bu nefs; “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak
Rabbine dön!” (Fecr, 28) hitabıyla bildirilmiştir. Nefsi Marziyye; Nefs teskiyesi kademelerinden
altıncısıdır. Allah'ın razı olduğu nefis tabakasıdır. Ariflerin makamıdır. Muhtaç
olduğu ilimleri bütünüyle alıp, mana aleminden bu görünen madde alemine
dönmüştür. Dış itibariyle diğer insanlardan ayırdedilmez . Fakat iç itibariyle kendine
lütfedilen marifet bilgisinden dolayı diğer insanlardan farklı olduğu kadar bu
ilim ve keşfi de dünya halkına ikram eder. Bu makamdaki kişi kendisine üfürülen
ruh ile görür, bilir. Sesini uzaklardan işittirir.Mürşidinden izin almak şartıyla
irşadı sahihtir. Bir hadis-i şerifte bu makam sahipleri için Allah-ü Teala;
“Onun işiten kulağı olurum, gören gözü olurum, konuşan lisanı olurum, yürüyen
ayağı olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar ve
benimle yürür.”( Buhari Rikak 38. İbn Hanbel. IV. 256) buyrulmuştur. Ayeti
kerimelerde bu nefs; “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve
tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!”
der geçerler.”(Furkan, 63) ifadesi tanıtılan "Rahmân'ın
kulları", rahmete ve irfâna erişmiş Nefs-i Marzıyye'dir ve bunlar
kendilerine İlm-i Ledün ve hikmet verilmiş kimseler olarak da tahlil edilen “Sen
O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”(Fecr, 28) hitabının
sahibi "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmış seçkin kimselerdir. Nefs-i Kâmile, Nefsin son kademesi olup,
Seçkin, saf, temiz halidir. Diğer nefs kademelerini başarıyla geçmiş kemale
ulaşmış olan Nefstir. Allah'ın en seçkin dostları ve kutupların makamıdır. Her
halleri ibadet ve zikirdir. Bir an Allah'tan gafil olmazlar. “Nefsini
(inkâr ve günah kirlerinden) arındıran kimse, korktuğundan kurtulup umduğuna
ermiştir.”(Şems, 9) hitabı bu nefs mertebesine erişmiş kutlu kimselerin
hallerini en güzel biçimde tasvir etmiştir.Aslında tek bir tane olan Nefs'in,
ilk basamaktan yedinci mertebeye doğru yol aldıkça; cismiyet, karanlık ve
yoğunluk özelliklerinin azalarak derece derece ruhânîlik, nurânîlik ve latîflik
kazandığını ve bu şekilde kemal vasıflarını elde ederek kurtuluşa erdiğini söyleyebiliriz.
İnsanın kendi
nefsine karşı da bir kısım sorumlulukları vardır ki, bunlar genel manada, onu
yaratılış gayesine uygun olarak kullanmak şeklinde özetlenebilir. Onu gayr-i
meşru dairede tatmin aramaya ve taşkınlıklara itmemek için, meşru dairede zevk
ve lezzet ihtiyacını gidermek de bu sorumluluklar cümlesindendir. Nefis,
insanın bineğidir. Bu dünya imtihanında başarılı olmak ve menzile varmak için
bu bineğe ihtiyacımız vardır. Nefsimizin bütün arzu ve ihtiyaçlarını terk
etmekle değil, terbiye etmekle mükellefiz. Hedefe ulaşmak için nefsin
mertebelerini ve özelliklerini bilerek, onun şer isteklerine boyun eğmeden nefsimizi
kendimize hizmet ettirmeliyiz. Biz nefsimizin hizmetine girersek, tehlike
başlamış demektir.
Nefs terbiyesi
olan mücahede de amaç; insanın nefsini kontrol etmesi, onun dine uygun olmayan
emirlerine uyarak kendisini helake sürüklemesine asla müsaade etmemesidir.
Yoksa insanın kendisi, özü demek olan nefsi tamamen ezip yok ederek (ki bu
zaten mümkün değildir) kendisini güçten takatten düşürerek kulluk dahi
edemeyecek bir sefalete düşürmesi asla doğru değildir. Rasulûllah sallallahu
aleyhi ve sellem de: "Nefsinin
senin üzerinde hakları vardır."( Ebu Davud, Salat
317 (1369)) buyurarak
mücâhadede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. Nefsin haklarını çiğnemek,
sebepsiz yere onu zorluklara sürüklemek mücâhade değildir. Eski Hıristiyan
ruhbanlarının yaptığı gibi dünya ile tamamen irtibatı koparıp, nefsine zulüm
etmek maksadıyla yemeden içmeden ve her türlü meşru zevkten uzaklaşmak asla
tasvip edilen davranışlardan değildir. Unutmayalım ki, peygamber efendimiz,
gerektiğinde yemesi içmesi ile, evlenmesi, meşru dairede eğlenmesi gibi
davranışlarıyla bize mücahede konusunda en güzel örnek olmuştur.
Bir gün, Selman-ı Farisî
radıyallahuanh, Ebu’d-Derdâ hazretlerini ziyaret eder. Ebu’d-Derdâ’nın hanımını
eski ve yırtık bir kıyafet içinde görünce, “Bu halin ne?” diye
sorar. Kadıncağız, “Kardeşiniz Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile alâkası
kalmadı.” der ve o halinin sebebini ima eder. Ebu’d-Derda hazretleri
eve gelince Hazreti Selman’a yemek getirerek, “Sen buyur, ben
oruçluyum!” der. Selman-ı Farisî,“Hayır, sen yemezsen ben de
yemem.” deyince beraberce yerler. Yatsının üzerinden çok az bir zaman
geçmiştir ki, Ebu’d-Derdâ, Hazreti Selman’dan gece namazı için müsaade ister
ama o “Biraz uyu!” der. Bir müddet sonra Ebu’d-Derda namaza
kalkmak için tekrar yeltenince Selman-ı Farisî yine, “Biraz uyu!” der.
Gecenin sonuna doğru Selman radıyallahuanh “Şimdi kalk!” deyip
arkadaşını çağırır ve beraberce namaz kılarlar. Namaz bitince, Hazreti Selman
şu nasihatı hatırlatır: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, ehlinin
hakkı var, nefsinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” Ertesi
gün Hazreti Ebu’d-Derdâ durumu anlatınca, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu
vesselâm), “Selman doğru söylemiş, doğruyu göstermiş.” buyurur.
(Buhari, Edeb 86, Savm 51, Teheccud 15; Tirmizi, Zuhd 64 (2415). Dinde asla
zorluk yoktur; İslâm “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Fıtratları ve
karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna zıt
bir iş yapmış olur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, "Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı
mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa
yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde
kalır.” (Buharî, İman,
29) mealindeki hadis-i şerifiyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Durum böyle
olunca, dini yaşamayı zor hâle getirecek ve usanç verecek ifrat ve tefritlerden
kaçınmalı, en dinç, hattâ coşkulu zamanlarımızı, önemli zannettiğimiz başka
işlere değil ibadete ayırmalı, böylece ibadetin zevkine varmalı; nefsin vesvesesine
kapı açmadan, başlanan ve alışılan ibadeti terk etmeden, başta nefsimiz, eşimiz
vb. üzerimizde hakkı olan kişilerin hakkına riayet ederek; kısacası Sünnet'e
uyarak ibadet hayatımızı ölüm (yakîn) gelinceye kadar ihlâsla sürdürmeliyiz. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) de: "Amellerin
en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.”( Buharî, İman, 32) buyurmuştur. Şüphesiz az bile olsa devamlı
olan ibadet, arada bir yapılan çok ibadetten daha hayırlıdır. Çünkü ibadetin
devamıyla itaat, zikir, murakabe, niyet, ihlâs ve Hakk'a teveccüh de süreklilik
arz eder.( Aynî, Umdetül Kari, I, 258.)
İslâm ulemasından Şeyh Tahanevi’ye
göre: "Nefsin istekleri
ikidir. Birisi hakları, diğeri duyduğu hazlarıdır. Vücudu ayakta tutabilmek
için nefsin hakları korunmalıdır. Nefsin hazları ise, yaşamak için gerekli
olmayan fazlalıklarıdır. Mücahede bunlarla yapılmalıdır. Mücâhedenin gayesi nefsin
kötü isteklerini ve hazlarını yok etmek, haklarını ise bırakmaktır." demişlerdir.
Nefse karşı çıkmanın gayesi, ancak Allah için olursa makbul olur. Günahlar ve
yasaklar her zaman nefis için cazip olduğundan, nefse de helalleri yapıp,
haramdan kaçmak her zaman zor gelmiştir. Bunun için nefis; kalp ve aklı ikna
ettiğinde, şer ve kötülükler insanın davranışlarında ortaya çıkmaya
başlamaktadır. Nefislerle cihadın pek çok şekli vardır. Kişinin güçlülük ve
zayıflığına, mücahedenin zorluğu ve mücahede zamanı gibi durumlara göre değişen
şartlarda, herkesin kendine has olan ve başkasına uymayan bir nefs ile cihad
şekli söz konusudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Hükümdarlar için oruç ve
namazla nefse karşı cihad etmek; sadaka verip köle azad etmekle yapılan
cihaddan daha zordur. Fakir ve düşkünler için ise tam tersi söz konusudur. Bazı
ilim ehlinin, cedel meclislerinde tartışma ve münakaşayı terk edip üstün gelme
sevdasından vazgeçebilme faziletini göstermesi yoluyla mücadelesi, namaz ve
oruçla mücahedesinden çok daha zordur. Yazın oruçla nefis mücahedesi, kışın
yapılan mücahededen daha ağırdır. Gece namazlarında ise durum tam tersidir. Kışın
gece namazları daha kolay yapılabilirken, yazın gece müddetleri kısa ve
günlerin meşguliyeti daha çok olduğundan mücahede şartları da farklılık
gösterecektir.
Mücahede; fiilin
esas anlamı itibariyle savaş ve cihad anlamlarına da geldiğinden bu anlamdaki
mücahede kâfirlere, münafıklara, din düşmanlarına ve dinden dönenlere karşı
yapılır (Furkan, 25/52; Mümtehine, 60/1; Tahrim, 66/9; Mâlik b. Enes, Muvatta',
Zekât, 30). Allah yolunda mücahedenin ilk şartı ise, inanmış olmaktır. Çünkü
ayette "İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tâğut
yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76) buyurulmuştur. Allah yolunda
savaşanlar ise gerçekten inanmış olanlardır. “Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe
etmeyerek, Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir. İşte sâdık olanlar
bunlardır. (Hucurât, 15)
Aynı zamanda onlar birbirlerinin dostudurlar (bk. el-Enfâl, 8/74-75),
Allah düşmanlarını dost edinmezler (el-Mümtehıne, 60/1). Mücahede, gerçekten
inanmış olanların en temel özelliğidir. Gerektiğinde Allah yolunda ölmek, onlar
için bir şereftir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de "Allah, mü'minlerden mallarını
ve canlarını, Cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Onlar Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın üzerine bir
borçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da (Allah, yolunda
çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir)" (et-Tevbe, 9/111) buyrulmuştur.
İnanan insanın hayatta en çok değer vereceği iki şey Allah ve Rasûlü olmalıdır.
Onlar uğrunda yapılacak mücâhedeye hiç bir şey engel olmamalıdır. Yoksa bir gün
Allah'ın azâbını beklemek muhtemel olabilir. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'de şöyle
dile getirilmiştir: "De ki; babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden evler sizce Allah'tan; Peygamberinden ve Allah yolunda
savaşmaktan daha sevimli ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah
fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez" (et-Tevbe, 9/24). Allah
uğrunda savaşanlar netice itibâriyle kendileri için savaşmış olurlar. Çünkü
Allah, âlemlerden müstağnidir (el-Ankebût, 29/6) ve "Şüphesiz, inkâr
edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan
sonra Peygambere karşı gelenler, Allah'a hiç bir zarar veremezler. O, onların
işlerini boşa çıkaracaktır (Muhammed, 47/32).
Konuyla ilgili âyet ve
hadislerden de anlaşılacağı gibi cihâd, canla ve malla yapılır. Fakat en
önemlisi insanın önce kendi nefsiyle mücâhede etmesidir. Çünkü nefsine hâkim
olamayan kimse, düşman karşısındaki mağlubiyeti peşinen kabul etmiş demektir.
İşte bunun içindir ki "İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde
oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler birbirine eşit
değildir..." (en-Nisa, 4/95) buyrulmuştur.
Tasavvufi hâl ve makamları elde etmek için
harcanan sürekli ve düzenli çabalara mücahede ve riyazet denir. Riyazet daha
ziyade, nefsin arzularına karşı koymak; mücahede ise ahlâk değişmesini sağlamak
demektir. Riyazet ve mücahede yolu tasfiye yoludur. Bu yolda olanlar gerek hak,
gerekse halk ile olan muamelelerinde sadakât üzere olurlar. Çünkü bu yol ebrâr
yoludur. İnsanın dünyaya bağlı bütün eğilimlerinden sıyrılması, kendini Allah'a
adaması anlamına gelen riyazetin amacı, insan nefsini eğitmek, Allah sevgisi
dışında kalan bütün istekleri yok etmektir. Allah'tan başka bir şey düşünmemek,
daima zikir ve ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede nefsi
zorluklarla yormak ve onun arzu ve isteklerine karşı çıkmak anlamlarına da
gelir. Daha geniş olarak mücahede, makam ve servete, ruhu öldüren lezzetli
nimetlere karşı nefsin tutku haline gelen meylini dizginleyip yavaş yavaş ona
karşı çıkmak ve onun varlığını yok etmeye çalışmak olarak ifade edilebilir. Mücâhedenin
özü; nefsi, alışageldiği şeylerden alıkoymak ve çoğu zaman arzuladığının tam
aksine zorlamaktır. Nitekim bazı ârifler “Biz tasavvufu, ve bize aktarılan ilmi,
kuru kuruya başkasına öğreterek değil; açlıktan, Allah’tan alıkoyan şeyleri
terk etmekten, alışkanlıkları bırakmaktan ve emirlere sarılıp nehiylerden
kaçınmaktan aldık.” demişlerdir.
Nefis meselesi ve tedavisi, bir
defada halledilemeyecek kadar zordur. Ardı ardına pek çok kere tedavi görmesi
gerekir. Nefis, vahşi ata benzer; ancak gemlenirse yola gelir. Nefsin boyun
eğip uslanmasının bazı şartları vardır: Birincisi: Onu arzularından alıkoymak
gerekir. Zira vahşi atın hırçınlığı ancak yemi azalırsa geçer. Rasülullah
(s.a.v):“İnsanoğlu karnından daha kötü
bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak bir kaç lokma yeter.” buyurur.
Kuşeyrî nefsi tıka basa doyurmamak konusunda: “Kişinin mutad olarak yediği
yemeklerden her gün sadece kedi kulağı kadar az bir miktar azaltması açlığın adabındandır.”
der. Ebu Süleyman Dârânî: “Dünyanın anahtarı tokluk, ahiretin anahtarı
açlıktır.” der. Nefsin ikinci tezkiye yolu: Az uyumaktır. Birinci şartta yer
alan az yemek yapılabilirse kişi az uyumaya başlar. Az uyumak, Allah’a dönüşün
ifadesidir ve kalbi cilalandırır.
Gecenin İslam’da özel bir yeri
vardır. Gece ibadet için kalkmak nefse ağır gelir. Bunun için Kur’an’da
"geceleyin sıcak yatağından kalkıp Rablerine ümit ve korku ile dua
edenlerle, seher vakitlerinde uyumayıp istiğfar edenler ve gecenin azında
uyuyup sabahın erken saatlerinde istiğfar edenler övülmekte", uzun
gecelerde tesbih ile geceleyin teheccüt namazı emredilmektedir. Uykusuzluk
hedef değil, ilim, amel ve zikre vasıtadır. “Rasülullah
(s.a.s) yatsıdan önce uyumayı ve ondan sonra da boş konuşmayı, boş durmayı hoş
görmezdi.” Riyâzet ve mücahedenin önemli hususlarından üçüncüsü, az konuşmaktır.
Dilini tutan,
kötülüklerden emin olur. Necmüddin Kübra:“Dil konuşunca kalp susar.
Dil susunca da kalp konuşur.” demiştir. Hadis-i şerifte “susanın kurtulacağı” belirtilmiştir.
Dilini tutup kalbini söyletenlerin günahı az olur. İki dudağı ile iki bacağı
arasındakine garanti verene cennetin garanti edileceği vaad edilmiştir. İnsana iki kulak bir ağız
verilmiştir. Bu organlar bile kişinin daha çok dinleyip daha az
konuşması gerektiğine işaret eder. Hatem-i Asam der ki: “Arzu üç çeşittir: Yeme,
konuşma, bakma. Yeme halini Allah’a tevekkülle, dilini doğru sözle, gözünü
ibadetli bakışla muhafaza et.” Tasavvufta nefisleri terbiye
yolundaki sûfîler, az yemeye, az konuşmaya, az uyumaya, sürekli zikir ve
tefekkür etmeye ve yalnız kalmaya alışan nefsin kurtulacağına inanırlar.
Hucvurî’ye göre: “Nefs köpek gibidir, fakat mücahede ile o köpek nefs öyle bir
dereceye getirilir ki, artık onun avladığı hayvan helal hale gelir.” Riyâzet ve
mücahedenin önemli hususlarından dördüncüsü; Nefse, ibadet ve kulluğun ağırlığını
(sorumluluğunu) taşıtarak, nefse karşı Allah-u Zülcelal'den her zaman yardım
dilemeli, nefsi terbiye ve temize çıkarma hususunda yardımcı olması için
Allah’a devamlı olarak dua ve niyazda bulunmak gerekir. Çünkü vahşi at, yemi
azaltılıp yükü de ağırlaştırılırsa uslanır, boyun eğer. Nefiste bunun gibidir.
Ancak ibadet ve taat artarsa gerçek manada boyun eğip kurtuluşa erer. Nefse en
ağır gelen şey “secde” etmektir. Şeytan da “secde” emrine karşı çıktığı için
ebediyyen lânetlenmiştir. Nefisle mücâhedede başarı, ancak secdenin
çoğaltılmasıyla ve Allah’ın rızasını kazanmak için yoğun bir çaba göstermekle mümkündür.
Açlık ve nefisle mücâhede,
hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri) arttırır. İbâdet yapmaktan maksad; hem
mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allahü
teâlaya bağlamak içindir. Nefsin arzu ve istekleri ancak mücâhede ile azalıp
yok olur. Allah’a yakın olmanın Allah katında en makbul yolu, Allah’ın
emrettiği farzları yerine getirmektir. Kul, işleyegeldiği farzlara ilâve olarak
yapacağı nâfilelerle Allah’a yakınlıkta mesâfe alabilir. Ancak farzları ihmal
edip nâfilelerle meşgul olmak, insanı kesinlikle böyle mutlu bir sonuca
götürmez. Önce farzları sonra da nâfileleri işlemeye devam eden müslüman,
sürekli mücâhede içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede,
Allah Teâlâ’nın rızâ ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de
artık o kul, en büyük ve yegâne desteği elde eder. Onun her işi düzgün olur.
Tüm organları, görevlerini isâbetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve
hidâyeti her işinde görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse,
tehlikenin boyutu ne olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven,
sevdiğini yardımsız bırakmaz. Sıhhat ve boş vakit, insanların en çok aldandığı
ve kıymetini bilmediği iki temel hazinedir. Vakit keskin bir kılıç gibidir,
dikkat edilmezse insanı kılıç keskinliğiyle perişan eder. Zira geçen hiçbir
saniyenin geri döndürülmesi mümkün değildir. Sağlık da değeri elden çıktıktan
sonra anlaşılan bir nimettir. Bu hazineler ancak mücâhede yolunda
değerlendirildiği ölçüde gerçekten kazanılmış olur. Aksi halde bütünüyle hem
dünya hem de ahiret kaybedilmiş demektir.
Dünya imtihan sahnesidir. İnsan da
ölüm noktasına doğru hızla ilerlemektedir. Bu gidiş esnasında çok değişik
etkilerle, olaylarla karşılaşacaktır. Olumlu-olumsuz bütün olaylar karşısında
mü’min, “Allah’a kul olma” vasfını korumakla yükümlüdür. Bunun için de önce
inanış olarak sonra da bünye olarak güçlü olmak ihtiyacındadır. Müslümanlığı
“mutluluk yarışı” diye yorumlayacak olursak, bu yarışta güçlü, kuvvetli,
eğitimli, disiplinli, istekli ve şuurlu olmanın gereği kendiliğinden ortaya
çıkacaktır. İman ve imana bağlı ibadetler mutlak hayırdır. Böyle olunca da
kuvvetlisi ve zayıfıyla her müslüman hayırlıdır. Ancak inanç, fikir, niyet,
âhirete meyil ve fizik olarak kuvvetli mü’min, bu açılardan zayıf olandan
elbette daha hayırlıdır. Zira verilecek mücâhede güçlü olmayı gerektirmektedir.
Kulluktaki bu farkı Hz. Ali(r.a) bir sözünde şöyle açıklamıştır. ; “Bir grup
insan bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur. Bir grup insan da
korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur. Bir grup insan da vardır
ki, şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, tüm duygulardan yakasını kurtarmış
seçkin kimselerin kulluğudur.” demiştir. Kulun Allah’a şükretmesi, Allah’ın
nimet ve ihsanlarını itiraf ederek O’na övgüde bulunmak ve kulluğa devam
etmekle olur. Her nimete şükür gerekir. O halde insan, kulluğa devam ile
şükrünü ve Allah’a yakınlığını artırır.
Azâb yeri olan cehennem nefse hoş
gelen haramlarla sarılıp süslenmiştir. Nefsin istekleri yerine getirilirse,
gidilecek yer cehennemdir. Aşırı istekler (şehvetler), peşine düşenleri örümcek
ağı gibi cehenneme çeker götürür. Cennet, ebedî mutluluk yurdudur. Ona nefis
açısından bakıldığı zaman, başlangıçta nefsin hiç de hoşlanmadığı ibadet,
fazilet ve fedâkârlıklarla perdelendiği görülür. İnsan nefsi, bu güçlüklere
katlanmak istemez. Ancak gerçek mutluluk, geçici zorluklara katlanıp o
perdeleri aralayabilmektedir. İşte nefisle mücâdele bu noktada odaklaşmaktadır.
Mücâhede de bu noktada büyük bir önem ve anlam kazanmaktadır. Duyguları akıl, tecrübe ve vahyin
ışığında uyarmak, ciddî ve meşrû işlere yönlendirmek gerekmektedir. Zira gerçek
ve sürekli mutluluk yani cennet böyle bir mücâhede ile kazanılabilecektir.
İnsan, hayatı
boyunca yaptıklarını yani amelini beraberinde götürür. Ona göre de muameleye
tâbi tutulur. “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem
çukurlarından bir çukurdur” hadisi, bu muamelenin neler olabileceğini ifade
eder. Madem ki kişiyi takip edecek olan ameldir, o halde mücâhede, ameli
sevimli bir dost, ebedî bir mutluluk vesilesi kılma gayretidir, denilebilir.
Akıllı kişi de böyle bir gayreti kendi kendisinden esirgemeyendir. Ömür, her
birimizin dünya pazarında kalma süresidir. Onu takdir eden de Yüce Rabbimizdir.
Bizim bu süreyi ne tayin etme ne de bilme imkânımız vardır. Amellerimizin iyi
ve kötü oluşlarına ve Allah’a olan yakınlığımıza göre kurtuluşa erişmek söz
konusudur. Bu duruma göre asıl önem taşıyan amelin vasfıdır. Yani güzel mi,
yoksa kötü mü olduğudur. Ömrün uzunluğu kâr ve zarar hesâbında ikinci unsurdur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde “İnsanların en zararlısı da ömrü uzun, ameli kötü olandır” sözü ile esas neticenin amel-i salih olduğunu
ifade etmiştir. Amelin güzelliği, öncelikle meşrû olması, sonra da ihsan
kalitesine sahip bulunması ile mümkündür. Bu ise, müslümanca yaşama sorumluluğu
ve mutluluğuna sahip çıkmak demektir. Böyle bir gayretle geçecek ömrün uzun
olması, elbette en büyük kârlılık ve saadettir. Bunun temini yani amelin
güzelliğinin sağlanması, hiç şüphesiz nefsin arzularına uyarak değil, onunla
mücâhede ederek mümkün olacaktır. O halde yaşadığımız sürece nefisle mücâhedeye
devam etmek durumundayız.
Kuran-ı Kerim’de
geçen mücahede ayetlerinde, nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi öğütlenmiş ve
bunu başaranların gerçek kurtuluşa erecekleri müjdelenmiştir.
قال
اللَّه تعالى : وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا
وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
“Uğrumuzda
mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz. Gerçekten Allah iyilik edenlerle
beraberdir.” (Ankebut sûresi,
69)
Nefse, şeytana, kötü duygulara ve
din düşmanlarına bütün güçleriyle direnenleri, Allah Teâlâ rızâsına ve
cennetine ulaştıracak yollara yöneltecektir. Önemli olan, Allah’a kulluk
uğrunda var gücüyle mücâdele etmektir. Âyet, iyi bir kul olmak için sarfedilecek
gayretlerin, aslâ sonuçsuz kalmayacağı, mutlaka hedefe götürücü çıkış yolları
bulunacağı müjdesini vermekte; mü’minleri, mücâhedenin her türlüsünü bu güven
içinde gerçekleştirmeye çağırmaktadır.
Mücâhedenin cihaddan daha genel
olduğu, cihaddan önce de sonra da yürütülmesi gerekli kulluk gayretlerini içine
aldığı dikkatten kaçırılmamalıdır. Bildikleriyle amel etmenin de mücâhede olduğunu
ileri süren ulemâ, herhalde bu genelliği ifâde etmek istemiş olmalıdırlar.
Âyeti, “Bize itaat uğrunda gayret gösterenleri sevabımızın yollarına
kılavuzlarız” şeklinde yorumlayan Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh de
mücâhedenin Allah’a kulluğu esas alan bir kavram olduğunu dile getirmiş
olmaktadır.
وقال تعالى : { وَاعْبُدْ رَبَّكَ
حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ } “Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk
et!” (Hicr, 99) Bu
âyetle mücâhedenin sürekliliği ortaya konulmuştur. Mücâhede ölüme kadar
süren bir kulluk bilinci ve uygulamasıdır. O halde müslüman, yaşadığı sürece
kulluğa devam etmek suretiyle mücâhede içinde olacaktır.
وقال تعالى : { وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ
تَبْتِيلًا } أي انقطع إليه.
“Rabbinin adını an, bütün varlığınla yalnız
O’na yönel!” (Müzzemmil, 8)
وقال تعالى : { فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
خَيْرًا يَرَهُ } .
“Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını
(mutlaka) görür.” (Zelzele, 7) Maddî
mânevî her iyiliğin ve hayrın, en küçük birimine kadar karşılıksız kalmayacağı
açık bir gerçektir. Bu gerçek müslümanı, vereceği mücâhedede güçlü kılacak ve
birtakım fedakârlıklara sevkedecektir.
وقال تعالى: { وَمَاتُقَدِّمُوا
لِأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللَّهِ هُوَ خَيْرًا وَأَعْظَمَ أَجْرًا } .
“Hayır olarak kendiniz için önceden
ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve mükâfatı daha büyük olarak
bulursunuz.” (Müzzemmil,
20) Bir kimse ölünce, insanlar onun geriye ne bıraktığını, melekler ise önceden
hangi hayırları gönderdiğini merak ederler. İnsanın hayatında ve sağlığında
yaptığı hayırların en küçük biriminin bile karşılığının görüleceği garanti
edilmiş ve hatta daha büyük mükâfatla karşılanacağı müjdesi verilmiştir.
وقال تعالى : { وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ
خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ } والآيات في الباب كثيرة معلومة.
“Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu bilir.” (Bakara, 273) Mücâhede kavramı içinde
yer alacak her çeşit kulluk girişimleri ilm-i ilâhî dâhilinde olunca, zâyî’
olma, karşılık görmeme ihtimalleri ortadan kalkmaktadır. Bu durum mücâhedeyi
güçlendirmektedir. Binaenaleyh mücâhede konusunda gösterilecek ihmal ve
tenbelliğin haklı herhangi bir gerekçesi kalmamaktadır.
Sonuç olarak kişi, yaptığı
mücâhede ve riyâzetin başarısına göre huzura kavuşmakta ve Allah’a
yaklaşmaktadır. Mücahede ancak Allah için olursa kıymeti olur. Nitekim bu
hususta İmâm-ı Rabbânî k.s) “Bir kimse
bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede yapsa, eğer
bir peygambere uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti
olmaz. Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz. Hiçbir iş olmayan yâni bir
şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak sırf peygamber
efendimiz yaptı diye kaylûle yapmak, o büyüklerin emrine uyarak yapılınca,
onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli
olur.” Buyurarak iman etme ve bir peygamberin emri ile hareket etmenin ne
derece önemli olduğunu göstermiştir.
Mücahede ve riyazat ancak ibadet ve ihsan dairesi içersinde iman ile
birleşirse anlam kazanır. Aksi halde boş yere nefse ve bedene acı vermekten
öteye geçemez. Mesela bedenlerini ehilleştirmek için Budist rahip ve keşişlerin
türlü türlü riyazat ve mücahedeleri Kuran-ı Kerim’in gerçek nefs mücahidleri
için yukarıda beyan edilen müjdeli hitaplarından iman temelinden yoksun
olduklarından dolayı uzak kalmaktadır. Neticede kişi hakiki iman ve Salih amel
işleyerek nefsini tezkiye yolunu tutarsa gerçek manada kurtuluşa erecektir. Bedeni ve ruhi
varlığımız hayat yolunda, ölünceye kadar ortaya çıkan her çeşit şerre karşı
sürekli bir mücadele içinde olacak şekilde riyazat ve mücahedede bulunursa ancak
kamil insan vasfına nail olmuş olur.
Allah hepimizi
bu nefsi tezkiye yolunda, kendisinden razı olduğu ve ebedi kurtuluşu ikram
ettiği seçkin kulların zümresinden eylesin.(amin)
Kadir PANCAR
14.12.2014
Lütfen ilgili yazıların altında, yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Kırık bağlantıları ve hatalı içerikleri mutlaka bildiriniz. Bizlere güzel dualar ederek destek olunuz...
KADİR PANCAR...