Şaşırdım kaldım işte, Yavuz Bülent Bakiler

Türk Edebiyatının önemli isimlerinden olan, hayatı boyunca Türkçe'ye bağlılığı ile tanınan; şiir, gezi notları, edebi metin incelemeleri, anı yazılarıyla bilinen usta şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler (d.23 Nisan 1936) bugün vefat etti. (28/09/2025) Türk Edebiyat dünyası için kıymetli bir isimdi. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Yavuz Bülent Bakiler'in en bilinen şiiri ile bu şiirin ardındaki aşk hikayesini, şairin kendi anlatımıyla sizlere aktaralım.
Şaşırdım Kaldım İşte” Şiiri ve Hikayesi
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla,
Bâzan sessiz sedasız, ipekten kanatlarla,
Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla,
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla,

Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla,
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla,
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla,
Sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla..

Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle,
Öldür bendeki beni, sonra dirilt kendinle,
Çarpsan karasevdayı en azından yüz binle,
Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle.

Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle,
Ama her defasında geri döndüm seninle.
Hangi düğüm çözülür nazla, sitemle, kinle?
Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?
Bazan kızkardeşimsin, bazan öpöz annemsin,
Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin,
Eksilmeyen çilemsin,

Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin,
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin,
Çaresizim, çaremsin.
Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?

Yavuz Bülent Bakiler

Şiirin Hikâyesi
Yavuz Bülent Bakiler anlatıyor: Bu kızın, yani fakültenin birinci sınıfında aşık olduğum kızın ismi ‘’Fatma’’ olsun. Bu kıza anlatılmaz duygularla bağlandım kaldım ama ona aşık olduğumu kat’iyyen söyleyemiyorum. Her gün beraber fakülteye gidip geliyoruz. Her gün yan yana oturup dersleri dinliyoruz ama bir türlü bu kızcağıza “ben seni seviyorum, ben sana aşığım” diyemiyorum. Hep içimden söylüyorum bunları. Bizim o yıllarda Hukuk Fakültesindeki mevcudumuz 11500’dü, 11500 mevcudu var. O 11500 kişinin 1100 kişisi muntazaman derslere devam ediyor. O bakımdan fakültede iki ayrı sınıfta okuyoruz. Bir aşağıda sınıf var, bir de yukarıda sınıf var. Biz aşağıdaki sınıfta bu kızcağızla beraber derslere devam ediyoruz. Gandi’yi okuyorum. Gandi diyor ki “her gece başımı yastığa koyduğum zaman kendi kendime düşünüyorum, acaba bugün bir kimseye zararım dokundu mu?’’ Diye düşünüyorum. Eğer bir kimseye zararım dokunduysa gidip ertesi gün o kişiden özür diliyorum. Sana zararım dokundu, beni bağışla’’ diye.” Ben Gandi’nin tesiri altında kalarak kendi kendime düşündüm, dedim ki ben her gün bu kızla beraber derslere giriyorum, bu kızla beraber dolaşıyorum, fakültede bir dedikodu çıkmaya başladı, ‘evlenecekler’ diye bir dedikodu. Benim kulağıma da geliyor bu. Yanımda arkadaşlar söylüyorlar. Ben de “yok ya böyle bir durum yok” filan diye itiraz ediyorum ama doğrusu bu kızcağızı dünyalara sığmaz bir yürekle seviyorum. Ona aşığım. Bir gün fakültenin merdivenlerinden çıkarken ona dedim ki “biliyor musun, fakültede böyle bir dedikodu var” dedim. “Ne güzel, ne güzel” dedi. ‘’Ama dedim, biz daha fakültenin birinci sınıfındayız, yarının ne olacağı belli değil, ben bu fakülteden mezun olur muyum, olmaz mıyım bilemiyorum. Üstelik ben dedim, ailemin seçtiği kimseyle evlenmek durumundayım.’’ Aynen öyle, annemin dilinde dayımın kızının ismi var. Olur mu olmaz mı bilmiyorum ama annem ve babam evleneceğim kimseye evet demeseler benim o kimseyle izdivaç yapmam mümkün değil. Şimdi bir dedikodu var ama ben görüyorum ki sana zararlı oluyor. Gel bu dedikodu bitinceye kadar konuşmayalım.
Ben böyle söyler söylemez müthiş öfkelendi, elini başının üstüne kadar kaldırdı “Ben seninle büyük bir dostluk kurmak istiyorum, niçin korkuyorsun? Madem korkuyorsun çekil git!” dedi. Öyle ya! “Ben niye korkayım. Sen bu fakültenin en güzel kızlarından birisin. Senin yanında bulunmak bile bana büyük bir huzur kazandırıyor. Ben korkmuyorum. Ben senin adına endişe duyuyorum.” dedim. “Hadi hadi” dedi, “korkuyorsun.” Sen öyle mi düşünüyorsun, peki hadi güle güle’’ dedim. Böylece ben ondan ayrıldım ve yukarıdaki sınıfa çıktım. O da bir gün sonra yukarıdaki sınıfa çıktı. O yukarıdaki sınıfa çıkınca ben aşağıdaki sınıfa indim. Dünyanın en büyük aptallıkları ve kat’iyyen konuşmadım ama onun için bir takım şiirler yazdım. Bir arkadaşım vardı, sonradan çeşitli bakanlıklarda vazife gördü o demiş ki, -ismi Fatma’ydı ya kızın- “Fatma” demiş, “Bülent senin için o kadar klas o kadar güzel şiirler yazdı ki, bir görsen hayran olursun, çok beğenirsin” demiş. Benim haberim yok. Ben Cebeci’de arkadaşlarımla birlikte bir bekâr evinde kalıyorum. Tak tak, bir gün kapı çalındı. Açtım kapıyı, baktım karşımda kızcağız.
– “Ne var?” dedim.
– ‘’Bülent filan bana söyledi benim için şiir yazmışsın, o şiirleri senden istemek için geldim.’’
– “Vermem” dedim.
– Bak, ‘’kimseye kızmadım, kimseye rica etmedim, senden rica ediyorum, ver o şiirleri bana…’’
-“Vermem”, o şiirler benim duygularımı ortaya koyuyor.
Şu basitliğe bakın.
-Senin nazarında dedim, erkeklerin hiçbir kıymeti yok.
Buna nereden geldim? Öğrendim ki bu arkadaşım, erkek arkadaşlarıyla ve kız arkadaşları ile birlikte Çubuk Barajına gitmiş. Öğrenince çılgınlara döndüm.
‘’Nasıl olur, benim haberim olmadan gidebilir?’’
Sanki benim nikâhlı eşimmiş gibi. Bu da işin üzerine binince tamamen kopmak istedim.
Geceleri uyuyamıyorum, “acaba sabahleyin fakülteye gelecek mi?” diye düşünüyorum. Fakülteye geliyor, Onun bulunmuş olduğu yerde, kat’iyyen ben olmuyorum, çekip başka tarafa gidiyorum. Böyle saçma sapan bir takım davranışlar. Ama şiirler yazdım kendi kendimle sevdalandım durdum, başka şiirlerim oldu. Bunları kendisine anlatmadım.
Mezun olduk. O da mezun oldu, ben de mezun oldum. Benim şiirlerimin çıkmasını, basılmasını, bir kitap haline gelmesini çok istiyordu. Yeminle söylüyorum, çok enteresan hadiseler oluyor bazen insanın hayatında. Fakülteden mezun olduktan sonra askerliğimi yaptım. Ben muhafız alayında, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayında. Kitabımı bastırdım, şiirlerimi muhtevi şiirlerimi bastırdım. Ondan bir tane aldım, cebime koydum, üzerimde lacivert bir elbise var. Çıktım Kızılay’a geldim. Kızılay’da bir noktadan karşı tarafa geçeceğim. Kalabalık ana baba günü, kendi kendime dedim ki:
 “Ya bu kız bu kitabın çıkmasını çok istemişti, onu görsem de kitabı versem kendisine. Ve kendisi için yazmış olduğum şiirleri hiç olmazsa bu münasebetle görmüş olur.”
Bu ışıktan karşı tarafa geçerken tam ortada karşılaştık. Dedim ki “Fatma, az önce seni düşünüyordum, kitabım çıktı. Onu sana şimdi sunuyorum, al” dedim, aldı “teşekkür ederim“ dedi. Başka türlü konuşmadık, o ayrıldı ben ayrıldım. Bu defa beni bir merak sardı:
-Acaba şiiri okuduktan sonra nasıl bir kanaat içerisinde oldu, ne düşünüyor şiir üzerinde veya benim üzerimde?
Ben ayrı bir yerde oturuyorum Ankara’da. Tandoğan Meydanında. Orada arkadaşlarımla birlikte 3 yıl oturmama rağmen onu katîyyen görmedim hiç. Hangi mahallede oturduğunu da bilmiyorum. Ama kendisine o şiir kitabını verdikten bir gün sonra çıktım evimden, otobüs durağına geldim. Baktım bu da otobüs durağında bekliyor. Oralarda bir tanıdığı olsa gerek herhalde, oraya gelmiş.
-Dedim ki sana verdiğim şiir kitabını okudun mu?
-Okudum, dedi.
-Peki senin için yazdığım şiirleri gördün mü?
-Yok, hiç farkında değilim, dedi.
Bir tokat yedim mi suratıma?
Troleybüs geldi, kimse yok troleybüste. En öne oturdu, gittim inadına en arkaya oturdum. Yine kat’iyyen konuşma filan yok.
O zaman o da bekar, aynı zamanda ben de bekarım.
Derken, efendim tekrar bir kopukluk meydana geldi. Ben evlendim. O evlendi, evlendiğini duydum. Son derece güzel bir kız, vizon kürkler içerisinde, böyle dolaşıyor. Bir gün Ankara’da, bir akşam karanlığında ben bakanlıktan çıktım; kitap bastırıyoruz bir matbaada, o kitapların durumlarını öğrenmek için matbaaya gidiyorum. Tam Milli Kütüphanenin önünden geçerken bu kızcağızla karşılaştım.
O karşıdan geliyor, ben bu taraftan gidiyorum.
Karşılaşınca:
-Nereye gidiyorsun? dedi bana.
Doğrusu benimle konuşacağını hiç düşünmüyordum. “Nereye gidiyorsun” dedi.
-“Matbaaya gidiyorum” dedim.
-Ne var matbaada.
-Kitap bastırıyoruz da, acaba ne oldu diye onu öğrenmek için gidiyorum, dedim.
-Ya Bülent! Hala mı kitap, dedi bana.
-Ne yaparsın dedim, işte benim de havam böyle! Kitapla düşüp kalkıyorum. Çekip gideceğini sandım, gitmedi. Ben de bekliyorum ama başımız önümüzde ikimizin de.
-“Bana niye gelmiyorsun?” dedi.
Hiç düşünmemiştim, hiç tahmin etmiyordum bana böyle bir soru soracağını.
– İstiyor musun dedim, sana gelmemi?
– Tabi dedi. Gelsene bana, yalnız gelmeden önce haberim olsun, dedi.
Anladım süslenecek o bakımdan haberim olsun diyor. Kendisine haber verdim bir gün, çıktım gittim. Ben kültür Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısıyım, benim kapımda bir sekreter var. O hatun kişinin makamına girmek için iki ayrı odadan, iki ayrı sekreterden geçmek lazım. Birinci sekreterden geçtim, ikinci sekreterden geçtim. Üçüncü odada kendisinin karşısına dikildim. Beni çok iyi karşıladı. Ben, masanın bir tarafına oturdum. O makamından kalktı, masanın karşı tarafına oturdu. Aynen, Allah şahit, aramızdaki konuşma aynen şöyle oldu. Bana dedi ki,
–‘’Biliyor musun Bülent, benim 4 yıllık fakülte hayatımı zehir ettin sen bana, zehir ettin’’ dedi. 
-Şimdi ne söyleyeyim. Dedim ki:
 ‘’Bak köprülerin altından çok sular aktı ve aradan çok zaman geçti, senin hiç bilmediğin bir konu var. Şimdi o konuyu burada ben sana açmak durumundayım. Doğru, fakültede benim bir takım yanlışlarım, hareketlerim oldu, kıskançlıklardan ötürü filan ama onun altında yatan çok önemli bir sebep var ve senin bilmediğin bir husus. Onu bugün şimdi sana, senin bu sorundan sonra açıklamak istiyorum. Senin haberin yok, ben o yıllarda sana deli divane âşıktım, ama söyleyemiyordum bir türlü. İçimde tutuyordum, bütün o yanlış hareketler, hep benim o büyük sevdamdan kaynaklanıyordu, anlatamıyordum.’’
Elini vurdu masaya:
-‘’Ne demek söyleyemiyordun? Yahu Bülent, her gün bağıra bağıra anlatıyordun’’ dedi.
Bütün samimiyetimle söylüyorum, şaşırdım kaldım.
– ‘’Yani dedim Fatma, sen o yıllarda gerçekten sana âşık olduğumu anlamış mıydın?’’
-‘’Anlamamak için dünyanın en aptal kadını olmak lazım, elbette anladım. Niye söylemedin’’ dedi.
Vallahi, billahi, tallahi, samimi kanaatimi orada kendisine anlattım. Dedim ki,
–‘’Bak o yıllarda seni o kadar, o kadar, o kadar büyük bir yürekle seviyordum ki, kendimi sana layık görmüyordum. Çok düşündüm, ben dedim ki ben gitsem bu kızcağıza evlenme teklifinde bulunsam. O da beni kabul etse yazık olur bu kıza. Çünkü o benden çok daha üstün özelliklere sahip bir kimseyle evlenmiş olmalıdır. O bakımdan sana öyle bir teklifte bulunamadım’’ dedim.
Elini vurdu masaya,
–‘’Ya Bülent, benim için şeref olurdu, benim için şeref olurdu.’’
Benim deli divane aşık olduğum kızdan 20 yıl sonra dinlemiş olduğum tek cümle budur ve ben onun serçe parmağını bile tutmadım, serçe parmağını. Benim zamanımda veya benim yaşayışımda aşk böyleydi. Ben öyle bir duygu içerisinde bu kızcağıza olan duygumu “Şaşırdım Kaldım İşte” isimli şiirde ortaya koydum.
“Sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla” Hani fakültede benim yanıma geldiği zaman ben bırakıp başka taraflara gidiyordum ya işte onu kastederek söylüyorum.  
O şaşkınlık hala devam ediyor. Herhalde öyle sanıyorum ölünceye kadar devam edecektir. Ben bu şiiri okudum kendisine, telefonda okudum. Şiirimin yazılmasından sonra gördüm ki, arkadaşlarım bana yapmış oldukları açıklamalardan öğrendim ki çok beğenilen şiirlerden birisi olmuş ve 2 milyon kişi bu şiiri işte bilmem ne kanalı ise oradan dinlemişler. Bir telefon açtım kendisine. Dedim ki "Fatma senin için yazmış olduğum şiir biliyor musun, 2 milyon kişi tarafından okunmuş, beğenilen bir şiir olmuş" dedim. Bana telefonun öteki ucundan “şımarma” dedi. ‘’Hayır hiçbir şımarıklığım yok’’ dedim. Öylece kaldı.
Kaynakça: https://www.maarifinsesi.com/sasirdim-kaldim-iste-siiri-ve-hikayesi/

"Bu aşk hikayesinin benzeri, ne yarım kalmış hayatlar vardır. Sessizce çekip gidenler, yaşanmış onca hatırayı yok sayanlar, hiçbir şey olmamış gibi vefasızlık içinde kalanlar, eskiyi hatırlamamak için nice yenilere kucak açanlar ve daha neler neler. Bazen erkek çeker gider, bazen kadın. Geride hep duygu ve aşkla yoğrulmuş bir kalp bırakırlar. Gidenler yıktığı enkazı görmekten acizdir, hiçbir şey olmamış gibi yok sayarak yaşamaya devam ederler. Kavuşmak, hayal gibi kalır işte. Bazen de iki tarafta sevdiği halde anlamsızca uzaklaşırlar birbirinden. Anlaşılmaz engeller vardır aralarında. Bir türlü bu engelleri aşmayı denemezler,  sadece susarlar ve sessizliğe gömülürler, sonunda yine çekip giderler. Geride ne kalır? Yakıp kül eden koca bir Aşk. 
Nedir ki Aşk?  Aşk; bir bilinmezlik hali. Tanımlara göre aşk, karşılıklı olunca güzel ve yaşanılır bir sevgi yumağı ve bütünleşme haliyken, karşılıksız olunca yakıcı bir ızdırab ve acı bir kalp sızısı. Bu iki durumu da "yaşayanlar" ancak hakkıyla bilir. Selam olsun o aşka. Buradaki şiir ve hikayesi; aşk içinde kalanlara, aşka dalanlara, geride kalanlara, çekip gidenlere, sevip de ayrılanlara, gözleriyle yalan söyleyenlere, kalpten sevip kavuşanlara, sebepsiz ayrılanlara, nice yaşanmış duyguyu yok sayıp birilerini kullananlara usta şairden ithaf olsun."
| | | Devamı... 0 yorum

İmam Şafii Kasidesi - Bırak, günler dilediğini yapsın

Muhammed b. İdris Eş-Şafii (rh.a) (150-204 H.) Şafiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biridir. İmam Şafi, Hicrî 150/Miladî 767 yılında Filistin'in Gazze şehrinde doğmuştur. Babası İdris bir iş için Gazze'ye gitmiş, orada iken vefat etmiştir. Dedelerinden biri olan Şafiî İbn es-Sâib'e nisbeten ismi Şafiî olarak bilinmiştir. İmam Şafi'nin soyu Abd-i Menâf'ta Peygamber Efendimiz s.a.v'in soyuyla birleşir. İmam Şafi, henüz küçük yaşta iken babasını kaybeder. Fakir bir şekilde yaşayan annesi, oğlunu alıp Mekke'ye gitmeğe karar verir. Mekke'de, daha küçük yaşta kendisini ilme veren İmam Şafiî, yedi yaşında Kur'ân-ı Kerim'i; on yaşında da İmam Mâlik'in el-Muvatta' adlı hadis kitabını ezberlemiş ve on beş yaşına geldiğinde, fetva verebilecek bir seviyeye ulaşmıştır. 
İmam Şafi, Medine'de İmam Mâlik'ten fıkıh ve hadis ilmi almıştır. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. İyâz ve amcası Muhammed b. Şâfi' ve diğerlerinden hadis rivayet etmiştir. İmam Şâfiî, H. 187'de Mekke'de ve 195'te Bağdat'ta İmam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile buluşmuş ve ondan Hanbelî fıkhını ve usulünü, Kur'an'ın nâsih ve mensuhunu öğrenmiştir. Bağdad'ta onun eski mezhebinin esaslarını ihtiva eden "el-Hucce" adlı eserini yazmıştır. Sonra H. 200'de görüşlerinin en çok yaygınlaşacağı Mısır'a gitmiş ve burada mezhebi yayılmıştır. 204/819'da Receb'in son cuma günü Mısır'da vefat etmiş ve burada defnedilmiştir. (el-Hudarî, Tarihu't-Teşrîi'l-İslâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 35, 36) 
İmam Şâfiî'nin "er-Risâle" adlı eseri fıkıh usulünde ilk kaleme alınan usul kitabı olması açısından önemlidir. İmam Şâfî, er-Risâle'yi yazarak kendisinden sonra gelen Şâfiî alimlerine mezhebin yolunu göstermiştir.Şâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kıyasa dayanır. İmam Şâfii'nin "el-Ümm" adlı eseri, İmam Şafi'nin sonradan değişen görüşlerinin yer aldığı Mısır'da yaygınlık kazanan mezhep görüşlerini kapsayan bir fıkıh eseridir. İmam Şâfiî, mutlak müctehid bir alimdir. Hicazlılar'ın ve Iraklıların fıkhını kendinde toplamıştır.
 
 
 
| | Devamı... 0 yorum

İslam Bilim Tarihçisi Fuat Sezgin

Prof. Dr. Fuat Sezgin (24 Ekim 1924 – 30 Haziran 2018), İslam bilim ve teknoloji tarihi alanında yaptığı araştırmalarla dünyanın önde gelen bilim insanlarından biri olmuştur. Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğmuştur. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Filolojisi’nden Bedî’ İlminin Tekâmülü ve İstanbul’da Bulunan Bedîiyyat Yazmalar Kataloğu başlıklı lisans bitirme teziyle mezun olmuştur. Aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde, İslami bilimler ve oryantalistik alanında önemli bir yere sahip olan Alman oryantalist Hellmut Ritter’in yanında öğrenim görmüştür. Doktora tez çalışmasını, Arap dili ve tefsir ilimleri âlimi Ebû Ubeyde Ma‘mer İbn el-Müsenna et-Teymî’nin (ö. 210/824-5) “Mecâzü’l-Kur’ân” adlı tefsiri üzerine yapmıştır. Tezde, Kur’ân-ı Kerîm’de gerçek anlamı dışında kullanılan mecazî ifadeleri konu edilmiştir. 1950 yılında tamamlanan bu çalışma, Kur’an’da mecazın bilinçli ve sistemli bir şekilde kullanıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca, erken dönem İslami ilimlerdeki dilsel ve edebî analizlerin gelişmişliğine de ışık tutmuştur. Tezinin kabulüyle birlikte akademik çalışmalarına yoğun biçimde devam etmiş; Arap dili, tefsir, hadis ve bilim tarihi alanlarında pek çok eser kaleme almıştır. Kısa sürede alanında saygın bir akademisyen hâline gelmiştir.

1950 yılında, doktoraya devam ettiği İstanbul Üniversitesi’nden ayrılarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde asistanlık görevine başlamıştır. Burada, Prof. Muhammet Tayyib Okiç’in başında bulunduğu Dogmatik İlimler Kürsüsü’nde (Temel İslam Bilimleri Bölümü) ilk asistanlardan biri olmuştur. Bu görevini 1953 yılına kadar sürdürmüştür. Aynı dönemde askerlik hizmetini yedek subay olarak ifa etmiştir. Asistanlık yıllarında, doktora tezinde incelediği Mecâzü’l-Kur’ân’ı yayımlamak amacıyla bir süre Kahire’de bulunmuştur. 1953 yılında, İstanbul Üniversitesi’ne dönmek üzere Ankara’daki görevinden ayrılmıştır. 28 Şubat 1953 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesindeki Umumi Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Prof. Zeki Velidi Togan’ın başkanlığında asistan olarak göreve başlamıştır. Bu dönemde araştırmalarını sürdürürken, Buhârî’nin hadis kitabındaki bazı bölümlerin Mecâzü’l-Kur’ân’dan alındığını fark etmiştir. Buhârî’nin yazılı kaynaklardan yararlandığını ortaya koymuş; böylece, hadis derlemelerinin yalnızca sözlü geleneğe dayandığını savunan oryantalist tezleri geçersiz kılmıştır.
Prof. Dr. Hellmut Ritter’in danışmanlığında hazırladığı “Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar” adlı doçentlik tezini Fuat Sezgin 1956 yılında yayımlamıştır. Bu çalışmasında, Buhari’nin derlediği hadislerin sözlü değil, erken dönem İslam kaynaklarına ve hatta 7. yüzyıla kadar uzanan yazılı metinlere dayandığını öne sürmüştür. Bu tez, hâlâ Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde tartışılmaya devam etmektedir. 1954 yılında, İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde doçent olmuştur. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve “147’ler” olarak bilinen akademisyenler arasında yer almıştır. Bir valizle yurt dışına çıkmak zorunda kalmış; Almanya’ya giderek akademik çalışmalarına burada devam etmiştir. Aynı alanda çalışan bazı oryantalistlerin kıskançlıklarıyla karşılaşmış ancak karşılaştığı tüm zorluklara rağmen bilimsel çalışmalarından vazgeçmemiştir. Bu dönemde yaşadığı sıkıntılara dair, Ben şuna inanmıştım artık: Tüm musibetler karşısında sadece Allah’a inanacaksın, başka hiçbir şeye değil.sözlerini söylemiştir. Fuat Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca dâhil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. Prof. Dr. Fuat Sezgin, Arapça yazma eserler literatürüne dair kapsamlı bir çalışma olan en öenmli eseri Arap-İslam Bilim Tarihi adlı eserinde; Kur’an ilimleri, hadis ilimleri, tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, şiir, tıp, farmakoloji, zooloji, veterinerlik, simya, kimya, botanik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji ve bu alanlarla ilişkili konular; dil bilgisi, matematiksel coğrafya, İslam’da kartografya (haritacılık) ve İslam felsefe tarihi gibi birçok konuyu ele almıştır. Almanya’da kurduğu Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü için bilimsel araç ve gereçlerin birebir benzerlerini yaptırarak, bu modellerin 25 Mayıs 2008 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi'nde sergilenmesini sağlamıştır. 
Prof. Dr. Fuat Sezgin, 30 Haziran 2018 tarihinde İstanbul’da 93 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi, Fatih Camii’nde kılınan namazın ardından, Gülhane Parkı içerisindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin önünde ayrılan alana defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin, çalışmalarını mizanına koysun. 

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!