İslâm Dini, her şeyin merkezine kendisini koyan bencil insan yerine, başkalarını da hesaba katarak, onlarla barış ve huzur içinde yaşayacak insan modelini hedeflemiş, Allah Rasûlü de söz ve tatbikâtıyla bunun nasıl başarılacağını göstermiştir. Rivayetin son kısmında yer alan Ebû Muse'l-Eş'arî'ye ait söz acı bir itirafı dile getirmektedir. Hicretin 42. yılında ölen Ebû Musâ, Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan siyasî ve sosyal çalkantılara, Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlara yakınen şahit olmuş ve bunların Müslüman toplum üzerindeki tahribatını bizzat görmüş bir sahabidir. Müslümanların, birbirlerine zarar vermemek için oklarını, kılıçlarını korumaya almaları konusunda Hz. Peygamber'in hassasiyetini yansıtan bu hadisi nakleden Ebû Mûsa, daha 30 yıl geçmeden, o okları ve kılıçları birbirlerine karşı kullanır hale gelen Peygamber ümmetinin düştüğü durumu hayıflanarak anlatmaktadır. Hicretin 74. yılında vefat eden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah b. Ömer de, kendisine, ihramlıyken sivrisineğin öldürülmesinin hükmünü soran Iraklı bir adama, "şuna bakın, Nebi(s.a.s.)in torununu öldüren adamlar bana sivrisineğin öldürülmesini soruyor" diyerek, o acı günleri aynı hayıflanma duygusuyla yâd etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/152; Buhari, Edeb, 18)
Net Fikir » insanlık
Toplum İçinde Yaşamak
Ebû Muse'l-Eş'arî'den nakledildiğine göre
Allah Rasulü (s.a.s.)
şöyle buyurdular: “Sizden biriniz bir mescide veya bir çarşıya ya da bir
meclise elinde oklarla uğradığında,
onların ucunu tutsun."
Ebu Musâ dedi
ki: " Allah'a yemin olsun
ki, bu okları birbirimizin yüzlerine doğrultmadan bu dünyadan ayrılmadık."
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/400)
Hadis-i Şerif, insanların toplum içinde
birbirlerine zarar vermeden yaşamalarını hedefleyen Allah Rasûlü'nün, bazılarımız için belki ayrıntı sayılabilecek
bir konudaki uyarısını
içermektedir. Hz. Peygamber'in
yaşadığı dönemde insanlar savunma
amacıyla veya özel
bir sebeple çoğu
kez silahlarını yanlarında bulundurmakta, çarşı
ve mescid gibi
insanların yoğun oldukları yerlere de bu şekilde çıkmaktaydılar. Günün
şartlarına göre, kılıç, ok veya hançer gibi yanda taşınan bu silahların, açık
olması veya uçlarının dışarıda bulunması halinde, sokakta yürürken, mescidde namaz kılarken veya bir
mecliste otururken yakındaki kişilere dokunarak zarar vermesi
muhtemeldi. Allah Rasûlü,
belki yaşanan bazı
olaylar üzerine veya bir ön tedbir olarak bu uyarıyı yapmıştı. Yine bu
endişeden hareketle o, "kılıcın, kınından çıkarılmış olduğu halde alınıp
verilmesini yasaklamıştı".(Ebu
Davud, Cihad, 67)
Onun, "ana-baba bir
kardeşi bile olsa, bir
din kardeşine demirle
işaret eden kimseye meleklerin lânet edeceğini" bildirmesi
de (Müslim, Birr,
35) aynı duyarlılığın
bir sonucuydu. Buhari'de yer alan bir
rivayette bu anlatım
daha da netleşmekte ve
" hiç kimse
kardeşine silahla işaret etmesin. Çünkü
o bilmez ki, belki şeytan elini çekiverir de (kardeşini istemeden vurabilir) ve böylece bir Cehennem çukuruna
yuvarlanmış olur,"buyrulmaktadır. (Buhari,
Fiten, 7) Muhtemelen,
bizdeki "şeytan doldurur" sözünün kaynağı olan bu hadisle aynı bölümde
yer alan, "bize silah çeken bizden değildir" (Buhari,
Fiten, 7) hadisi
bu konuda son
noktayı koymakta ve hiçbir
müminin, bu sıfatıyla
din kardeşine silah
çekemeyeceğini ifade etmektedir.
Görüldüğü üzere
sevgili Peygamberimiz bu
mesajlarıyla 14 asır öncesinden sanki
bizlere hitap etmektedir.
Kaza kurşunuyla en yakınlarını öldüren,
sevincini ifade için
kalabalıkta veya meskûn mahalde silahını ateşlemeyi marifet
sayan, en mutlu günlerini kutlamak için
silahtan başka bir
şey aklına gelmeyen
insanların doğurdukları
tehlike ve yol
açtıkları olumsuz sonuçlar
bu uyarıların önemini
bir kez daha ortaya
koymaktadır. Şaka veya
korkutma kastıyla birisine
silah doğrultmanın, ihmal veya
dikkatsizlik sonucu tehlikeli
biçimde silah taşımanın sebep
olabileceği kazalar bile
büyük acılara ve
telafisi mümkün olmayan zararlara yol açarken, herhangi bir bahaneyle
ortalığa yüzlerce kurşun sıkmanın
nelere mal olduğunu
hemen her gün yaşayarak
görüyoruz. Çoğu zaman
faili bulunamadığı için
"maganda kurşunu"
deyip geçtiğimiz ve
belki de kendileri
bile hangi cana kıydıklarının farkında
olmayan bu sorumsuz
insanlar, bugün aramızda ellerini kollarını sallayarak
dolaşsalar da, yarın ilahî adaletten
yakalarını asla kurtaramayacaklardır.
Yol üzerinde insanlara zarar
verecek şeylerin kaldırılmasını bile imandan bir şube
sayan (Müslim, İman,
14) Allah Rasulü'nün, başkalarına zarar verip
vermemeyi imanla ilişkilendirmesi son
derece anlamlıdır. Çünkü onun
tarifine göre, "müslüman, başkalarının
elinden ve dilinden salim olduğu; mümin ise, insanların, canları
ve malları konusunda kendisinden emin
olduğu
kimsedir".(Tirmizî,
İman, 12) Onun
için, mümin, başkalarına zarar
vermek bir yana,
zarar verme potansiyeli
taşıyan her hareketten de
titizlikle kaçınmak zorundadır.
Toplum içinde yaşayan insanlar, kendilerinden
önce başkalarını hesab
etme alışkanlığını kazanırlarsa
daha rahat bir
hayat sürmenin yolunu
da bulmuş olurlar. Çünkü, önce
başkalarıyla ilgili hesabı
yapıp onlara bir zararlarının dokunmayacağını anladıklarında,
kendi alanlarının sınırlarını daha kolay belirleyecek ve
işlerini gönül huzuru
içinde yapacaklardır. Her
şeyin merkezine kendi çıkarlarını koyan insanlar etraflarına fazla bakmadıkları
için, bu
çıkarları elde ederlerken
kimlere zarar verdiklerini
ancak şikayetler çoğalınca anlarlar.
Bu aşamadan itibaren çatışmalar ve düşmanlıklar başlayacağı için çoğu zaman
iş işten geçmiş olur.
Sonuç olarak, toplum içinde
yaşamak, mutlaka sorumluluk, yerine göre fedakârlık gerektirir.
Fedakârlık bir yana,
sadece sorumluluklarımızın
farkında olmak bile
toplum olarak huzurlu
bir hayat sürmemiz için yeterli olacaktır.
İ. Hakkı Ünal, 40 Hadis 40 Yorum, DİB. Yay., Ankara 2011,
ss. 118-122.
İnsan Hayatı Üzerine
"İnsanın hayatı,
tat ile acının
güzergâhıdır. İnsan ruhu;
acıdan gocunur, tattan hoşlanır.
Şimdiki zamandan geleceğe,
insan faaliyetlerini düzenleyen
şey, korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. İnsan hayatı
iç ve dışın
karşılıklı ilişki içinde
olmasıdır. İster istemez herkes, hayatındaki ümit ve korku
sebebinin yalnız kendisi olmadığını az çok
sezer. Bu da
kendi kendisine bırakılan
insanın bir hiç
olduğunu anlatır. Fakat ne
olursa olsun hiçbir
kişi kendi kendine
bu aczin sahasından çıkamaz.
Aklı olanlar da
ümit ile korkunun
bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar.
İnsan ruhunda ne ümidin sonu
vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit sebepleri sınırlı
olmadığı gibi, korkunun
sebepleri de sınırlı değildir. İnsan ruhu, zaman zaman belli
ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken
bir taraftan da
bütünüyle belli olmayan,
uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların
mutlak etkisi altında
bulunur. Burada bütün ümitlerle
bütün korkuların karşı
karşıya yer alarak
bir noktada buluştuklarını görür
ki bu da gerçeğin ta kendisidir. O zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu
ilgi bir taraftan bütün sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan
bir korku ve ümit heyecanı ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun
böyle bütünüyle etkilendiği
kayıtsız bir korku
ve ümit sebebine karşı
duyduğu bu ilgi
yaratılışta insan fıtratında
var olan, kendisine ibadet
edilen ve ibadet
düşüncesinin başlangıç noktasıdır
ki, bütün vazife duygusu
bunda toplanır. Her
şahsın ahlâkî cibilliyeti, geleceği, mutluluğu,
mutsuzluğu bundaki ciddilik
ile her bakımdan birbirine denktir. İnsan bu
duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur.
Bazen cahillik ve bazen terbiye
ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve
sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir
korku tarafından yenilgiye
uğramış olarak kalırlar.
Ona belirli bir zaman
içinde bütün varlığıyla
öyle bağlanır ve
öyle güçsüz olur ki, o
lezzeti feda etmeye
veya o acıya
göğüs germeye kendisince
imkân olmadığını düşünür. Artık o, bu
ümidin sebebini öyle
sevmiş veya o korkunun
sebebinden öyle yılmıştır
ki, bunlar ona
bütün sevgilerin gayesi veya
bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini, diğeri
yokluğun ta kendisini
temsil eyler. O
zavallı vicdanın sınırlı ve
sonlu yaratılmış bir
sebebe böyle bütünüyle
bağlanıvermesi onun
huzurunda öyle alçalmalara,
öyle tapınmalara sürükler
ki, bütün şuur o
küçülmeye boğulur. O
andan ilerisini görebilecek
akıldan iz kalmaz. İnsanlara
gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları
meydana çıkaran şirkin
esas kaynağı budur.
Allah'a şirk koşanların canlı,
cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu duygu
ile ortaya çıkmıştır.
İnsan hayatında hâlâ böyle
vicdanlar, zannedildiğinden
daha çoktur. Hatta
kendilerini, mabud ve
ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle mabud değiştirir dururlar.
Bütün hayatlarını mutlak
şüphe içinde geçirirler ve kendileri
öldükten sonra geride
kalacakları, bir an bile
düşünmezler. Fakat şurası bir
gerçek olup kesin
olarak bilinmesi gerekir ki,
bütün varlığını geçici şeylere bağlayan
her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici cazibe bir gün
olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden önce yıkılıp
gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının sözünü
ve güvencesini verebilir?
Ayağının altındaki yer, başının
üstündeki güneş bile
sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve ayakta)
olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka
verebilecek hiçbir şey
yoktur. Gerçekten ibadet
onun hakkıdır. Ancak ona
ibadet edenlerdir ki,
diğer ümitlere, korkulara
kendini tamamen kaptırmaz, vazifesi
yolunda şaşırmaz ve
onlardan herkes faydalanır.
Hz. Peygamber (s)'in vefatı
üzerine bütün ashâb-ı kiram çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. Hz. Ömer
bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim
öyle derse vururum." demeye
kadar varmıştı. Fakat Hz.
Ebû Bekir "Muhammed, sadece
bir peygamberdir. Ondan
önce de peygamberler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre
mi döneceksiniz? Kim
geri dönerse, Allah'a
hiçbir ziyan veremez. Allah,
şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." (Âl-i
İmran, 3/144) âyetini okuyup;
"Ey müminler! Eğer
Muhammed'e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu
gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız O ölmez diridir" meâlindeki
nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman,
gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her zaman geçerli olan bir kanundur.
Gönüller ölümlü
şeylere bağlandığı zaman,
çok vakit ümidin başlangıç noktası ile korkunun başlangıç
noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir
tarafta güzel sevgi
mabudları, bir tarafta
da kahraman korku mabudları
dizilmiştir. İkisinin arasında kalan zavallı kalb, ikisine de kendini
sevdirip korkusunu gidermek,
ümidine ermek için
ne heyecanlarla kıvranır, akıl
almaz saçmalıklar, küçülmeler
ve saygı göstermeler meydana
koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine göre bu bir
ibadet olur. Fakat
ne fayda ki,
ona göre ümidi
veren başka, korkuyu veren
başkadır. Bunları birleştiren,
her şeye hükmeden
bir başlangıç noktası da yoktur. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa
gider ve saçma olur.
O gönül, birbirine
zıt olan bu
iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan
bunalımın savaş meydanıdır.
Artık bir sükûnet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur.
Ümit ve
korku bir başlangıç
noktasından gelen, yine onda
birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli olarak duyulmalıdır ki,
birinin yerine diğerini
yerleştirmek imkânı doğsun
da kalb bir
sükûnet duyabilsin ve hayatında
onunla yürüsün. Susuzluğumdaki içimin
yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su
kaynağının biri olumlu, biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her
susadığım zaman suya koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun,
diğeri ateşin etkileri ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da
yoksa ateşten suya, sudan ateşe
koşmak sonsuz yorgunluktan
başka hiçbir sonuç vermez.
Bundan dolayı ümit ile
korkunun bir kaynakta
birleştirilmesi bu itibarla
da gereklidir. Bir tek
Rabb, ayrı ayrı
rabblerden hayırlıdır. Benimle
kalan hissimi, hissimle dışımdaki
şeyleri birbirine bağlayan
ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet,
O'nun kanununa itaat etmeliyim.
Kısacası beşerin fıtratında
ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun bir araya
gelmesinden ve tokuşmasından çıkan korku ve
ümit şimşeği içinde
sevgi neşesi ile
ümid zevkinin galip
gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir
ki, hem dışta, hem içte en son bir küçülme ile en son bir
saygı göstermeyi içine
alır ve gerçeklik
oranında kalbe gönül rahatlığı ve
sükûnet bırakır. İbadet
ederken dünyadan ve
bütün benliğinden soyutlanarak Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül
alçaklığı, öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya
aykırı bildiği en küçük bir hareketten
bile sakınır. Bunun için kibir ve
riya ile birleşmez, açık ve
gizliye bölünmeyi kabul
etmez. Hakkıyla ibadet, mutlak güçsüzlük
ile tam kuvvetli
olmanın, tam aşağılık
ile tam yüceliğin, korkular
içinde titreyen ümit
ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma
cilvesi (görüntüsü)dir.
Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir
korku yokmuş gibi
görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz
kötümserler bu şereften mahrumdurlar. Burada nefsin gururu şöyle bir soru
sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını
kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan
kimseler için alçalma olmaz mı?
Artık o yüksek
kafalar alınlarını yere
nasıl koyabilirler? Böyle
bir soru, içindeki cevabı
görmemekten kaynaklanan bir
kibri açığa vurmaktır. Yükselmek
istemek, yükselmek ihtiyacını kabul
etmektir. Bu da bir taraftan
kendi acizliğini, diğer
taraftan yüceliğini beğenme
ile mümkün olur ki,
ibadet bu mânânın
en yükseğini anlamaktır.
İkinci olarak yükseldim demek,
yükselmediğini ilan etmektir.
Böyle bir iddia hem
yüceliği ve ilerlemeyi
sınırlı görmek, hem
de düşme ihtimalinin imkânsız olduğunu
zannetmek gibi büyük
bir kabahat sayılır.
Hâlbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur,
düşme tehlikesi ise
her zaman vardır. İbadet de
kibir ve gurur
hastalığının yegâne ilacıdır.
Üçüncü olarak; Allah Teâlâ'ya
ibadet etmedeki alçalma
ve hürmet, insan
vicdanı için mümkün olan
her türlü yükselmenin
üstünde bir yücelik
temin eden (Allah'a) bağlanmanın
bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile
göremezler de imkânsız sanırlar."
Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!
Matematik Konularından Seçmeler
matematik
(301)
geometri
(133)
ÖSYM Sınavları
(61)
trigonometri
(56)
üçgen
(49)
çember
(36)
sayılar
(32)
fonksiyon
(30)
türev
(26)
alan formülleri
(25)
analitik geometri
(23)
dörtgenler
(19)
denklem
(18)
limit
(18)
belirli integral
(14)
katı cisimler
(12)
istatistik
(11)
koordinat sistemi
(11)
fraktal geometri
(7)
materyal geliştirme
(7)
asal sayılar
(6)
elips
(3)
tümevarım
(3)
binom açılımı
(2)
hiperbol
(2)



