Yaşlılarımız ve fosilleşmiş gençlik

Yaşlı kelimesi, TDK sözlüğüne göre; "yaşı ilerlemiş, kocamış, ihtiyar, uzun yılları geride bırakmış" olarak tanımlanmıştır. Arapça karşılığı olan ihtiyar ise, yine aynı sözlükte; "Yaşlı, kocamış olan, pir kimse, cansız, sönük, eski" anlamlarına gelir. Burada etimoloji ile uğraşmak için bunları zikretmedim. Son günlerde gündeme gelen, "yaşlıların sokağa çıkma yasağı ve gençlerin kendi çapında, yaşlılar üzerinde oluşturduğu olumsuz algılar ve eğlence biçimleri" nedeniyle böyle bir yazıyı kaleme aldım.
Malum ola ki tüm dünyayı sarsan virüs vakaları nedeniyle, devletler bazı tedbirleri uygulamaya koydu. Yaşlı vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma yasağı da böyle bir ortamda gündeme geldi. Bağışıklık sistemi, daha zayıf ve kronik rahatsızlıkları gençlere göre nispeten daha fazla olan yaşlı kimseleri, bu salgından korumak (!) için bu şekilde bir önleme başvuruldu. Bu yasak uygulaması, bazı ülkelerde genç ve yaşlı ayrımı yapılmadan tüm vatandaşlara doğrudan uygulandı. Hangisinin daha doğru olduğu tartışmalı bir konu olduğu için buraya değinmek istemiyorum. Benim üzerinde durmak istediğim mevzu; gençlerin bu süreçte yaşlılara olan tutumu ve toplumda onlara karşı oluşturulan olumsuz algılar üzerine olacaktır.
Virüs salgını nedeniyle yaşlı vatandaşlar için sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini fırsat bilen, kendi genç ama ruhu çürümüş fosil mertebesindeki bazı kişiler, yaşlılara hiç olmayacak saygısızlıklar yaptılar. Dışarıda yaşlı vatandaşları gören bazı kendini bilmezler, kültürümüzün köklü çınarları olan ihtiyarlarımıza, maalesef zorla maske takmaya çalıştılar. Kimi densizler, ihtiyarların başlarından kolonya döktüler. Kimileri, sokakta gördükleri yaşlıları alaya alıp evlerine hapsetmeye, sokakta yürümelerini engellemeye kalkıştılar. Markette, pazarda alışveriş yapan yaşlılara "sende virüs var" , "sen hastalıklısın" diye hakaretler ettiler. Maalesef bütün bunların hepsi, müslümanların çoğunlukta olduğunu her defa dile getirdiğimiz, Türkiye'de gerçekleşti. Oysa İslam dini, tüm inanan insanlara, büyüklere ve yaşlılara hürmet edilmesi gerektiğini hem sözlü hem de fiili olarak peygamber efendimizin tatbiki ile göstermiştir. Esasında böyle bir olayın dini bir yönünün de olmaması gerekir. Bu tutum ve davranışlar aslında çok büyük kabahat ve nezaketsizlik, insan benliğine saygısızlık, özgür yaşam biçimine müdahale ve kişi hürriyetini yok sayma kaidelerine göre suç sayılabilecek hareketlerdir. Zaten bu yüzden bu davranışı gösterenler, yakalanıp çeşitli cezalara çarptırılmıştır. İşin ceza boyutunda değilim. Bu tip davranışlar, yaratılmış bir insan ve özelde bir müslüman ülkede yaşayan bir müslüman olan kişi bazında düşünüldüğünde, bu kişilerin hareketlerinde, bu iğrenç ve kabul edilemez mizah anlayışı, niçin ve nasıl yer alabilir? Bu davranışları insanlar neden sergileme isteği duyar? Bu sorular etrafında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Mevlid yerine 'Kutlu Doğum Haftası' projesi

"Kutlu Doğum Haftası" tabiriyle bilinen etkinlikler, ilk olarak Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında başlatılan, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da desteklenerek Türkiye'de resmiyet kazandırılarak her yıl farklı gündem ile Peygamber Efendimiz Muhammed'in(s.a.v) anlatılmasının amaçlandığı ve doğum gününün miladi takvime göre 20 Nisan kabul edilerek kutlandığı ifade edilen bir etkinlik ve faaliyet haftasıdır. (Bkz. Mevlid Kandili) Mevlid Kandili için İslam dini tarafından belirlenmiş bir gün olmadığını, Müslümanların bu geleneği sonradan başlattıklarını ifade eden Diyanet İşleri Başkanı (2015) Mehmet Görmez, Hz. Peygamber (s.a.v)’i anlama geleneğinin oluşturulması için Kutlu Doğum Haftası’nın da 1989’da Nisan ayına sabitlendiği bilgisini vermiştir. (Bkz.http://www.yeniakit.com.tr/haber/kutlu-dogum-haftasi-neden-nisana-sabitlendi-61927.html ) Bu bilgiler 'kutlu doğum haftasının' nasıl ve ne amaçla oluşturulduğunun izah eder nitelikte olmasına rağmen bazı ciddi eleştirilerimi aşağıdaki yazımda izninizle size sunmak istiyorum.  
Son zamanlarda daha da hızla yayılan bu 'Kutlu Doğum Projesi' konusu hakkında geçmiş senelerden itibaren uzun zamandır yazı yazmayı beklememe rağmen bir türlü fırsatım olamadı. Lakin son zamanlarda iyice artan ve kutlama adı altında yapılan yazılı ve görsel medyada ortaya çıkan, müftülerimizin, imamlarımızın bile alet olduğu bir takım tuhaflıklardan (Bk. ilgili fotoğraf) sonra bu yazıyı yazmayı, aciz bir kul olarak üzerime bir borç bildim. İnşallah aşağıdaki eleştirilerimden, kimseyi incitmeden meramımı tam olarak izah edebilme fırsatını elde etmiş olurum.

Kutlu Doğum Haftası sayesinde her kesimden insanların Peygamber Efendimizi tanıma fırsatı bulması, her sene peygamberimizin bir ahlaki özelliğin ön plana çıkarılması, bu projenin tüm dünyaya yayılarak devam ettirilmesi gibi bir takım yönlerinin olması aşağıda sıralanan bazı eleştirileri yok etmeyecektir. Bu eleştiriler, bir kavram olarak bu projenin bir takım endişelere, şüphelere yol açması ve zararlı fikirlere yol açabilecek hareketlere dönüşebileceği açısından düşünülmüş ve yazıya dökülmüştür.
'Kutlu Doğum Haftası' Müslüman aleminde asırlardan beri var olan Mevlid Kandili geleneğinden uzaklaşarak ikinci bir kutlama adı altında diğer İslam dünyasından ayrılma niteliğini de içerisinde barındırması açısından oldukça düşündürücüdür. Bu şekilde ayrı bir tarihte peygamber efendimizi anma etkinliklerinin düzenlenmesi, bir takım merasim programlarının ibadet niteliğinden uzaklaştırılarak kutlamaların yapılması asla dinin manevi havasına uygun düşmemektedir. Ayrıca bu proje ile, İslam dünyasında asırlardan beri var olan Mevlid Kandili geleneğini hicri takvimi bilmeyen genç nesillerimize unutturmaya zamanla zayıflatmaya yol açabilecek bir tehlikeye de işaret vardır. 
*Miladi yıllara göre ayarlanmış değişmez bir haftanın kutlu doğum etkinlikleri ile kutlanması yerine zaten hali hazırda var olan Hicri takvime göre sene içerisinde farklı günlere denk gelen Mevlid Kandilinin ibadetlerle, dualarla ve Peygamberimizin üstün ahlaki meziyetlerinin hatırlanması amacıyla bir takım düzenlemelerin yapılması daha yerinde olacaktır. Bu tür etkinliklerle doldurulmuş bir Mevlid Kandili kutlama ve merasimleri esasında İslam'ın temel kurallarından olmamakla birlikte hayatı boyunca Peygamber Efendimizi (s.a.v) anmaya hiç yaklaşmayacak kesimlerin bile, bu kandil günleri ile en azından peygamberimizi hatırlamalarına vesile olacağını da ayrıca belirtmek isteriz. Bu nedenle illa ki 'Kutlu Doğum Haftası' adı altında böyle bir hafta olacaksa bu haftanın tüm İslam dünyası ile beraber Mevlid kandiline denk gelen Hicri takvime göre (Rebi'ül Evvel Ayı içerisinde) belirlenmesi ve istenirse resmi olarak bir kutlama yapılması ve bu kutlamaların daha çok ibadet etmeye dayalı, peygamberimize salat ve selam okunması, hatim programlarının düzenlenmesi şekliyle bir nevi arınma olarak telakki edilmesi ve bizlerin işledikleri günahlardan tevbesine vesile olmasını arzu ederiz. Burada bir savunma olarak Mevlid kandilinin sene içerisinde sürekli gezmesi, resmi programlamaların yapılmasını zorlaştıracağı ve insanların bu haftayı gerektiği gibi sahiplenemeyeceği söylenebilir. Asırlardan beri var olan Mevlid kandilinin zaten müslümanlar tarafından biliniyor ve camilerde coşku içerisinde ibadetle geçiriliyor olması bu savunmaları boşa çıkaracaktır. Toplumun bütün kesimlerine ulaşmak için bu şekilde bir tarihe sabitlemek 'Mevlid Kandili' ve 'Kutlu Doğum' ikilemini beraberinde getireceği asla unutulmamalıdır.
*Kutlu Doğum Projesi, Hristiyanların Hz.İsa'nın doğum gününü kutlamalarına benzer bir özellik arz etmesi yönüyle oldukça düşündürücü bir niteliktedir. Daha ağır bir tabirle söylemek gerekirse;  ibadet niteliğinden uzak farklı yaklaşım ve etkinliklerle donatılmış bu tür haftalar, İslam Dininin sadece kutlama ve merasimlerden ibaretmiş gibi bir izlenime, dinin içinin boşaltılmasına, dinin giderek ibadet niteliğini ve kulluk şuuru bilincini yitirmesine zemin hazırlar. Her kesimden insanın Peygamber Efendimizi bir hafta boyunca Kutlu Doğum Haftası etkinlikleriyle, andığı düşünmek asla anlamlı bir gerekçe olarak kabul edilemez. İslam dünyası içinde Mevlid Kandilinin bile merasimlerle kutlanıp kutlanmayacağı konusunda ciddi ihtilafların bulunduğu da bir gerçektir. Peygamber efendimizin (s.a.v) doğum gecesi olarak kutlanan mevlid kandilinde, merasim ve şenlik yapma âdeti ilk defa hicri dördüncü asırda, Şîî-Fâtımîler'de başlamıştır. Fâtımîler; sadece peygamber efendimize merasim yapmakla kalmayıp bunun yanında Sünni ve Şia geleneği içerisinde son derece önemli olan Ehli Beytin güzide insanları Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (r.anhum) ve Fatimi devleti halifeleri için de mevlid merasimleri yapmışlardı. Fatimilerin ilerleyiş güzergahına göre tarih içinde Mevlid merasimi oradan mağrib ülkelerine, Arabistan'a ve Osmanlılara da intikal etmiştir. III. Murad devrinde, 996 yılında bu merasim resmen teşrifata idhal edilmiştir. Hz. Peygamber Efendimiz 'in doğum gecesi için merasim yapmak ve bu arada anma maksadıyla onun zatına ithafen yazılı mezkûr kasideleri okumak ve çeşitli tören ve faaliyetleri icra etmenin cevazı Osmanlı uleması tarafından tartışılmış, bazıları bunun bid'at olduğunu, birçok münker fi'lin işlenmesine sebep teşkil ettiğini ileri sürerek “mekrûh, hatta haram” olduğunu dile getirmişlerdir. Bu tutum karşısında peygamber efendimizin doğum gününün 'Kutlu Doğum Projesi' ile bir miladi güne sabitlenmesi ve dini havadan uzak merasimlerle kutlanması, aslına itibarla dine sonradan oluşturulmuş kavramlar arasında zamanla yerini alacaktır. Bu tür kutlama ve yaklaşımlar bir ibadet gibi toplum tarafından anılmaya başlandığında  ve zamanla dini birer tören halini almaya başladığında ciddi sorunları beraberinde getirecektir.
*Bu 'Kutlu Doğum projesi' ile dinin emir ve yasaklarının belirlendiği hicri takvim etkisinin zayıflatılmış olabileceği endişesini akla getirmek bile korkutucu niteliktedir.  Mevlid kandili baz alınarak aynı 'kutlu doğum projesinde' yapıldığı gibi sırasıyla berat kandili, kadir gecesi, aşüre günü, ramazan ayı, kurban bayramı gibi diğer dini günlerin de Miladi takvime  göre ayarlanması endişesi her ne kadar akla muhal gelse bile en küçük bir şüphenin bile oluşması bu dinin temellerini sarsıcı bir hale dönüştürecektir ki bu asla kabul edilemez.
Son söz olarak; kutlama programları hazırlanırken -Mevlid Kandili bile olsa- böyle günlerin merasim niteliğinden uzaklaşıp, özü itibariyle Peygamberimize yönelişe yol açacak nitelikte olması İslam dininin amacı bakımından daha elzem niteliktedir.  Bu bağlamda hazırlanmış ve planlanmış bir Mevlid Kandili haftasının İslami davranış ve etkinliklerle doldurulması, peygamberimizin örnek ahlakının anlatılması ve uygulanması, örnek davranışların sene içerisine yayılması gibi faaliyetler, şüphesiz Peygamberimizi (s.a.v) hatırlamaya ve  daha iyi anlamaya sebeb olacaktır. Lakin hayatlarına zaten peygamberimizi nakşetmiş gerçek manadaki müminlerin bu tür haftalara veya günlere ihtiyacı olmadığı gibi, bu müminlerin yaşantıları; zaten Kuran ve Sünnetin ışığında aydınlanmış hayat ve 'yaşayan Kuran'lar' olarak gözümüze çarpacağı da aklımızdan çıkarılmamalıdır.
İslam ülkeleri ile birlik ve beraberlik olması açısından yüzlerce yıllık Mevlid Kandili geleneğin devamı açısından Rebi-ül Evvel ayının önem arz etmesi ve planlamaların ve programların bu doğrultuda hazırlanması ve bu ayın dini içeriklerle donatılarak her yıl değişerek denk gelen günlerle adeta dünyanın faniliğini ve zamanın geçiciliğini hatırlatması amacıyla kutlanması ve bu 'Kutlu Doğum projesi' nin iyice irdelenip incelenmesi ve yapılan hatalardan dönülmesinin elzem olduğunun bilinmesi bizim dileğimizdir.

Bu kadar Peygamber Efendimizden(s.a.v) bahsedildikten sonra alemler yüzü hürmetine yaratılan sevgili Peygamberimize, salat ve selam göndermeden yazımızı noktalamak istemiyorum. Allâh'ım; salât ve selâm kilitlenmişlerin açıcısı, öncekilerin sonuncusu, Hakka hak ile yardımcı, doğru yoluna hidâyet eden Efendimiz Muhammed'e ve onun ehl-i beytinin üzerine olsun. Peygamberimiz(s.a.v) için pek çok naat ve kasideler yazıldığı ve övgülerle dolu sözlerin sarfedildiği insanlık toplumunda; O'nu dil ile anmanın yanında, O'nun verdiği mesajları ve O'nun yaşam şeklini hayatımıza nakşetmek bir görev bilinci haline gelmedikçe tam manasıyla imanın özü anlaşılmış olmaz. 
Kadir PANCAR
12/04/2015
Peygamberimizi anmak ve hatırlamak maksadıyla şairlerimizden Arif Nihat Asya'nın Naat Şiirini paylaşıp, O güzide örnek kemalatı bir kez daha anmış olmayı ümit ediyoruz. Allah'ım Nebi-i Zişan Efendimizin şefaatlerinden cümlemizi mahrum etmesin inşallah.
Naat-ı Şerif Şiiri için tıklayınız. 

Milli Kültür Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal ATATÜRK
Genel kabul görmüş bir tarife göre kültür, bir toplumun yaşam biçimidir. Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içine girmektedir. Diğer bir görüşe göre kültür; teknik, iktisadi, içtimai, siyasi ve fikri formasyonu ihtiva eden kendini bilme hareketidir. ...Kişilik, edindiği kültür kadar gerçeklik ve güce sahip olmaktadır; o kendi kendine varolmaya ulaşıncaya kadar "kültür edinmektedir" ve ancak böylece kendi kendine varolmakta ve o zaman gerçek bir varlığa kavuşmaktadır.(1) UNESCOda ittifakla kabul edilen tarife göre (ise) kültür, bir insan topluluğunun kendi tarihi hususunda sahip olduğu bilinç demektir. Bu insan topluluğu, bu tarihi gelişme bilincine dayanarak varlığını devam ettirme azmini gösterir ve gelişmesini sağlar.(2)
Millî Kültür konusunda ise değişik görüşler olmakla birlikte, ülkemizde başlıca üç görüş vardır. Bunlardan gelenekçi görüş, millî kültür değerlerinde bir ayrım yapmaz. Tarihi olanla, millî olan birbirine karışmıştır. Değişmez ve değişmemesi gereken değerlerle, üretim biçimi, yerleşim dokusu sonucu oluşan değerlerin tamamı kıskançlıkla korunmak istenilir...İkinci görüş, "evrensel kültür" adını verdikleri Batı kültürünün, ülkemizde uygulanmasını (isteyenlerin ileri sürdüğü görüşün) adıdır. Üçüncü ve doğru olan görüş; Millî kültürü, temellerini oluşturan değişmez değerleri koruyarak, gelişen teknolojiye uygun, sanayi ve sanayi ötesi toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirmek ve çağdaşlaştırmaktır.(3) Bu üçüncü görüşü en güzel biçimiyle Yunus Emre ve Hz. Mevlana formüle etmişlerdir. Yunus bir şiirinde şöyle seslenir "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası."Mevlana Celaleddin Rûmi ise Mesnevide şöyle söylüyor; "Geçen gün geçti cancağızım, gelen yeni bir gündür, yeni şeyler söylemenin çağıdır..." ve Mevlana aynı konudaki hikmetli sözlerine devam ederek şöyle der;
"Bir ayağımız sımsıkı millî ruh kökümüzde, Bir ayağımızla dolaşalım evrenleri..." (Mevlana)

Yeni Yılın Düşündürdükleri

Bir yılı da artık acısıyla tatlısıyla geride bırakıyoruz. Ömrümüzden bir yaprak daha kopup bir lahza daha ölüme yaklaşıyoruz. Her geçen gün ardından ölümün nefesi daha şiddetli bir şekilde bizi kaplıyor. Yeni yıl insanlar için neşe kaynağı mı yoksa kederlerin başlangıcı mı? Bu soruyu kendimize soralım ve bir cevap vermeye çalışalım. Acaba biz neden yeni yıl girdiği zaman kendimizi kaybedercesine kutlamalar yapıyor ve eğlenceler tertipliyoruz. Bir daha eski günlere geri dönmenin mümkün olmadığını bildiğimiz halde, neden çılgın partilerle yılbaşını karşılıyoruz?

Yaşlandığımızı hatırlamak her insana az da olsa hüzün verir. Yaşlanmak ölümün habercisidir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demektir. Eskiden olduğu gibi enerjimiz olmayacak, gün geçtikçe durgunlaşacağız demektir. Daha da yaşlandıkça elden ayaktan düşerek çevremizdekilere muhtaç olacağız demektir. Bütün bunları bilmeyenimiz yoktur. Fakat sanki bilmiyormuş gibi saatlerin önüne geçemediğimiz bu zamanlarda, ömrümüzden kaybolup giden her anı kutlamak için sabırsızca yeni yılı bekliyoruz. Kendime defalarca şunu sordum. “Bir insan olarak ölüme doğru uzanan, doğumla birlikte başlayan yaşamımızda, zamanın su gibi akıp gitmesini durdurabilir miyiz”? Ama her zaman cevap kesin ve net oldu. “ Hayır!” Zaman, bizden bağımsız bir şekilde herkes için en adil biçimde akıp gidiyor ve asla da durmaya da niyeti yok. Ne zaman ki durdu, o zaman insanlık yaşamı ve diğer canlılık hayatiliği yok oldu demektir. İşte bu idrak ve şuur, aslında her insanda fıtrat olarak var. İnsan, her geçen saniyenin önlenmez hızını çok iyi biliyor fakat bir teselli arıyor. Zamanın oluşturduğu stresleri unutmak gönlünce eğlenmek ve bir nevi “özgür (!)” olmak, herşeyi anlık da olsa unutmak istiyor. Bu nedenle kutlamalar yapıyor, akla hayale gelmedik eğlencelerle kendini bir anlık da olsa içinde bulunduğu esaretten (!) kurtarıyor. Hâlbuki insan, bu tür eğlenceler ve coşkuların ardından daha fazla yalnızlaşıp, daha çok stres içine giriyor. Bir önceki gün eğlendiği aşırı sevinçlerin olduğu durumdan, bir anda sakin ve monoton bir hayata tekrar dönerek, aciz bedenin kaldıramayacağı psikolojik yıkımlara ve büyük ruhi sıkıntılara maruz kalıyor.


Eğlenmek herkesin hakkıdır fakat bu eğlenme, ölçülü bir şekilde insaniyet sınırlarını aşmadan ve bir mana içerecek şekilde olmalıdır. İnsanı sonradan yalnızlaştıracak, üzüntülere sokacak yılbaşı eğlenceleri, doğum günü partileri..vs gibi sadece zevk ve haz barındıran eylemleri bir hayat tarzı haline getirmek, aslında iç dünyamızdaki yalnızlığın ve bir mana arayışının acı yansımalarıdır. İnsan, düşünerek hareket etmeli ve tarihin en eski devirlerinden beri devam eden toplum ahlakı ve toplum genel yapısı itibariyle uyuşacak hareketler sergilemelidir. Fıtrata uygun olmayan, sadece haz ve zevk ürünü davranışların yayılması, ileride yaşanacak daha büyük yıkımların habercisi olacağı bir an bile unutulmamalıdır. 

Eğlenmek, kişinin kendisine ve topluma bedenen ve ruhen asla zarar vermemelidir. Hiç kimse kendi benliğinin esiri olacak bir bağımlılığa, zevke, hazza müptela olarak 'insan' olma vasfını kaybetmemelidir. Şiddete, baskıya, zulme, eziyete yol açacak her türlü eğlence, kutlama ve merasimler başkasının huzurlu yaşama hakkını gasp etme anlamı taşıyabileceğinden bir özgürlük olarak tanımlanamaz. Eğlenmek, kültürel hayatımız açısından son derece anlamlı olmalıdır. Bizim için bir anlam ihtiva eden, örfümüzde  ve kültürümüzde yer alan bir takım kavramlarla eğlenmek başkalarına benzemekten bizi alıkoyacaktır. Her defasında söylediğim gibi 'biz' ancak örfümüzden aldığımız güçle tam olarak 'biz' olursak bu dünyada emin adımlarla var olmaya devam edebiliriz. 

Globalleşmenin getirdiği küresel kültür (Bkz. Globalleşme) nedeniyle insanlar artık ortak bir yaşantı oluşturmaya başladılar. Böylece kimilerinin inancında örfünde kültüründe olan bir takım bayram ve merasimler hiç sorgulanmadan aynen alınıp kutlanmakta ve tüm simgeleriyle de yaşantı haline getirilmektedir. Bu durum, inanan bir insan için hiç kabul edilebilir mi? Böyle bir anlayış, tüm dünyayı birbirine bağlayacak şekilde serbest tüketim ve eğlence odaklı, ahlaki meziyetlerden uzak bir global kültür oluşturma hezeyanını, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem "Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa O, da onlardandır."(Ebu Davud, libas 4) buyurarak red etmiştir. 

Müslümanlardan bazılarının Hıristiyanların en büyük bayramı olan Paskalya ve Noel günlerinde ateş yakmak, hindi pişirme, çam süsleme, hediyeleşme, mum ayinleri gibi davranışlar suretiyle Hıristiyanların yaptıklarını yapmaya onlara benzemeye çalışmaktadır. Hz. Allah; Rasülullah'a hitaben "Sana gelen ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'dan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Bakara Suresi, 2/120) buyurarak bu tür gayri müslimin davranış ve isteklerinin yapılmasının son derece tehlikeli olduğunu bildirmiştir. 

İslama inanmış bir ferdin, küffara benzememe konusunda hassasiyet göstermesi, kişinin üzerine Allah'ın bir emridir. Küfür, bir kalp hastalığıdır. Dolayısıyla bu hastalığın en küçük zerresinin bile kalpte bulunmaması lazım gelir. En küçük bir saç, sakal kesiminde dahi "Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz." (Tirmizi, istizan 7, Edep 41) buyuran bir Peygamberin(s.a.v) ümmeti olarak başka dinlerin dini merasimlerine uymaktan kendimizi hassasiyetle korumamız elzemdir. Her insanın inancındaki simgeleri, törenleri, sözleri, ritüelleri kendilerine göre kutsaldır. Ortak bir kültür oluşturmak amacıyla yapılan bu tür hareketlerle, inancın kutsallığı ortadan kaldırılarak dini inançların basitleşmesine, dinin içinin boşaltılmasına ve inanca karşı zafiyetlerinin oluşmasına neden olacaktır. Bu tür zehirli yaklaşımlar ile dinimize göre yasak olan davranışlar, sanki mübah/serbestlik çizgisine kaydırılmış olacaktır. 

İslam dinince haram olan içki, zina, kumar gibi eylemlerin sırf eğlenme maksadıyla yılbaşı gecesine/veya diğer kutlama merasimlerine münhasır kılınması, dinen vahim sonuçların oluşmasına ve kalbi duyguların zarar görmesine yol açacaktır. Farklı inanç mensuplarının kendi dini yaşantıları sadece o dine bağlı kişileri bağlayacağından, onların bu davranışlarını taklid eden müslüman kesimin yaptığı hataların sonuçları, hem ferdi hem de tüm İslam toplumunu derinden etkileyecektir. Toplumda birlikte yaşanan dini öğelerde en küçük bir pürüzün meydana gelmesi, inanca karşı bir kıvılcım gibi başlayıp büyük yangınlara götürecek kadar itikatta sarsıntılar oluşturacaktır.

Akli melekeye sahip insanlar olarak daha iyi düşünmeli ve anlamlı davranışlarla inancımızı ve öz benliğimizi korumanın yollarına bakmalıyız. Son söz olarak; her geçen yeni yılla birlikte eski hatalarımızın tekrar edilmemesini, daha temiz yaşantıların, güzelliklerin, maddi ve manevi rahatlıkların bizimle beraber olmasını, ömrümüzün her anının İslam inancımıza uygun olarak yaşanmasını ve nihayetinde sahih bir iman ile bu fani aleme veda edebilmeyi Yüce Mevla'dan diliyorum.
21.12.2009
Kadir PANCAR

Değerlerimiz ve Kültürel Yozlaşma

Kültürü kısaca tanımlamak gerekirse, bir milleti oluşturan maddi ve manevi değerlerinin tümü olarak ifade edebiliriz. Roger Garaudy; "Kültür; bir sanat veya edebiyat eserleri müzesi değildir. Tabiatın başka insanların ve bizzat insanın sormuş oldukları sorulara bir insan topluluğunun verdiği cevapların tümüdür." diyerek kültüre güzel bir tanım getirir. Bir milleti oluşturan en önemli unsurdur. Bir milletin olmazsa olmaz şartı var olma mücadelesindeki en önemli dayanağı, geçmişi ile geleceği arasında bir köprü ve bağ oluşturmada en büyük temeli kültürdür. Bir milletin dini, dili, ortak tarihi, geçmişinde yaşadığı acıları, sevinçleri, kazanılan veya kaybedilen savaşları, düğün ve cenaze merasimleri, ağıtları, şiirleri, oyunları, destanları, türküleri, vecizeleri, gelenek ve görenekleri, ibretlik hikâyeleri, masalları, mizah anlayışları, eğlenceleri, festivalleri, kermesleri, panayırları, yaşama biçimleri ve buna benzer pek çok şey kültürün beslendiği kaynaklardır.
Kültürün belki de en önemli kaynağı dindir. Çünkü bir milleti bir arada tutan en önemli unsur din birliğidir. Aynı dine inanmış kişiler arasında etkileşim daha yoğun olarak hissedileceği için kültür en çok dini değerlerden etkilenir. Hatta aynı dili konuşmayan insanlar, eğer aynı dini inançları taşıyorlarsa onlar arasında da bir kardeşlik, bir birlik havası mevcut olur. Fakat bunun tersi her zaman doğru olmak zorunda değildir. Aynı dili kullanan insanlar yeri geldiği zaman dini inançlarının farklılığı yüzünden birbirleri ile şiddet olaylarına girişmişlerdir. Örnek olarak; Martin Luther hareketi ile ortaya çıkan dini inanç farklılığı ile birlikte meydana gelen şiddet olaylarında, Avrupa’da aynı dili kullanan binlerce insan, sırf inançlarının farklı olduğu gerekçesi ile ölüme sürüklenmiştir. Buna benzer örnekleri tarihin sayfalarında bulmamız zor olmayacaktır. Dolayısıyla bir milletin en önemli kültür bağı, dindir dediğimiz zaman bunu doğrulayacak pek çok delili kolaylıkla elde edebiliriz.
Kültür; dinden beslenir. Bir millet inançları gereği; yemesini, içmesini, giyinmesini, yaşama biçimini, ahlaki düşüncesini düzenler. Örneğin Müslüman toplumlarında dini bayramlar ayrı bir coşkuya neden olur. Gencinden yaşlısına herkes bayramı doyasıya yaşamak için ellerinden gelenleri yaparlar. Bir ay oruç tutarak mükâfatını bayram ile alan kul Allah'a sonsuz şükreder. Kurban olarak kendisinin sunulması gerekirken, Allah'ın eşsiz merhameti ile milyonlarca  hayvan kurban olarak Allah'a yükselir. İslam’ın zekât ve sadaka ibadeti ile Müslümanlar, aralarında yardımlaşmanın coşkusuna varırlar. Yine İslam’ın haram kıldığı zina ile toplumun aile yapısı korunur. Hırsızlığın büyük günahlardan sayılması ile mal güvenliği teminat altına alınır. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır" sözüyle toplumda fenalıklar ve azgınlıklar önlenmiş olur. Kısacası pek çok kuralımız dini inançlar sayesinde düzenli bir yapıya bürünür. Huzur ve mutluluk bu sayede çevreye yayılır.
Kültür; dilden beslenir. Etkileşim aracı olan dil, kişilerin yaşam biçimlerini değişikliğe uğratır. Konuşulan dil aynı olduğu müddetçe insanlar birbirine daha fazla yakınlık duyarlar, daha fazla anlayış ve yardımlaşma gösterirler. Farklı dil insanlar arasında anlaşmazlıklara bazı zamanlarda kopukluklara büyük anlaşmazlıklara yol açabilir. Aynı dili kullanan insanların paylaşacakları değerler kimi zaman daha çok olur. Bir olay karşısında hep birden aynı tepkiyi vermeleri daha kolay olur. Anlatılan her türlü bilgiyi, düşünceyi, olayı, kişiler kendi dilinde duymanın ve bunu kolaylıkla anlayabilmenin zevkini yaşarlar.  Dil sayesinde pek çok kavram kültürün içinde kendine yer bulur. Bir bedevi Arap için konuşma dilinde; yaşama kültüründe çok önemli yere sahip olan develer için pek çok kelime  vazığ edilmiştir. Kültür, dilin gelişmesine bu şekilde katkı sunmakla beraber dil ile kültürümüz de zenginleşmiştir. Burada çift yönlü Bir etkileşim söz konusudur. Bir milletin birlikteliğinde oluşturduğu kültürünün devamı ve korunmasında, dilden konuşanlardan ziyade gönülden konuşanlar daha elbette daha etkili olur. Bu nedenle dil için kültürü oluşturan temel kaynaklardan birisidir demek en doğru yaklaşım olacaktır.
Kültür tarihten etkilenir. Bir milletin geçmişi o milletin en önemli değerlerindendir. Millet olma bilinci, geçmişinden alınan dersler ve geçmişinde yaşanılan olayların kazandırdıkları/kaybettirdiklri sayesinde bütünleşerek kuvvetlenir. Tarihte işlenilen hatalar tekrar işlenilmez ibret ve ders alınır. İnsanlar, böylece ileriye daha sağlam adımlar atarak, geleceği yönlendirme ve başarılı bir şekilde ilerleme imkânı bulabilir.
Kültür; çevreden beslenir. Bir bedevi Arap için deve ne kadar önemliyse bir Eskimo için de kar ve buz o kadar önemlidir. Hatta bunlar için kullandıkları kelimelerin sayısı da o denli farklı olur. Soğuk iklimin insanı ona göre giyinir. Tabiatı da iklim şartları gibi sert ve haşin olur. Sıcak iklimin insanı da ona göre biraz daha esnek giyinir ve davranışları da diğer tabiata göre daha rahattır. Etrafına daha sempatik ve daha neşeli bir görüntü çizer. Yaşanılan coğrafyadaki yer şekilleri bile, insanın yaşama biçimini kolaylıkla değiştirir. Ormanda yaşayan bir  insan için; ağaç ve vahşi hayvanlar, kayalıklarda yaşayan bir insan için; taş ve kaya,  çöl insanı için; kum ve su, denizdeki bir balıkçı için su,  yaşamlarında diğer insanlara nazaran çok daha büyük öneme sahiptir. Çevre ne kadar farklı ise yaşam biçimi de o denli çeşitli olur.
Burada kısmen anlatabildiğimiz gibi kültür; pek çok şeyden etkilenir ve pek çok şeyi de etkileyerek insanlığın her zaman gelişmesini, bir sonraki kuşakların maddi ve manevi değerleri öğrenebilmesi için bir vasıta gibi hareket eder. Kültürel değerler; o kadar narindir ki en küçük bir hareketten etkilenme gösterebilir. Kısa sürede geniş çevrelere yayılma şansını bulabilirler. Örneğin bir şarkıcının giyimi, konuşması, yaşama biçimi bir anda bütün bir millete örnek olabilir.
Kültürün ne olduğunu meramımıza göre aktardıktan sonra şimdi de kısaca kültürel yozlaşmaya değinerek bahsi kapatalım. Kültürel değerlerin zamanla örf, din, dil, tarih gibi beslendiği bütün köklerden uzaklaşıp farklı bir hale bürünmesine , başka kültürlerin tahakkümü altına girmesine "yozlaşma" denilebilir. Buradaki kültürel yozlaşma kişilerin kendi davranışlarının değişiminden, çevredeki dış etkilerden veya her ikisinin zamanla birbirini etkileyerek değişmesinden meydana gelir. Örneğin günümüzde insanımız; televizyon, radyo, gazete, dergi, internet ve telefon araçlarıyla bambaşka bir yönde kendini değiştirdi ve bir önceki kuşak ile arasında çok büyük farklılıklar ortaya çıkardı. İzlediği bir yabancı film kahramanı, çocuklarda ve gençlerde örnek alınacak bir şahsiyet; defterlere, kitaplara, çantalara çıkartma olarak yapıştırılacak kadar beğeni toplayan bir durum haline geldi. Bir şarkıcının gelenek ve göreneklerle bağdaşmayan giyim tarzı, bir sporcunun örf ve geleneklere uygun olmayan yaşam hali binlerce genç tarafından örnek alınarak taklit edildi. Yine toplumun gözü önünde olan bir şahsiyetin, biçimsiz konuşma yapısı milyonları kendisine bağladı ve insanlar tarafından taklit edilerek, kültürün en önemli yapısı olan dilin gelişimine büyük zararlar verdi. Toplumun büyük bir bölümü tarafından şarkıları dinlenen kişilerin, örf ve ananelere tamamen ters aile yapısı ile toplum ahlaken bozuldu. Gazete ve dergilerde,  dinen ve örfen yasak olan ahlaksızlık toplumun bütün bireylerine ulaşarak davranışlarımızda alışma ve duyarsızlık oluştu. Televizyon filmlerindeki sahnelerde, toplumun genel ahlak yapısı çürütülerek, insanımız böyle yaşantılara özendirildi. Ailesine, hanımına karşı sadakatsizlik ve ihanet etmek; bir zamanlar bir ömür beraber yaşamaya söz vererek evlendiği zevcesini başka kadınlarla aldatmak topluma aksettirilmeye başlandı. Televizyon ve internet o kadar zararlı oldu ki çocuklarımız, kültürel değerlerinden tamamen uzaklaştı. Dedesini anlamayan bir torun ve torunun yaptığını işlemeye meraklı bir dede var oldu. Şarkılarımız, türkülerimiz, ağıtlarımız yok oldu, çok büyük değişikliklere uğradı. Kendi müziğimizin kimse tarafından tercih edilmemesini bırakın bir kenara, müzik kültürümüzden utanır hale geldik. Yabancılar gibi kendi sevgimizi, coşkumuzu, üzüntümüzü ifade etme yolları bulduk. Evlerimizden, iş yerlerimizden dilimize yabancı şarkılar yükseldi. 
İçki ve uyuşturucu gibi bağımlılık maddeleri bazen bir zenginlik belirtisi, bazen bir huzur bulma aracı, bazen mevki ve statü belirtisi halini aldı. Nargile ve sigara kullanmak gibi zararlı alışkanlıklar basite indirgenerek, gençlik yıllarında topluma bir nevi kendini kabul ettirmek ve saygınlık aracı sayıldı. Disko ve barlar ile uyuşturulmuş, kendisini alkol, uyuşturucu ve şehvetin esiri haline getirmiş huzurunu bağımlılıkta arayan bir nesil türedi. Öğretmenlere, hocalara saygı ve sevgi kalmadığı gibi ilme ihtimam göstermek azaldı, teknoloji sayesinde kolay ulaşmakla beraber bilgimiz değersizleşti. Giyinme şeklimizde büyük değişiklikler oldu. Kadınlarımız erkeklere, erkeklerimiz kadınlara benzemeye başladı. Giyimde moda ve marka takibimiz artarak başkalarının gözünden kıyafet seçmeye başladık ve bu şekilde kendi paramızla hür irademizi esirleştirip moda altında başka beyinlerin emrine vererek kendimizi mutlu ettik.
İşyeri tabelalarımız, reklâm panolarımız; sanki kendi dilimizin kelime yetersizliği varmış gibi, yabancı kelimelerle yazılıp çizildi. İnsanımız; öyle bir hale geldi ki bütün bu değişiklikler, gündelik yaşamın normal değerleri gibi kabul edilmeye başlandı. Hepsi alışılagelmiş birer güncel olaymış gibi algılanıp zamanın getirdikleri olarak yorumlandı. Kültürümüzle tamamen alakasız kişilerin ifsat çalışmaları, toplum dinamiklerimize tamamen ters davranış ve olayların, bizi bu kadar etkileyip olumsuz yönde yozlaştırması ne kadar da acınacak bir haldi. Bizler bu kadar uyutulmuş bu kadar kendi geçmişini unutmuş değerlerimize ters dönmüş bir millet miydik? Yoksa birileri bizi kendi öz benliğimizden kopartmak için var gücüyle çalışıyor ve bunun neticesini almak için mi çabalıyordu? Soruların cevabı bizde, içimizden gelen vicdanı seste saklı. Kendimiz bu sorulara kendi penceremizden cevaplar verelim. Gaflete dalmış olarak globalleşen dünya için yaşamaya devam etmek yerine, kültürüyle öne çıkan bir millet olarak artık uyanalım… Kendi kültürümüzü, kendi ellerimizle yozlaştırıp “biz artık biz olmaktan çıkıyoruz”. Her şey çok geç olmadan daha fazla yozlaşmadan aslımıza dönelim ve davranışlarımızı yozlaştıran bütün asalaklardan silkelenip kendimize dönelim. Yeniden ve her zaman “Biz, hep 'Biz' olalım.”
31/08/ 2008
Kadir PANCAR

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal Atatürk

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!