Deizm kıskacındaki gençlik

Son zamanların özellikle gençlerdeki moda konusu olan deizm hakkında çeşitli felsefi yorumları aktardıktan sonra deizme karşı İslam dininin bakış açısını göstererek konuyu irdeleyelim.

Deizm'in tanımı nedir? Herkesin üzerinde ittifak ettiği bir "Deizm" tanımı yapmak mümkün değildir. Bununla birlikte aşağıdaki deizm tanımın modern çağda ortaya çıkan deizmin temel unsurlarını ve maksadını ifade ettiğini söyleyebiliriz. "Deizm XVII ve XVllI. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa'da dini ve özellikle Hıristiyanlığı doğrulamak girişimi ile akıl-vahiy arasındaki uyumu kurmakla başlayan, ancak bir müddet sonra geleneksel doğaüstücülüğe saldıran, dışsal vahiy ve gizem ima eden dogmalardan hareketle vahyin gereksiz olduğu sonucuna varan; aklın, dinin geçerliliğinin mihenk taşı, din ve ahlakın ise doğal olgular olduğu, ahlaki ve dini yaşam için gerekli rehberi doğada bulan insanın, geleneksel dine başvurmasına gerek kalmadığını öne süren dini ve felsefi bir anlayıştır." [1] Kısaca söylemek gerekirse geleneksel ilah inancını kabul etmeden yaratıcı fikrinin bunlardan bağımsız olacağını kabul eden bununla birlikte tüm diğer dini argümanları da reddeden deizm, inanç kaidelerine bir tepki hareketi olarak var olmuş bir yapıdır.

Deizm kelimesi, köken olarak Latince’ de "Tanrı" anlamına gelen "Deus" kelimesinden gelmektedir. Deizm tanımlamaları irdelendiğinde, iki temel anlayıştan yola çıkar: 1) Âleme müdahale etmeyen sade bir ulûhiyet anlayışı. 2) Akla ve bilime gösterilen büyük güven.

Felsefe tarihçileri birinci anlayışı Aristoteles'e kadar geriye götürmektedir. Felsefecilere göre Aristo'nun, deist bir Tanrıya inandığı, aleme müdahaleci olmayan bir mutlak yaratıcı fikrini devrin görüşleri etrafında birleştirerek sistematik bir hale dönüştürdüğünü söylerler. İkinci anlayış ise modernleşme ve teknolojik ilerlemeler neticesinde ortaya çıkan akıl ve bilime karşı sonsuz bir güven olgusuyla gelişme gösteren bir deizm inancıdır. [2] Deizm, Tanrıyı sadece bir ilk neden olarak ileri süren ona başkaca hiçbir nitelik ve güç tanımayan "sadece akla dayanan, akla güvenen, akılcı bir din" öğretisidir. Deizm, tüm dinleri reddeden/zorunlu olmadığına inanan, ancak Tanrının varlığına ve mutlak egemenliğine inanan bir inanç şeklidir. Dinler reddedildiği için; vahiy, peygamberlik, mucize, kutsal kitap, cennet ve cehennem, melek, şeytan gibi kavramların hiçbirisinin deizm inancında yeri yoktur. Deizm, kutsal din öğretilerinin özelde vahiy ve peygamber kavramları yerine evreni ve doğa kanunlarını koyan, bunun ardından evrene ve insanlığa hiçbir müdahalesi olmayan bir tanrı tasavvurudur. [3]

Cibril Hadisi Hazineleri

Cibril Hadisinde göze çarpan inceliklerden vakıf olabildiklerimizden anladıklarımız hakkında yazılmış güzel bir yazıyı paylaşıyorum. 
Hadis-i şerif ve ayet kaynaklarını yanlarında belirterek araştırmacılar için kolaylık olmasını arzu ettim. Yazı; Erol DEMİRYÜREK'e aittir.  “Cibril Hadisi” diye meşhur olan bu hadis, içinde birçok hikmet incisi taşıyan bir hazine sandığı gibidir. Şimdi hazine sandığını açıp hikmet incilerini temâşa edelim:


a) Sünnetin Vahye Dayanması
Hadisimizde en başta gelen hikmet, vahiy meleği Cebrâil’in rehberliğinin Kur’ân’la sınırlı olmayıp hadisleri de içine aldığı gerçeğidir. Bu hadiste, Cebrail aleyhisselamın Sevgili Peygamberimize sorular sorup tasdik etmesi, ayrıca Peygamber aleyhisselamın, “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurması, Cibril hadisinde geçen bilgilerin vahiy kaynaklı ve vahyin kontrolünden geçen bilgiler olduğunu gösterir. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz. “O (Peygamber) kendi hevâ ve hevesinden konuşmaz. Onun konuştukları ancak bildirilen vahiydir.”[Necm Sûresi, 3-4.] buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) de hadislerinde, “Dikkatinizi çekerim! Bana Kur’ân’la birlikte onun benzeri (yani sünnet) de verildi…”[Ed-Dârimî, Mukaddime 49 ; Ahmed, IV, 130 – 131 ; Ebû Dâvûd, Sünnet 6.] buyurarak Sünnetin kaynağını haber vermektedir.

b) Beyaz Elbise ve Eğitimde Kıyafetin Önemi
Cibril Hadisinde Cebrâil aleyhisselâmın beyaz elbiseli bir insan suretinde gelip sorular sorması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Sevgili Peygamberimiz (sas), “Beyaz elbise giyiniz, zira beyaz elbise giymek daha temiz, daha hoştur. Ölülerinizi de beyaz bezlerin içinde kefenleyiniz” buyurmuştur.[Ahmed, I, 247, 274, 328…vd ; İbn Mâce, Libas 5 ; Tirmizî, Edeb 46.] Yine bu konuda Efendimiz aleyhisselâmın, “Kabirlerinizde ve mescitlerinizde Allah’ı ziyaret etmenizde en güzel elbise hiç şüphesiz beyaz olanıdır.” hadisi de vardır.[İbn Mâce, Libas 5.] Ayrıca beyaz elbisenin elbiselerin en hayırlısı olduğu da bildirilmiştir.[Ebû Dâvûd, Libas 16.] Beyaz elbise kiri hemen gösterdiğinden diğer elbiselere nazaran daha temiz tutulur. Ayrıca beyaz renk, yavaş hareket etmenin, rahatlığın ve huzurun rengidir.[1] Bu yüzden de en hoş, en hayırlı elbisedir. İbadet mekânlarıyla eğitim öğretim ortamları teenni, huzur ve rahatlığa en çok muhtaç olunan yerlerdir. İbadette hedeflenen huşû ve ruhsal doyum ile eğitimde arzulanan yüksek verim ancak böyle sağlanır. Bu yüzden mescitlere ve eğitim öğretim ortamlarına beyaz elbiselerle gitmek gayelere ulaşmada iyi bir yardımcıdır. 

c) Diz Üstü Oturuş ve Eğitimdeki Yeri
Hz. Peygamberin alışkın olduğu oturuş tarzı daha çok dizlerinin üzerine oturma şeklidir.[2] Cibril hadisinde de hem Rasûlullah aleyhisselamın, hem de Cibril’in diz üstü oturdukları sabittir. Cebrail aleyhisselam dizlerini Rasulullah aleyhisselamın dizlerine dayamış, ellerini de kendi dizleri üzerine koymuştur. Namaz oturuşlarında şart kılınan diz üstü oturuş şekli, Cuma hutbelerini dinlerken de özellikle teşvik edilmiştir. Bütün bunlardan eğitim ve öğretimde vücudun gergin olmasıyla zihnin uyanık kalmasını temin etmesi bakımından diz üstü oturmanın daha etkili olacağını öğrenmiş oluyoruz. Ayrıca hocaya yakın olmak ve elleri sabit tutmak da gerekir. 

d) Eğitimde Soru Cevap Metodu
Eğitimde soru cevap metodu, son derece etkili bir yöntemdir. Çünkü soru soran öğrenmeye hazır durumdadır.[3]Cibril hadisinde, insan suretinde gelen Cebrail’in, ilgi uyandıran kişiliğiyle sorular sorup cevapları tasdik etmesi, oradaki müminlerde büyük bir merak ve konuşulanları dikkatle takip edip öğrenme isteği uyandırmıştır. Rasulullah Efendimiz (s.a.s), sahâbîlerini eğitirken soru cevap metodunu sıklıkla kullanmıştır. Kimi zaman Kendisi onlara sorular sormuş, çoğunlukla da onların sorularına muhatap olmuştur. 

e) İslam Sarayının Temeli ve Ana Direkler
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bir grup sahâbenin önünde kendisine, “Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat!” diyen Cebrâil aleyhisselâma net bir cevap vermiş ve ilmihâl kitaplarımızda formülleştirilen İslâm’ın beş esasını saymıştır. Efendimiz aleyhisselam başka bir hadisinde, “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur…”diye ifade buyurarak İslâm’ı bir binaya benzetmiştir. Efendimiz aleyhisselam, iyice tanıyıp benimsememiz için bize İslam sarayını genel olarak tanıtmaktadır. Öncelikle bu sarayı ayakta tutan en önemli unsur, binanın temelidir. Bu temel, hadisimizde “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in (s.a.s) Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek” diye bildirilmiştir. Şehâdeteyn denilen bu iki tanıklık, aynı zamanda binanın bütün unsurlarında da kendisini gösterir. Bunlar âdeta binanın olmazsa olmazı olan çimento ve demir gibidir. İslâm’da yegâne ilah olarak Allah’ı tanımak; yani en çok O’nu sevip O’ndan korkmak, kayıtsız şartsız O’na boyun eğip mutlak kanun koyucu olarak sadece Allah’ı kabul etmek İslam’ın ruhu, hayatın can suyudur. Hz. Muhammed aleyhisselamı Allah’ın Elçisi olarak kabul etmek, yani hayat yolunda biricik önder ve rehber olarak benimsemek ise İslâm’ın resmi, hayatın solmayan rengidir.
Cibril hadisinde geçen, namaz, zekât, oruç ve hac İslâm sarayının ana sütunlarıdır. Ayrıca başka bir hadiste Rasûlullah aleyhisselâmın, Kendisine biat etmeye gelen Hz. Beşir b. Hasâsiye’ye bu dört esasın yanı sıra şart koştuğu cihad da [Ahmed, Müsned, No:21952.] İslâm binasının olmazsa olmazlarındandır. Bu beş esastan namaz, dinin direği [Tirmizî, İman 8.] ve mü’minin miracı; zekât, İslâm’ın köprüsüdür.[Suyûtî, el-Camiu’s-Sağir, No: 4589.] Oruç (cehennemden koruyan) bir kalkan [Nesâî, Savm 167], hac ise günahları temizleyicidir.[Buhârî, Hac 4.]İnsanla İslâm arasındaki engelleri kaldırmak ve Hakkı hâkim kılmak adına var güçle çalışmak anlamına gelen cihâd ise İslâm’ın zirvesidir.[Tirmizî, İman 8.]

f) Altı Koldan Gönle Dolan İman
Cebrâil aleyhisselâmın, “Bana imanı anlat.” demesi üzerine Peygamber Efendimizin imanı tarif etmek yerine, bu suali imanın kapsamını anlatarak cevaplaması manidardır. Bir kavramı öğretirken o kavramın genel manası biliniyorsa, kapsamının anlatılması bilgiye derinlik kazandırır. İman nurunun Mü’min kalbini, altı gözeden girip aydınlattığını bilmek, her bir gözeye özel özen göstermeye götürür. Hiç şüphesiz iman ışığı öncelikle Allah’a iman gözesinden geçerek diğerlerine ulaşır. Gözelerden birinin bile tıkanması kalbi karanlıklara boğar, daralması ise onun ışığını azaltır. Bizler gönlümüzün iman nuruyla ışıl ışıl aydınlanmasını istiyorsak Allah’a iman ederken, Onun üzerimizdeki eşsiz murakabesini, meleklere iman ederken her yaptığımızın kayda geçtiği gerçeğini, kitaplara ve Peygamberlere iman ederken bütün ilahî kitapların ve gönderilmiş Peygamberlerin özde tevhide davet ettiğini ve Son Nebi (s.a.s) ile O’na inen Kur’ân’ın önceki bütün Risâletleri kapsadığını daima göz önünde tutmalıyız. Ahirete imanımız, yaptığımız zerre kadar hayrın ve zerre miktarı şerrin karşılığını mutlaka göreceğimiz sonsuzluk yurdunu unutmadan yaşamamızla anlam kazanır. İmanın tadını almamız, üzüntü ve tasadan kurtulmamız hayrı ve şerriyle kadere tam iman etmemize bağlıdır. 

g) Kullukta En Üstün Kıvam: İhsân
Sevgili Peygamberimiz (sas), Cebrail aleyhisselamın, “Bana ihsandan bahset.” ifadesine karşılık olarak, “İhsan, Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” buyurmuştur. Kullukta en üstün kıvam olan ihsana ulaşmak, gönüldeki iman aydınlığının en üst seviyeye ulaşmasına bağlıdır. Bu seviyeye ulaşmak için de Allah’ın her an bizi gördüğü şuurunun daima canlı tutulması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz (c.c.), “Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir.”[Hadîd Sûresi, 4] buyurarak vicdanımızda bu şuuru uyandırmak ister. Sevgili Peygamberimiz de (sas), “Kişinin nerede olursa olsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmesi, imanın en üstün mertebesindendir.” buyurmuştur.[Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, (I – X), Beyrut, ts. I/60.] Bizden istenen bütün bir hayatı ihsân şuuruyla yaşamamızdır. 

h) Peygamber Gaybı Bilir mi?
Bu sorunun cevabı hem evet, hem de hayırdır. Mutlak olarak gaybı sadece Allah bilir. Yaratılanlar bilemez. Peygamberler de yaratılan insanlardan seçildiğine göre onlar da gaybı bilemez. Ne var ki Yüce Allah bazen Peygamberlerine gaybı bildirir. İşte o zaman onlar da gaybı bilmiş olurlar. Cibril hadisinde Peygamberimiz, kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini gayet beliğ bir şekilde ifade ederken, Kıyametin alametlerden bir kısmını bildirmiştir. Çünkü Yüce Allah geleceğe ait bu gayb bilgisini ona vahiyle bildirmiştir. “…(Yaratılanlar) Onun ilminden dilediği kadarı dışında hiçbir şey elde edemezler…” [Bakara Sûresi, 255] “…Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah Peygamberlerinden dilediğini seçip ona gaybı bildirir.”[Âl-i İmrân Sûresi, 179] 
 
I) Efendilerini Doğuran Kadınlar
Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) bize kıyamet alametlerini anlatırken kullandığı, “cariyelerin sahiplerini doğuracakları” ifadesi oldukça ilgi çekicidir. Hadisimizdeki, annelerin kendilerine köle muamelesi yapacak kızlar (ve erkekler) doğuracağı şeklinde anlaşılabilecek gerçek, sanırız hiçbir asırda bugünkü kadar görünür olmamıştır. Evlatların, insanlar içinde en fazla saygı göstermeleri gereken annelerine karşı akıl almaz saygısızlıkları; hatta eziyetleri maalesef her gün karşılaşılan olaylar haline gelmiştir. 

i) Çobanların Gökdelenleri
Cibril Hadisinde bildirilen iki kıyamet alametinden ikincisi, yalın ayak, başıkabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır. Bu alâmet de günümüzde sıkça rastlanan durumları işaret etmektedir. Şöyle ki, günümüz dünyasında köy hayatından şehir hayatına geçişler teşvik edilmekte, helal haram gözetmeden kolayca para kazanma kapıları ardına kadar açılmaktadır. Bunun sonucu olarak bir zamanlar fakir ve muhtaç durumda olan birçok insan bir anda zenginleşebilmektedir. Günümüzde zenginliğin göstergesi olarak çeşitli amaçlar için kullanılan yüksek katlı binalar alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu binalar aynı zamanda kişisel ihtiraslara dayanan rekabetlerin de sembolleri olmuştur. Hiç şüphesiz Allah Rasûlü ne söylemişse doğrudur. Rasûlullahın, beyaz elbiseli melek vasıtasıyla öğrettiği hikmetler, dünya durdukça önümüzü aydınlatmaya devam edecektir. "
Erol Demiryürek
Yazı metni http://www.siyerinebi.com/tr/erol-demiryurek/beyaz-elbiseli-melek-ve-hikmet-cibril-hadisi adresinden alınmıştır.
Kaynakça: 
[1] Necm Sûresi, 3. ve 4. Âyetler.
[2] Ed-Dârimî, Mukaddime 49 ; Ahmed, IV, 130 – 131 ; Ebû Dâvûd, Sünnet 6.
[3] Ahmed, I, 247, 274, 328…vd ; İbn Mâce, Libas 5 ; Tirmizî, Edeb 46.
[4] İbn Mâce, Libas 5.
[5] Ebû Dâvûd, Libas 16.
[6] Bkz.: http://www.e-psikiyatri.com/renkler.
[7] Mustafa Karataş, “Peygamberimizin (SAV) Beden Dili”, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, shf.:110.
[8]Bkz.: Sorenson Herbert, Eğitim Psikolojisi, (Trc.: Gültekin Yazgan), İstanbul 1975, shf.: 353 (Ahmet Lütfi Kazancı, “Peygamber Efendimizin Hitabeti”, Marifet Yayınları, İstanbul 1992, shf.:105)
[9] Ahmed, Müsned, No:21952.
[10] Tirmizî, İman 8 .
[11] Suyûtî, el-Camiu’s-Sağir, No: 4589.
[12] Nesâî, Savm 167.
[13] Bkz.: Buhârî, Hac 4.
[14] Tirmizî, İman 8.
[15] Hadîd Sûresi, 4. Âyet.
[16] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, (I – X), Beyrut, ts. I/60.
[17] Bakara Sûresi, 255. Âyet.
[18] Âl-i İmrân Sûresi, 179. Âyet.

Cibril Hadisi

Cebrail aleyhisselâm, Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) de aralarında bulunduğu bir sahabe' topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır. İşte Cebrail (a.s.)'in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise "Cibril hadîsi" adı verilmiştir.

Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi: "Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve: "Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat!" dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu. Adam: "Doğru söyledin." dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam: "Şimdi de imanı anlat bana" dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” buyurdu. Adam tekrar: "Doğru söyledin" diye tasdik etti ve "Peki “ihsan” nedir, onu da anlat" dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu. Adam yine: "Doğru söyledin" dedi ve sonra da "Kıyâmet ne zaman kopacak?" diye sordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:- “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevabını verdi. Adam: "O halde alâmetlerini söyle" dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Cariyelerin (efendilerini) sahiplerini doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır." buyurdu. Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben: "Allah ve Rasûlü bilir." dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurdu. " (Müslim, Îmân 1,5; Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.)

Abdullah b. Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir. Cibril Hadisinin Arapça metni aşağıdadır.

Kelime-i Şehâdetin anlamı

İslam’ın ilk şartı Kelime-i Şehadet getirmektir. Kelime-i Şehadet’i söyleyerek kalben Allah’ın (c.c) birliğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini kabul eden kişi, artık Müslüman olmuş olur. Kelime-i Şehadet, İslam'a girişin en temel şartıdır. Kelime-i Şehadet getirmeyen bir kimse Müslüman olarak sayılmaz. Ayrıca, Şehâdet kelimesini dil ile söyleyip kalple de tasdik etmek gerekir. 
 اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ  
Kelime-i Şehadet: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulühü" şeklinde okunur. Kelime-i Şehadetin Anlamı: "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O'nun kulu ve Rasûlüdür." 
Kelime-i Şehadet-i söyleyen kişi, Müslüman olarak İslam toplumunun bir üyesi olur. Hiç kimse, Kelime-i şehadet'i söylemeye zorlanamaz; zorlanan kişinin şehadeti geçerli sayılmaz.  Kelime Şehadet, iman esaslarını içinde barındıran özlü bir kelamdır. Bu konuda İmam Gazali, İhya'da şunları söylemektedir:
"Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra da inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın imanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir? Evet, sadece taklitten meydana gelen iman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede ve yerlestirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de kelam ve cedel ilmi öğrenmek şart değildir." 

Ehli Sünnet'in İslâm'ın Şartlarından Olan Kelime-i Şehâdet Hakkındaki İnancı
Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arşın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine tevhid inancını nasip ettiği bu kullarına inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa'nın (s.a.v) yolunda yürümeye muvaffak kılıp kendilerine onun şerefli ashabının izinden gitmeyi lûtfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği sıfatların en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkatın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan yegane varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu, kullarına bildiren Allah'a hamd ü senâlar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz! "O, (herşeyden önce mevcut olan) Evvel'dir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Ahir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtı ise) Bâtın'dır. O herşeyi bilendir." (Hadid Suresi/3) 
Tenzih: Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiçbir cisme benzemez. Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi ârazların bulunacağı yer de değildir. O hiçbir mevcuda benzemez, hiçbir mevcud da O'na benzemez. "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. Onun benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir), O, Basîr'dir (bütün yapılanları görür)." (Şûrâ Suresi/11) Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıt'alar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler, O'nu istiab etmez. O, söylediği vechile 'istiva etmek'ten hangi mânâyı kastetmişse, o mânâ ile arş'a istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâkî olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır. Zira arş, yaratılmış olmak hasebiyle, O'nun azametini taşıyamaz Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lûtfuyla O yaratmıştır. Bütün bunlar, O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın göğün en üst noktasından, tâ yerin en alt tabakasına kadar herseyin üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz, Bu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından herhangi bir tesiri yoktur. O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır: kullarına da şah damarından daha yakındır. "O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir." (Sebe Suresi/47) 
O'nun yakınlığı, cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez... O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamaz. O, zaman hududlarının dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmazdan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtı, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden (değişikliklerden) münezzehtir. Sonradan meydana gelenler, O'nda yer alamazlar. O'nda ârız şeyler de yoktur. O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin...) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zatı da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dâr'ul Kârar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir. 

Hayat ve Kudret 
Allahü Teâlâ diridir, Kâdir'dir, Cebbâr'dır, Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm, O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekûtun, izzet ve ceberûtun sâhibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyâmette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi, O'nun kudreti dâhilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve mâlûmâtının (ilminin) da nihayet ve sınırı yoktur. 

İlim 
O Allah, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi haricinde kalamadığı bir alimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışına, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadim ve ezeli ilmiyle bilmektedir, Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zatında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir. 

İrade 
Allahü Teâla, bütün kainatın varlığını irade ve bütün hadiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür-görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kaza, kader, hikmet ve isteğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş, O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra da tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır. Eğer O'nun tevfik ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa, hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır. 
Allahü Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâti ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezeli irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allahü Teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum, Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz. 

Sem'i ve Basar
Allahü Teâlâ, Semi ve Basir'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar, O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz, Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları gibi azalar olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâti ve ne de sıfatları, yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez. 

Kelâm 
Allahü Teala konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaat ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtı ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması, hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi, dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'an, Tevrat, İncil ve Zebur; peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır. Kur'an-ı Kerim; dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadimdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi, onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve böyle bir ayırımı da kabul etmez. 

Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nun zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece Mu'tezile'nin inandığı gibi zâti ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın aynısı ve gayrısı olmayan ve ondan ayrılmaz birer hakikattir.) 

Tekvin, Fiiller ve eylem
Allah Tealâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O, varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştir. Allah Teâlâ, fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü Allah Teâlâ, başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun. Allah'tan başka her ne varsa, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, araz, bilinen ve görünen herşey, sonradan Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir. Allah Teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştır. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O, bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de O'nun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir. Bu bir lûtf-u ilâhîdir. Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kularının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adâletin tâ kendisi olur. 
Allah Teâlâ, mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir. Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın, Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez. Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamaz. Tâat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuştur. Allah Teâlâ, peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, vaadini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilahi hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü. 

Şehâdet'in İkinci Kelimesinin Anlamı
Peygamberin peygamberliğini tasdik edip buna şahidlik etmektir. Allah Teâlâ mektep ve medrese görmeyen peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.v), Kureyş kabilesinde görevlendirdi. Onu Arap, Acem, cin ve insanların tamamına gönderdi. Onun şeriatıyla -bu İslam şeriatı tarafından kabul olunan kısımları hâriç- daha önceki tüm şeriatları yürürlükten kaldırdı. Allah, O'nu bütün peygamberlerden üstün kılarak insanlığın efendisi yaptı. Allah Teâlâ kendisinden başka mâbud olmadığına inanmaktan ibaret bulunan imanın ancak 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' şehadetiyle kemâle erebileceğine hükmetmiştir. O; bütün insanları, peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in (s.a.v) gerek dünya ve gerekse de âhiret konusunda getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdikle mecbur tutmuştur. Diğer taraftan Hz. Muhammed'in (s.a.v) ölümden sonraki hayata dair söylediklerini kabul etmeyen hiçbir kulun imanının kabul olunmayacağını da ilân etmiştir. 

Nekir ve Münker'in Sualleri
Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi, Nekir ve Münker'in kabirdeki sualleridir. Nekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektir. Bu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlar. Sonrada ona Tevhid ve Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' derler. (Tirmizî, İbn Hibban) "Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır." (Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban) Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve ilk denemedir. 

Kabir Azâbı haktır. İmanın kabul olunması için kabir azâbına da inanmak gerekir. (Buhârî, Müslim)  Hem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap, adaletin tâ kendisidir. 

Mizan: Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne eşittir, Onunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılır. Bu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridir. Gramların bu kadar küçük olması, adaletin tam tecelli etmesi içindir. İyilik sayfaları bir hasene şeklinde nûr kefesine konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre ağırlaşır. Günah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adâleti hükmünce bunlarla hafifleşir. (Beyhaki) 

Sırat Köprüsü 
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir köprüdür. Allah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerinden kayarak cehennemin dibini boylayacaklardır. Yine Allah'ın fazlıyla mü'minlerin ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr) olan cennete varılır. (Buharî ve Müslim)

Kevser Havuzu
Sıratı geçen mü'minler, cennete girmezden önce Hz. Muhammed'in (s.a.v) kevser havuzundan kana kana su içerler. Bu öyle bir içiştir ki, artık bir daha susamazlar. Bu havuzun eni, bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdır. Kenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak vardır. Havuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır. (Müslim) 

Hesap 
Mahlûkâtın hesabı, çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdır. Kimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebindir. Bu bakımdan Allah Teâlâ, dilediği peygambere: 'Peygamberlik vazifeni yerine getirdin mi?' ve dilediği kâfire de: 'Sen peygamberleri yalanladın mı? diye sual sorabilir. Fakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildir. Sualsiz cennete ya da cehenneme de gönderebilir. Sünnet'ten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi tutar. (Beyhaki)

Şefaat 
Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair mü'minlerin şefaatına inanmak gerekir. Şefaatçısı bulunmayan mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardır. Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır. 

Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması 
Tevhid ehlinin ceza gördükten sonra, ateşten çıkacağına iman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip olması gerekir.(Buharî ve Müslim)

Sahabe-i Kiram Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir. Sahabe-i kirâmın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hz. Ebubekir (r.a), ondan sonra Hz. Ömer (r.a), sonra Hz. Osman (r.a) ve ondan sonra da Hz. Ali (r.a) olduğuna inanmak gerekir. (İbn Mâce)

Bu inançların hepsi hakkında hadisler vardır. Bütün bunlara inanıp bağlanan bir kimse, hak ehlinden ve ehli sünnet cemaatinden olur; dalâlet ve bid'at fırkalarından ayrılır. İlahî rahmetine sığınarak, Allah Teâlâ'dan bizlere ve bütün müslümanlara yakînin kemâlini ve elinde güzel sebat vermesini isteriz. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. Allah Teâlâ ilahî rahmetini sevgili peygamberi Muhammed Mustafa'ya ve her seçtiği kuluna inzal buyursun. Amin! 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-V, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.291-297 Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
| | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!