Medeniyet kelimesi Arapça'da esasında şehir anlamına gelen "medine" kelimesinden türemiş bir isim olduğu söylenebilir. Daha farklı anlamlara göre Arapça "din (dyn)" kelimesi ile de ortak anlamları olduğu belirtilmiştir. Kök anlamları birleştirildiğinde medeni kavramı şehirli, şehirle ilgili, şehirde yaşayan gibi anlamlara gelir. Buradan hareketle medeniyeti tanımlarsak; medeniyet: aynı inanç ve hedefler uğrunda bir araya gelmiş toplumların birlikte inşa ettiği şehir ve bu şehir içinde kendilerini en iyi biçimde ifade etmek için çabaladığı bütün iş, eylem, estetik, sanat ve kültürlerinin toplamından meydana gelen bir oluşumdur. Tarihte bu uğurda pek çok medeniyet inşa edilmiş bunlar etrafında şekillenen pek çok insan hikayeleri ortaya çıkmıştır. Roma Medeniyeti, Selçuklu Medeniyeti, Osmanlı Medeniyeti... gibi medeniyetler belli bir coğrafyada geniş izlerin oluşturduğu büyük medeniyetlerdir. Bir medeniyet kendisinden sonraki zamanlara da ışık tutabildiği ölçüde büyük medeniyet olma kudretine haiz olacaktır. Medeniyetlerin oluşum sürecinde din, dil ve coğrafya büyük etkenlere sahiptir. Toplumların birlikte yaşama duyguları, herhangi bir konu üzerindeki düşünceleri, birlikte veya ferdi olarak meydana getirdikleri ürünleri, bireylerin ahlâkî yapısı, sanat ve estetik algıları, müziği, edebiyatı, ticari ilişkileri, ekonomik ve iktisadi hayatları, eğitim anlayışları, hedefleri, savaşları, diğer toplumlar ile olan ilişkileri gibi her alanda akla gelebilecek her şey medeniyet kavramı içerisinde yer alır. Medeniyetlerin oluşum sürecinde hep insan vardır. Temelde bir dine ve anlayışa bağlı olarak ortaya çıkmış olsa da İnsan medeniyetin inşa edicisi durumundadır. Aristo'nun tabiri ile "siyasal canlı olan insan medeniyetin esas unsurudur. “el-İber” eserinin Mukaddimesi ile büyük bir üne kavuşmuş ünlü müellif İbn Haldun Medeniyet kavramı üzerinde yoğun açıklamalar yapmış ve medeniyetleri anlamayı bir insanın vücuda gelmesine benzeterek, insan yaşamı ile ilişkilendirmiştir. Her medeniyet tıpkı bir insan gibi doğar, büyür, gelişir ve sonunda da ölür. Medeniyetin ölmesi yok olması manasında olmayıp mevcut parlaklığının azalması etki alanının zayıflaması anlamına gelir. Bir medeniyetin yok olması tam anlamıyla sosyolojik olarak mümkün değildir. Medeniyetler büyük bir felakete maruz kalmadıkça değişiklik göstererek farklı medeniyetlerin içerisinde etkilerini devam ettirirler. Medeniyetler, tam olarak ölmeyip başka bir medeniyetin içinde kendilerinden bir takım izleri yaşatmaya devam ederler. İbn Haldun’un, Mukaddime eserinde sözünü ettiği ‘kainatı anlamak insanı anlamaktır,
insanı anlamak kainatı anlamaktır’ ilkesi gereğince medeniyetleri insan hayatı ile beraber değerlendirmek en doğru kavrama biçimi olacaktır.
"İbn Haldun, kültürün ve medeniyetin gelişmesi
için gerekli olan ilimlerin ancak bir umranın ve
yüksek bir hadaretin bulunduğu yerde gelişeceğini
vurgulayarak medeniyetin, bedevîlerle değil,
hadarî olan insanlarla yükseleceğini belirtmektedir. İbn Haldun’a göre şehirlilerin sorumluluğu daha
büyüktür. Çünkü medeniyetin çöküşü onların
görevlerini hakkıyla yapmaması, şehirde yaşamalarına
rağmen şehirli değerlerini yavaş yavaş kaybetmeleri
ile hızlanmaktadır. O'na göre medeniyetin inşası şehir olmak ile mümkündür. Hadarîlerin kanunî hükümleri
sıkı bir şekilde tatbik etmeleri, metanetlerini
bozar ve mukavemetlerini kırar. Çünkü bu kanunlardaki
müeyyideler haricidir, yani insanın tabiatına yabancıdır. Onun için insanın dayanma ve
direnme gücünü tahrip eder. Şer’î kanunlar ise metanet
ve mukavemeti bozmaz; çünkü bunlardaki
müeyyideler zâtîdir, yani kalpteki imana dayanır. İbn Haldun şehir insanının hadarî özelliğini
ön plana çıkarmış, ancak aynı zamanda şehir insanına
ağır eleştiriler de yöneltmiştir. Şehir insanının karakterini anlatırken, onların haris, mağrur,
korkak, tembel, rahatına düşkün, bencil, müsrif olduklarını
ifade eder. Ahlâkî bakımdan olumsuz sayabileceğimiz
pek çok sıfatı şehir insanına
yakıştırabilir. Ona göre uygarlık, yaşamakta olan
insanî değerleri yozlaştırabilmektedir. Hadarîlerde
insanî meziyetler ve ahlâkî özellikler bozulmuş
olduğundan onlar hilekâr, kurnaz, menfaatine düşkün ve cimridirler. İbn Haldun, lüks ve israfa düşkün hadarî insanlarda zenginliğin de etkisiyle dine
olan ilginin azaldığına dikkati çeker. İbn Haldun’a göre, insanın ahlâkî yönündeki gelişimi
sonrasında millet ilerlemeye başlar. İnsanın ahlâkî
yapısında ve toplumun değerlerinde fark edilebilir
bir gelişme olursa bu durum maddî gelişmeyi
tetikler. " Mukaddimeden özet olarak sunduğumuz bu yaklaşımda, insan, şehir ve medeniyet iç içe kavramlardır. Farabi'nin "medinetül fazıla" eseri erdemli ve mutluluk üzere olunabilecek en küçük yapının bir şehir olacağı ve burada yaşayan insanların erdemlilik özelliklerini bedevi unsurlara nazaran daha rahat gösterebileceğini ifade etmiştir. Ahlak felsefesinde söz sahibi ibn Miskeveyh; insanın yaratılışı gereği bir içtimai hayat içinde yaşayacak şekilde özelliği olduğunu belirtirken bu yaşama şeklinin de ancak Şehir ortamında mümkün olacağını söylemiştir. Taşköprülüzade Ahmet Efendi de aynı şekilde medeniyet oluşturmanın erdemli bir toplum vücuda getirmenin yolunu şehir yaşamı ve dini hayatın bütünleşmesi ve birbiriyle tam ilişkili olmasıyla mümkün olacağını söylemiştir. Şehir olmadan göçebe ve bedevi bir toplumun medeniyeti oluşturmasından söz etmek doğru bir yaklaşım olmaz. Burada medeniyetten kasıt bir ilerleme, yenilikler üretme, birlikte yaşama, değer verme, yaşadığı çevreyi/toplumu etkileme ve inşa sürecidir. Bedevi Arapların dil ve gramer alanındaki yetkinlikleri, şiir ve edebiyata hakim olmaları bir medeniyet göstergesi olarak sayılmaktan öte bir kültür birikimi olarak ifade edilebilir.
İbn Haldun “İnsan
alışkanlıklarının çocuğudur, alışkanlık ikinci
bir tabiattır, insanoğlu öğrenen bir cahildir, anne
babası tarafından yetiştirilmeyen insanı zaman eğitir,
içinde yaşadığı çevre insanın tabiatının yerini
alır, âdetler insan tabiatını ve karakterini belirler.” sözünde kastettiği mana itibariyle birey; kendisinin dünyaya gelişi ile birlikte büyük çabalar göstererek J.Locke'nin sonradan felsefeye kazandırdığı "Boş Levha" konumundaki zihin ve dünya hayatını bir nakış gibi işlemeye ve anlamlandırmaya başlar. Bu arayış ve çabalar sonunda bir medeniyet inşası süreci başlamış olur. İnsanlar ait oldukları inanış gereği de kendi medeniyetlerini oluşturamaya başlarlar. Eski Roma ve Yunan medeniyetini inşa eden insanlar, sanatsal değer taşıyan heykel ve resimlerini yaparken hep bu manadan yola çıkarak dinlerinin ve inanışlarının etkisini medeniyetlerinde hissettirirler. Avrupa'da at koşturan Hunlar ve diğer Türk boyları göçebelikten şehir yaşamına geçtiklerinin izlerini bir medeniyet tasavvuru içinde kurdukları devletlerde gösterirler. Endülüs Coğrafyasında büyük bir medeniyeti inşa eden Araplar, Asya ve Avrupa'da nam salan Selçuklu ve Osmanlılar inşa ettikleri medeniyetlerde İslam dininin etkilerini bizlerin dikkatine sunarlar. İşte bu misallerdeki gibi medeniyet inşasında en büyük pay; din ve inanışların etkisinde ortaya çıkan hedeflerdir.
Umrandan Uygarlığa eseri ile Medeniyet ve Umran kavramlarına büyük bir anlam çerçevesinde bakan Cemil Meriç, "biz büyük bir medeniyetin çocukları olarak gurur duymalıyız." der. Geçmişimizde yüzümüzü kızartacak bizi yerin dibine sokacak bir olayı bulunmayan, utanılacak mâzisi olmayan, insanlığa büyük hizmetleri olmuş, başka ve medeniyetlerin oluşumunda büyük pay sahibi olmuş, çağlar kapatıp çağlar açmış bir medeniyetin çocuklarıyız. Fakat günümüzde bu medeniyetimiz, içinde bulunduğumuz bunalımlı ve fetret halinden dolayı dünyaya hâkim olma kabiliyetini kaybetmiş ve Batı medeniyetinin tesiri altına girmiştir. Bu tesir içinde bulunduğumuz coğrafya insanını kendi medeniyetinden utanan ve hatta reddeden kendi kimliğinde eksiklikler bulan bir mağlubiyet anlayışına sokmuştur. Cemil Meriç, “
ne biz medeniyetimizi inkâr ettik, ne de Batılılar bizi asırlardır bildiklerinden farklı bildiler. Batıcılarımız, yâni müstağriblerimiz ne kadar medeniyet hüviyetimizi inkâr etse de Batılıların gözünde biz düşman bir medeniyetiz. Oysa bu medeniyet, tek başına ortaçağ karanlığını aydınlattı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılâbı, yâni medeniyeti kadar uzun bir hamle yapmadı. Bu medeniyet bir asırda okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, târihleri birbirleriyle hamur yaptı.” derken İslam dininin, oluşturduğumuz büyük medeniyetlerin alt yapısında ne denli bir yer teşkil ettiğini bizlere ifade etmektedir. Tabi buradaki kasıt ve ifadeler bizim anladığımız açıdan anlamak isteyenlere bir hitap niteliğindedir. At gözlüğünü takarak olaylara bakanlar, kendi kimliğinden hiçbir şekilde razı olmayıp kendisini başka milletlere benzetmeye çalışanlar, bizim bakış açımıza tam ters bir halde her zaman inşa ettiğimiz Büyük İslam Kültür ve Medeniyet tarihimizde bir sorun aramaya devam edeceklerdir. Medeniyetimizde bir eksiklik ve kusur olduğu zannı ile hareket edenler, daima kısır hayallerinde Batı Medeniyetini n tesirlerini bünyelerinde yaşatmaya devam edeceklerdir. Bu tür yaklaşımlarda bulunanlara hitaben
bizim gayemiz; kendi kimliğimizin farkında olma bilinciyle hareket edip, geçmişte oluşturduğumuz büyük medeniyet zenginliklerimize sırtımızı dönmeden Allah'tan başka kimseden korkmadan büyük bir sabır ve şevkle yeni medeniyetlerin inşa sürecindeki taze heyecanlara hazır olmaktır. İslam bizden daima çalışıp dünyayı ve ahiretimizi imar etmemizi emreder.
Kuran-ı Kerim'de “Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.” (İnsan 76/27) ayetinde de ifade edildiği üzere dünya hayatına fazla kapılmadan bir medeniyet inşa sürecinde yer almak birey olarak bizlerin en büyük vazifesi olmalıdır. Aslında Kuran-ı Kerim çizgisinde hareket edildiğinde dünya ve ahiret arasında bir denge gözetmemiz gerektiği ortaya çıkacaktır. Nitekim bu konudaki pek çok ayette dünya ve ahiret arasındaki dengeye dikkat çekilmektedir.
“Ahiret de dünya da Allah'ındır.” (Necm 53/25), “Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas - 28/77),
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20), “Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebut 29/64)
Bütün bu yazılanlardan idrak ettiklerimizle, dünya hayatında iyilik ve güzellikler içerisinde iman ve islam çizgisinde kendimizi ifade edebileceğimiz yeni müesseseler, ilim, kültür ve irfan meclisleri, kendimize ait sanat ve estetik yapıları, eğitim ve kültür birikimleri, edebiyat ve iktisadi gelişmeleri inşa ederken bir yandan da ahiret hayatımızın mamur olması için çaba sarfetmeliyiz. İşte bu bilinç ve idrak insanı mükemmelleştirecek yegane unsur olacaktır.
Kadir PANCAR
16/06/2016
Kaynakça:
İbn HALDUN, Mukaddime (I-II), Çev.Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları,İstanbul,2012
Ahmet ALBAYRAK, İbn Haldun Medeniyet Tasarımı ve İnsan,İslami Araştırmalar Dergisi, 2010
Cemil MERİÇ, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul,2003
El Farabi, (ideal devlet) El Medinetül Fazıla, çev. Ahmet Arslan, Divan Kitap, Ankara, 2011
Lütfen ilgili yazıların altında, yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Kırık bağlantıları ve hatalı içerikleri mutlaka bildiriniz. Bizlere güzel dualar ederek destek olunuz...
KADİR PANCAR...