Medeniyet ve Umran

"Medeniyet mi umran mı tercihine bizi zorlayan iki şahsiyet var: İbn-i Haldun ve âmâ üstad Cemil Meriç. Meriç, medeniyet mevzuunda ibn-i Haldun’un umran kavramını savunur: “İslâm bu keşmekeşten asırlarca önce kurtulmuş. Medeniyet ve kültür tek kelimeyle ifade edilmiş: Umran.” “Haldun’un, umranı bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar” olarak târif ettiğini, umrana yüklediği mânanın medeniyet kavramından daha şümullü ve Avrupa'nın hiçbir zaman hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyler. Ona göre umran kelimesinde derinlik ve kuşatıcılık vardır. “Yalnızca bilgiyi değil irfânı ve bilgeliği de anlatır; şehri ve bâdiyeyi de (kır, çöl) içine alır. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikisiz bir hilkat garibesi. Umran'ı içtimaî hayatla karşılayabiliriz. Haldun için temeddün’le (medenileşme) umran farklıdır. Temeddün: Şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem hadarîliği kucaklar.” Medeniyet kavramı yerine umranı tercih etmemelerinden dolayı Tanzimatçıları tenkid eder. Ahmet Cevdet Paşa'nın medeniyet târifini daha gerçekçi bulur, fakat tek kusuru umran gibi kucaklayıcı bir kelimeyi, medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir lafza feda etmesidir. Hemen belirtelim ki, Tanzimat’la başlayarak Birinci Dünya Savaşı yılları ve Cumhuriyet döneminde medeniyet kelimesine civilization, Batılılaşma, modernleşme gibi olumsuz mâna yükletildiği için medeniyet kavramı millet nezdinde Frenkleşme şeklinde anlaşılmıştır. Meriç’in, medeniyet kelimesi için kullandığı “müphem, mâzisiz…” ifadelerinin altında bu sebepler vardır. İslâmî mânasıyla “Medine” den neşet eden medeniyet tasavvurunu kastetmemektedir. 
“MEDENİYETİN, BATI’NIN EMELLERİNİ GÜZEL GÖSTERMEYE YARAYAN ÖRTÜ GİBİ GÖRÜLMESİ” Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar aydınlar tarafından parlak bir müdafaaya rağmen medeniyet kelimesinin halk tarafından sevilmediğini ve şüpheyle bakıldığını, medeniyet kelimesinin Batı’nın gizli emellerini güzel göstermeye yarayan bir örtü gibi görüldüğünü, Avrupa'dan gelen her mefhum gibi “Garaz-ı nefsani” ve “Tek dişi kalmış canavar” olarak anlaşıldığını, halk şuurunda düşman bir Avrupa, sefahat ve fuhşiyattan şeklinde çağrışım yaptığını ifade eder. Bununla kalmaz; “Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest müstağribler için medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür (başka bir şeye benzeme)” sözleriyle Batıcı aydınları zavallı taklitçiler olarak görür. Meriç’e göre, biz büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Utanılacak mâzisi olmayan, insanlığa büyük hizmetleri olmuş, çağlar kapatıp çağlar açmış bir medeniyetin çocuklarıyız. Fakat medeniyetimiz İslâmî duruşumuzdaki fetretten dolayı hâkimiyetini kaybetmiş ve Batı medeniyetinin tesiri altına girmiştir. Bu tesir kimilerini kendi medeniyetinden utanan ve reddeden bir mağlubiyet kimliğine sokmuştur. Suçu aydınlara yükler ve İslâm medeniyetinden yana olduğunu beyan eder: “Ama ne biz medeniyetimizi inkâr ettik, ne de Batılılar bizi asırlardır bildiklerinden farklı bildiler. Batıcılarımız, yâni müstağriblerimiz ne kadar medeniyet hüviyetimizi inkâr etse de Batılıların gözünde biz düşman bir medeniyetiz. Oysa bu medeniyet, tek başına ortaçağ karanlığını aydınlattı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılâbı, yâni medeniyeti kadar uzun bir hamle yapmadı. Bu medeniyet bir asırda okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, târihleri birbirleriyle hamur yaptı.” 
“İSLÂM KUVVETTEN DOĞMUŞ BİR MEDENİYET DEĞİL, MEDENİYETTEN DOĞMUŞ BİR KUVVETTİR” Ona göre, İslâm kuvvetten doğmuş bir medeniyet değil, medeniyetten doğmuş bir kuvvettir. O muhteşem medeniyetin gücü kaba kuvvet değildi. İrfandı, teşkilâttı, nizamdı. İslâm medeniyetinde ruh ile dimağ, fazilet ile terakki, mânevî kudretle maddî umran yan yan yanadır. İslâm’ın Semerkand’da, Buhara’da, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, İstanbul’da, Kahire’de, hele Endülüs’te, Kurtuba’da meydana getirdiği medeniyetler ortaçağ karanlığı içindeki insanlığın ümidiydi. Bütün medeniyetler İslâm medeniyetine borçludur. Fatih’in Semaniye, Kanunî’nin Süleymaniye medreseleri medeniyetin şahitleriydi. Süleymaniye’nin kubbesi, Mohaç’tan daha muazzam bir zaferdi. Loncaları, kervansarayları, şifahâneleri ve sebilleriyle milleti yaşatan vakıf müessesesi başlı başına bir medeniyet harikasıydı ona göre. Medeniyet meselesinde safını belirlediği içindir ki İslâm medeniyetinin ulaştığı her yerde zulmü ortadan kaldırıp beldeleri, memleketleri umran ve adâletle şenlendirdiğini, Batı’nın seküler ve sömürgeci medeniyetinin Tanrı’yı öldürdükten sonra insanı da öldürdüğünü söyler. Vecdle tasvir ettiği medeniyet bağlılığını “Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum” sözleriyle tescil eder. 

| | | | Devamı... 0 yorum

Milli Kültür Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal ATATÜRK
Genel kabul görmüş bir tarife göre kültür, bir toplumun yaşam biçimidir. Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içine girmektedir. Diğer bir görüşe göre kültür; teknik, iktisadi, içtimai, siyasi ve fikri formasyonu ihtiva eden kendini bilme hareketidir. ...Kişilik, edindiği kültür kadar gerçeklik ve güce sahip olmaktadır; o kendi kendine varolmaya ulaşıncaya kadar "kültür edinmektedir" ve ancak böylece kendi kendine varolmakta ve o zaman gerçek bir varlığa kavuşmaktadır.(1) UNESCOda ittifakla kabul edilen tarife göre (ise) kültür, bir insan topluluğunun kendi tarihi hususunda sahip olduğu bilinç demektir. Bu insan topluluğu, bu tarihi gelişme bilincine dayanarak varlığını devam ettirme azmini gösterir ve gelişmesini sağlar.(2)
Millî Kültür konusunda ise değişik görüşler olmakla birlikte, ülkemizde başlıca üç görüş vardır. Bunlardan gelenekçi görüş, millî kültür değerlerinde bir ayrım yapmaz. Tarihi olanla, millî olan birbirine karışmıştır. Değişmez ve değişmemesi gereken değerlerle, üretim biçimi, yerleşim dokusu sonucu oluşan değerlerin tamamı kıskançlıkla korunmak istenilir...İkinci görüş, "evrensel kültür" adını verdikleri Batı kültürünün, ülkemizde uygulanmasını (isteyenlerin ileri sürdüğü görüşün) adıdır. Üçüncü ve doğru olan görüş; Millî kültürü, temellerini oluşturan değişmez değerleri koruyarak, gelişen teknolojiye uygun, sanayi ve sanayi ötesi toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirmek ve çağdaşlaştırmaktır.(3) Bu üçüncü görüşü en güzel biçimiyle Yunus Emre ve Hz. Mevlana formüle etmişlerdir. Yunus bir şiirinde şöyle seslenir "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası."Mevlana Celaleddin Rûmi ise Mesnevide şöyle söylüyor; "Geçen gün geçti cancağızım, gelen yeni bir gündür, yeni şeyler söylemenin çağıdır..." ve Mevlana aynı konudaki hikmetli sözlerine devam ederek şöyle der;
"Bir ayağımız sımsıkı millî ruh kökümüzde, Bir ayağımızla dolaşalım evrenleri..." (Mevlana)

Deyimlerimiz ve Gerçek Anlamları

Sözcüklerdeki ‘anlam kaymasını’ ne denli göz önünde tutarsanız tutun, sözcükleri okudukça bazılarının bizimle adeta dalga geçtikleri anlaşıldığı bazı deyimlerin de tarafımızdan çok yanlış kullanıldığı gözlenmektedir. İşte çok sık kullanılan deyimlerimizin esas anlamlarından bir kaçını sizinle paylaşalım.
Sözcüklerden Bazılarının Anlamları:
"‘lan’ Arapça, ‘uğlan’ kökenli olup, zamanla ‘ülan, ulan, ülen’ şekline dönüşen biçimiyle ‘Kerimoğlu’ türkümüzde  “... Haydülende haydülen….” dizeleriyle bağdaş kurup oturmuş. Sözcüğün temelindebizim ‘erkekliğimiz’ vurgulandığına göre, bizi çileden çıkarması niye?“Zibidi’; Farsça, ’zibidan’  kökenli, ‘süslü, bakımlı, yakışıklı’, (‘herif” sözcüğü de benzer anlamlı, Anadolu kadının erkeğine ‘beyim,kocam’ demektense Sıpa;  Abazacada ‘spau’  şeklinde geçiyor, ‘çocuk, yavru, sevimli’ , ayrıca Arapça,  ‘sabi, yani günahsız’ anlamında kullanılırken, ‘siyasetçi’  ile ‘seyis’ sözcüğünün aynı kökenli oluşu şaşırtıcı olmalı. ‘benim herif’ demesi boşuna değilmiş) ““Parlemento; Fr. ‘parlere’ kökenli  ‘konuşma yeri’, İtalyancada ‘yalan söylenilen yer’ anlamında kullanılıyor olması , “oruspu; Farsça  ‘ruspi’  kökeninden gelmesi ve ‘Toplum içinde alnı açık gezen insan’  anlamında,"kaltak", ‘atın eyeri, kıç kısmımızı teslim ettiğimiz yer’ anlamında, W.C kısaltmasının açılımı ‘water closed’ olduğu sanılsa da, Efes kazıları bunu yalanlamaktadır. ‘Vespesius Claudius’  (ilk harflerinin kısaltılmasıyla V.C) döneminde kapalı bölmeler, yani umumi helâ  yapıldığı ve ‘VC’ olarak anıldığı ortaya çıktı. Latin kökenli dillerin tapulu malı sanılan ‘water’ sözcüğünün kökeni bal gibi Anadolu olduğu, Hititler döneminde ‘ su, dere yatağı, kaynak’ anlamında kullanıldığı  Latin dil uzmanları bile tartışmıyor.
Kız çocuklarımıza verdiğimiz isimleri arasında  ‘Jülide’nin ‘perişan görünümlü, dağınık’ ,  ‘Nalan’ nın  ‘ için için ağlayan, gözyaşı döken’ , ‘Nahide’ Farsça’da ‘Turunç memeli kız’ ’Suna’ nın  erkek ördek ‘ anlamına gelmektedir.

| Devamı... 0 yorum

Değerlerimiz ve Kültürel Yozlaşma

Kültürü kısaca tanımlamak gerekirse, bir milleti oluşturan maddi ve manevi değerlerinin tümü olarak ifade edebiliriz. Roger Garaudy; "Kültür; bir sanat veya edebiyat eserleri müzesi değildir. Tabiatın başka insanların ve bizzat insanın sormuş oldukları sorulara bir insan topluluğunun verdiği cevapların tümüdür." diyerek kültüre güzel bir tanım getirir. Bir milleti oluşturan en önemli unsurdur. Bir milletin olmazsa olmaz şartı var olma mücadelesindeki en önemli dayanağı, geçmişi ile geleceği arasında bir köprü ve bağ oluşturmada en büyük temeli kültürdür. Bir milletin dini, dili, ortak tarihi, geçmişinde yaşadığı acıları, sevinçleri, kazanılan veya kaybedilen savaşları, düğün ve cenaze merasimleri, ağıtları, şiirleri, oyunları, destanları, türküleri, vecizeleri, gelenek ve görenekleri, ibretlik hikâyeleri, masalları, mizah anlayışları, eğlenceleri, festivalleri, kermesleri, panayırları, yaşama biçimleri ve buna benzer pek çok şey kültürün beslendiği kaynaklardır.
Kültürün belki de en önemli kaynağı dindir. Çünkü bir milleti bir arada tutan en önemli unsur din birliğidir. Aynı dine inanmış kişiler arasında etkileşim daha yoğun olarak hissedileceği için kültür en çok dini değerlerden etkilenir. Hatta aynı dili konuşmayan insanlar, eğer aynı dini inançları taşıyorlarsa onlar arasında da bir kardeşlik, bir birlik havası mevcut olur. Fakat bunun tersi her zaman doğru olmak zorunda değildir. Aynı dili kullanan insanlar yeri geldiği zaman dini inançlarının farklılığı yüzünden birbirleri ile şiddet olaylarına girişmişlerdir. Örnek olarak; Martin Luther hareketi ile ortaya çıkan dini inanç farklılığı ile birlikte meydana gelen şiddet olaylarında, Avrupa’da aynı dili kullanan binlerce insan, sırf inançlarının farklı olduğu gerekçesi ile ölüme sürüklenmiştir. Buna benzer örnekleri tarihin sayfalarında bulmamız zor olmayacaktır. Dolayısıyla bir milletin en önemli kültür bağı, dindir dediğimiz zaman bunu doğrulayacak pek çok delili kolaylıkla elde edebiliriz.
Kültür; dinden beslenir. Bir millet inançları gereği; yemesini, içmesini, giyinmesini, yaşama biçimini, ahlaki düşüncesini düzenler. Örneğin Müslüman toplumlarında dini bayramlar ayrı bir coşkuya neden olur. Gencinden yaşlısına herkes bayramı doyasıya yaşamak için ellerinden gelenleri yaparlar. Bir ay oruç tutarak mükâfatını bayram ile alan kul Allah'a sonsuz şükreder. Kurban olarak kendisinin sunulması gerekirken, Allah'ın eşsiz merhameti ile milyonlarca  hayvan kurban olarak Allah'a yükselir. İslam’ın zekât ve sadaka ibadeti ile Müslümanlar, aralarında yardımlaşmanın coşkusuna varırlar. Yine İslam’ın haram kıldığı zina ile toplumun aile yapısı korunur. Hırsızlığın büyük günahlardan sayılması ile mal güvenliği teminat altına alınır. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır" sözüyle toplumda fenalıklar ve azgınlıklar önlenmiş olur. Kısacası pek çok kuralımız dini inançlar sayesinde düzenli bir yapıya bürünür. Huzur ve mutluluk bu sayede çevreye yayılır.
Kültür; dilden beslenir. Etkileşim aracı olan dil, kişilerin yaşam biçimlerini değişikliğe uğratır. Konuşulan dil aynı olduğu müddetçe insanlar birbirine daha fazla yakınlık duyarlar, daha fazla anlayış ve yardımlaşma gösterirler. Farklı dil insanlar arasında anlaşmazlıklara bazı zamanlarda kopukluklara büyük anlaşmazlıklara yol açabilir. Aynı dili kullanan insanların paylaşacakları değerler kimi zaman daha çok olur. Bir olay karşısında hep birden aynı tepkiyi vermeleri daha kolay olur. Anlatılan her türlü bilgiyi, düşünceyi, olayı, kişiler kendi dilinde duymanın ve bunu kolaylıkla anlayabilmenin zevkini yaşarlar.  Dil sayesinde pek çok kavram kültürün içinde kendine yer bulur. Bir bedevi Arap için konuşma dilinde; yaşama kültüründe çok önemli yere sahip olan develer için pek çok kelime  vazığ edilmiştir. Kültür, dilin gelişmesine bu şekilde katkı sunmakla beraber dil ile kültürümüz de zenginleşmiştir. Burada çift yönlü Bir etkileşim söz konusudur. Bir milletin birlikteliğinde oluşturduğu kültürünün devamı ve korunmasında, dilden konuşanlardan ziyade gönülden konuşanlar daha elbette daha etkili olur. Bu nedenle dil için kültürü oluşturan temel kaynaklardan birisidir demek en doğru yaklaşım olacaktır.
Kültür tarihten etkilenir. Bir milletin geçmişi o milletin en önemli değerlerindendir. Millet olma bilinci, geçmişinden alınan dersler ve geçmişinde yaşanılan olayların kazandırdıkları/kaybettirdiklri sayesinde bütünleşerek kuvvetlenir. Tarihte işlenilen hatalar tekrar işlenilmez ibret ve ders alınır. İnsanlar, böylece ileriye daha sağlam adımlar atarak, geleceği yönlendirme ve başarılı bir şekilde ilerleme imkânı bulabilir.
Kültür; çevreden beslenir. Bir bedevi Arap için deve ne kadar önemliyse bir Eskimo için de kar ve buz o kadar önemlidir. Hatta bunlar için kullandıkları kelimelerin sayısı da o denli farklı olur. Soğuk iklimin insanı ona göre giyinir. Tabiatı da iklim şartları gibi sert ve haşin olur. Sıcak iklimin insanı da ona göre biraz daha esnek giyinir ve davranışları da diğer tabiata göre daha rahattır. Etrafına daha sempatik ve daha neşeli bir görüntü çizer. Yaşanılan coğrafyadaki yer şekilleri bile, insanın yaşama biçimini kolaylıkla değiştirir. Ormanda yaşayan bir  insan için; ağaç ve vahşi hayvanlar, kayalıklarda yaşayan bir insan için; taş ve kaya,  çöl insanı için; kum ve su, denizdeki bir balıkçı için su,  yaşamlarında diğer insanlara nazaran çok daha büyük öneme sahiptir. Çevre ne kadar farklı ise yaşam biçimi de o denli çeşitli olur.
Burada kısmen anlatabildiğimiz gibi kültür; pek çok şeyden etkilenir ve pek çok şeyi de etkileyerek insanlığın her zaman gelişmesini, bir sonraki kuşakların maddi ve manevi değerleri öğrenebilmesi için bir vasıta gibi hareket eder. Kültürel değerler; o kadar narindir ki en küçük bir hareketten etkilenme gösterebilir. Kısa sürede geniş çevrelere yayılma şansını bulabilirler. Örneğin bir şarkıcının giyimi, konuşması, yaşama biçimi bir anda bütün bir millete örnek olabilir.
Kültürün ne olduğunu meramımıza göre aktardıktan sonra şimdi de kısaca kültürel yozlaşmaya değinerek bahsi kapatalım. Kültürel değerlerin zamanla örf, din, dil, tarih gibi beslendiği bütün köklerden uzaklaşıp farklı bir hale bürünmesine , başka kültürlerin tahakkümü altına girmesine "yozlaşma" denilebilir. Buradaki kültürel yozlaşma kişilerin kendi davranışlarının değişiminden, çevredeki dış etkilerden veya her ikisinin zamanla birbirini etkileyerek değişmesinden meydana gelir. Örneğin günümüzde insanımız; televizyon, radyo, gazete, dergi, internet ve telefon araçlarıyla bambaşka bir yönde kendini değiştirdi ve bir önceki kuşak ile arasında çok büyük farklılıklar ortaya çıkardı. İzlediği bir yabancı film kahramanı, çocuklarda ve gençlerde örnek alınacak bir şahsiyet; defterlere, kitaplara, çantalara çıkartma olarak yapıştırılacak kadar beğeni toplayan bir durum haline geldi. Bir şarkıcının gelenek ve göreneklerle bağdaşmayan giyim tarzı, bir sporcunun örf ve geleneklere uygun olmayan yaşam hali binlerce genç tarafından örnek alınarak taklit edildi. Yine toplumun gözü önünde olan bir şahsiyetin, biçimsiz konuşma yapısı milyonları kendisine bağladı ve insanlar tarafından taklit edilerek, kültürün en önemli yapısı olan dilin gelişimine büyük zararlar verdi. Toplumun büyük bir bölümü tarafından şarkıları dinlenen kişilerin, örf ve ananelere tamamen ters aile yapısı ile toplum ahlaken bozuldu. Gazete ve dergilerde,  dinen ve örfen yasak olan ahlaksızlık toplumun bütün bireylerine ulaşarak davranışlarımızda alışma ve duyarsızlık oluştu. Televizyon filmlerindeki sahnelerde, toplumun genel ahlak yapısı çürütülerek, insanımız böyle yaşantılara özendirildi. Ailesine, hanımına karşı sadakatsizlik ve ihanet etmek; bir zamanlar bir ömür beraber yaşamaya söz vererek evlendiği zevcesini başka kadınlarla aldatmak topluma aksettirilmeye başlandı. Televizyon ve internet o kadar zararlı oldu ki çocuklarımız, kültürel değerlerinden tamamen uzaklaştı. Dedesini anlamayan bir torun ve torunun yaptığını işlemeye meraklı bir dede var oldu. Şarkılarımız, türkülerimiz, ağıtlarımız yok oldu, çok büyük değişikliklere uğradı. Kendi müziğimizin kimse tarafından tercih edilmemesini bırakın bir kenara, müzik kültürümüzden utanır hale geldik. Yabancılar gibi kendi sevgimizi, coşkumuzu, üzüntümüzü ifade etme yolları bulduk. Evlerimizden, iş yerlerimizden dilimize yabancı şarkılar yükseldi. 
İçki ve uyuşturucu gibi bağımlılık maddeleri bazen bir zenginlik belirtisi, bazen bir huzur bulma aracı, bazen mevki ve statü belirtisi halini aldı. Nargile ve sigara kullanmak gibi zararlı alışkanlıklar basite indirgenerek, gençlik yıllarında topluma bir nevi kendini kabul ettirmek ve saygınlık aracı sayıldı. Disko ve barlar ile uyuşturulmuş, kendisini alkol, uyuşturucu ve şehvetin esiri haline getirmiş huzurunu bağımlılıkta arayan bir nesil türedi. Öğretmenlere, hocalara saygı ve sevgi kalmadığı gibi ilme ihtimam göstermek azaldı, teknoloji sayesinde kolay ulaşmakla beraber bilgimiz değersizleşti. Giyinme şeklimizde büyük değişiklikler oldu. Kadınlarımız erkeklere, erkeklerimiz kadınlara benzemeye başladı. Giyimde moda ve marka takibimiz artarak başkalarının gözünden kıyafet seçmeye başladık ve bu şekilde kendi paramızla hür irademizi esirleştirip moda altında başka beyinlerin emrine vererek kendimizi mutlu ettik.
İşyeri tabelalarımız, reklâm panolarımız; sanki kendi dilimizin kelime yetersizliği varmış gibi, yabancı kelimelerle yazılıp çizildi. İnsanımız; öyle bir hale geldi ki bütün bu değişiklikler, gündelik yaşamın normal değerleri gibi kabul edilmeye başlandı. Hepsi alışılagelmiş birer güncel olaymış gibi algılanıp zamanın getirdikleri olarak yorumlandı. Kültürümüzle tamamen alakasız kişilerin ifsat çalışmaları, toplum dinamiklerimize tamamen ters davranış ve olayların, bizi bu kadar etkileyip olumsuz yönde yozlaştırması ne kadar da acınacak bir haldi. Bizler bu kadar uyutulmuş bu kadar kendi geçmişini unutmuş değerlerimize ters dönmüş bir millet miydik? Yoksa birileri bizi kendi öz benliğimizden kopartmak için var gücüyle çalışıyor ve bunun neticesini almak için mi çabalıyordu? Soruların cevabı bizde, içimizden gelen vicdanı seste saklı. Kendimiz bu sorulara kendi penceremizden cevaplar verelim. Gaflete dalmış olarak globalleşen dünya için yaşamaya devam etmek yerine, kültürüyle öne çıkan bir millet olarak artık uyanalım… Kendi kültürümüzü, kendi ellerimizle yozlaştırıp “biz artık biz olmaktan çıkıyoruz”. Her şey çok geç olmadan daha fazla yozlaşmadan aslımıza dönelim ve davranışlarımızı yozlaştıran bütün asalaklardan silkelenip kendimize dönelim. Yeniden ve her zaman “Biz, hep 'Biz' olalım.”
31/08/ 2008
Kadir PANCAR

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal Atatürk

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!