![]() |
Net Fikir » tefsir
Zamanın izafiyetine matematiksel bakış
Zamanın ne kadar hızlı geçtiğinden şikayet ediyoruz. Acaba zaman gerçekten hızlı mı akıyor? Herkes için zaman kavramı aynı mı? Zamanın izafiyeti ve göreceliği ne demek? Zaman gittikçe kısalıyor mu? Bu soruların cevabına dair fikirlerimiz bilim ve din çevrelerinde değişkenlik gösteriyor. Zaman; insanın doğduğu ilk günden beri yakalayamadığı, sürekli peşinde koşarak aldandığı, nice vakitleri boş yere harcayıp tükettiği bir kavramdır. Zaman, ölçmeye çalıştıkça parçalanan ve her çağda başka suretlere bürünen bir muammadır. Çocukken ağır aksak ilerleyen, yetişkinlikte hızlanan, ihtiyarlıkta göz açıp kapayıncaya dek geçen bu zaman algısı, aslında insanın hayatla kurduğu bağın ve tecrübe yoğunluğunun aynasıdır. Allah Rasülü ﷺ “Zaman yakınlaşmadıkça kıyâmet kopmaz! Bu yakınlaşma öyle
olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi,
gün saat gibi, saat de saman alevi gibi veya kibritin tutuşup hemen
sönmesi gibi (kısa) olur.” (Tirmizî, Zühd, 24/2332) sözü ile ahir zamanda zamanın değişeceğine ve bereketsiz hale geleceğine dikkat çekmiştir.
Zamanın değişken ve göreceli olduğu, gözlemcilerin hareketlerine bağlı olarak farklı hızlarda aktığı, günümüz dünyasında Albert Einstein'ın Görelilik Teorisine göre (Relativite Teorisi*¹) bilimsel olarak açıklanmıştır. Işık hızı, saniyede 300.000 km olduğundan hareketle sabit bir ışık hızında bir cisim (ışık hızına yakın) hareket ederse, bu cismin geçirdiği zaman, dışarıdan bakan herhangi bir gözlemciye göre daha yavaş akacağı teorik olarak belirtilmiştir. Bu olaya "zamanın genişlemesi" (time dilation*²) adı verilmiştir. Bu teoriye göre hareket halindeki bir nesne, zaman genişlemesi yaşar, yani bir nesne çok hızlı hareket ettiğinde zamanı durağan halinden daha yavaş yaşamış olur. Kütleye sahip herhangi nesnenin yakınında, “uzay-zaman bozulur. Bu da uzayın bükülmesine ve zamanın genişlemesine neden olur.
Meşhur bir paradoksa göre ("ikizler paradoksu*³") ışık hızına yakın hızda seyahat eden bir astronot, Dünya'ya döndüğünde Dünya'da göreceli olarak daha fazla zaman geçmiş olacağından yaşıtlarına göre daha genç kalacaktır. Roketin içindeki uzun bir seyahatin ardından dünyaya dönen astronot, ikiziyle yaş ve vücut olarak farklılık görür. Dünyadaki zamanın daha hızlı aktığı düşüncesinden hareketle, dünyada kalan ikizi roket içinde seyahat eden astronota göre daha hızlı yaşlanmıştır. Bu teori yerçekimini de işin içine katar. Bütün kütleli cisimler, örneğin gezegenler veya kara delikler zamanı büker. Zaman, güçlü yerçekimi alanlarında daha yavaş akarken, zayıf yerçekimi alanlarında daha hızlı akar.
Güçlü yerçekimi alanları, çok büyük kütleli cisimlerin uzay-zamanı şiddetli şekilde bükerek oluşturduğu, zamanın ve uzayın davranışını hissedilir biçimde değiştirdiği bölgelerdir. Kara delikler gibi ışığın bile kaçamadığı çok güçlü yerçekim alanlarında, zaman aşırı derecede yavaş akar. Teoride bir kara deliğe yaklaşan bir cisim için dışarıdaki gözlemciler, zamanı "donmuş" gibi görebilir. 1976 yılında NASA tarafından yapılan ve Einstein'ın genel görelilik teorisini test eden Gravity Probe*⁴ deneyiyle, Dünya'nın yerçekimi nedeniyle bir saatin yüksek irtifada yerçekimi etkisinin zayıflığı nedeniyle daha hızlı çalıştığı gösterilmiştir. Buna göre deniz seviyesinde yaşayan biri, yüksek dağın zirvesindeki birinden biyolojik olarak daha yavaş yaşlanır. Bu etkiyi araştırmak için yapılan bir deneyde, yer zemininde ve yüksek irtifaya fırlatılan bir roketin içinde birer eş zamanlı atom saati bırakılmış ve sonuçta iki saatin de çok az da olsa farklı zamanları gösterdiği tespit edilmiştir. Bu nedenle belli bir yükseklikte bulunan uydu ve GPS sistemleri, bu zaman sapması etkisini hesaba katmak zorunda olduklarından, çeşitli hatalara sebep olmamak için sürekli olarak saat düzeltmeleri yaparlar. Zaman, Allah'ın yaratmış olduğu kavramlardan bir tanesi olup değişmeyen, mutlak bir şey değildir. Gözlemcinin hızına, kütlesine ve bulunduğu yerçekimi alanına göre değişkenlik gösterir. Sonuç olarak yükseklere çıkıldıkça, yerçekimi zayıfladığından uzay-zaman daha az büküleceği için zaman daha hızlı akar. Güçlü yerçekiminin olduğu mekanlarda uzay-zamanı daha çok eğip bükeceğinden bu durum zamanın akışını da yavaşlatır.
Büyük Günah Meselesi (Mürtekib-i Kebire)
“Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Al-i İmrân Suresi, 3/134)
Burada Allah Teâlâ, güzel işler yapanları zikretmekte ve onları sevdiğini söylemektedir. “Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!” meâlindeki {Al-i İmrân Suresi, 3/133} âyetinde yer alan "müttakîler için hazırlanmıştır" ifadesiyle Allah, cennetin müttakîler için hazırlandığını haber vermiş, “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.” {Al-i İmrân Suresi-3/131} ayetiyle de cehennemin kâfirler için hazırlandığını beyan etmiştir.
Büyük günah işleyenlerin durumu hakkında mezhepler arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları şöyle demiştir: Müttakî olmayan büyük günah işlemiş kişiler (Mürtekib-i Kebire) için cennet değil, cehennem hazırlanmıştır. İşte bu büyük günah sahipleri cennete giremez görüşü, Hâricîler’in ve yoldan çıkmışların (buğât) görüşüdür. Başka bir grup {Mutezile} şöyle demiştir: Allah, cehennemin kâfirler için hazırlandığını haber vermiştir; öyle ise büyük günah işleyen kişi cehennemin kendileri için hazırlandığı kâfirlerden değildir, cennetin kendileri için hazırlandığı müminlerdendir. Bazıları ise şöyle bir fikir beyan etmiştir: Allah cehennemin kâfirler için, cennetin de müttakîler için hazırlandığını haber vermiştir. Müttakîleri, kendisine isyandan sakınanlar, emrine ve yasağına aykırı davranmayı terk edenler diye nitelemiştir. Günahı bulunan insanlar, azîz ve celîl olan Allah’ın mutlak olarak ifade buyurduğu müttakîler için hazırlanmıştır hükmünün kapsamına girmezler, fakat kâfirler için hazırlanmıştır hükmüne de dâhil olmazlar. Onlar için cehennemde ayrı bir yer vardır.
Büyük günah işlemiş iman sahibi kişiler (Mürtekib-i Kebire) hakkında; Ehl-i Sünnet olarak biz şöyle deriz: Günah işleyen müminlerin, ayette belirtilen "gökler ve yer kadar genişlikte olan cennetin" ve "müttakîler için hazırlanmıştır" meâlindeki ilâhî beyanların {Al-i İmrân Suresi, 3/133} kapsamına girmeleri ümit edilir. Bunun delili de şu meâldeki âyet-i kerîmedir: “Bir başka grup iyi işe bir de kötü iş karıştırmış olarak sonra günahlarını itiraf etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.” (Tevbe Suresi, 9/102) Cenâb-ı Hak burada onların iyi işe kötü işi karıştırdıklarını söylemektedir. Sonra da umulur ki "Allah onların tövbesini kabul eder" buyurarak Allah bu kişilerin tövbelerini kabul edeceğini vâdetmektedir. Buradaki “umulur ki” anlamına gelen (عسى) lafız, Allah hakkında kullanılınca gereklilik ifade eder. İkincisi, Allah Teâlâ’nın; “İşte cennetlikler arasında olan bu kimselerin, yaptıklarının güzelini kabul ederiz, kötülüklerini de görmezlikten geliriz. Bu kendilerine yapılagelen gerçek vâddir” {Ahkāf Suresi, 46/16} meâlindeki âyetinde, onların güzel işlerini kabul edeceğini, kötü işlerini de görmezden geleceğini haber vermektedir. Kötü işlerini görmezden gelince onların kötü amelleri de kalmamaktadır; dolayısıyla onlar da müttakîler için hazırlanmıştır meâlindeki ilâhî beyanının hükmüne dâhil olurlar. En doğrusunu bilen Allah’tır.
Kaynakça: İmam Maturidi, Tevilat'ül Kur'an, (Al-i İmrân Suresi-3/134)
Takvâya Ulaştıran Yollar
“Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan gökler ve yer kadar geniş cennete girmek için yarışın!” (Âl-i İmrân, 133. Ayet)
Takvâ sahipleri için hazırlanmış. İttikā, Allah’ın bütün emirlerine ve yasaklarına itaat etmek ve bütün bunlarda O’na muhalefet etmeyi terk etmek demektir. Kişiyi takvâya götüren yollar üç türlüdür. Birincisi, Allah’ın büyüklüğünü, celâlini ve yüceliğini hatırlamaktır; bu hatırlama insanı, O’nun emir ve yasaklarına muhalefet etmeyi engeller. Allah’ın azametini hatırlamak, kendisinin küçüklüğünü ve zilletini ortaya çıkarır ve bu da O’na muhalefet etmekten insanı alıkoyar. İkincisi, Allah’ın lütfunu ve ihsanını hatırlamaktır; bu da onun Allah’tan haya ederek yasakladığı şeyleri yapmasını engeller. Üçüncüsü de, emir ve yasaklarına muhalefet edildiği takdirde Allah’ın azabını ve intikamını hatırlamaktır; insan bu yolla da Allah’ın azabından ve intikamından sakınmaya çalışır.
Allah’ın Şefkat ve Merhameti
Allah ﷻ kullarına çok şefkatlidir. Cenâb-ı Hak, "Allah kullarına çok şefkatlidir." (Al-i İmran, 30) beyanıyla eğer âhiret şefkatini kastetmişse, o yalnızca müminlere mahsustur, şayet dünya şefkatini kastetmişse, bu şefkat herkes içindir. Allah kullarına karşı çok merhametli ve şefkatlidir. Allah’tan gelen şefkat ve merhametin iki yönü vardır. Birincisi işin başında görülür; şöyle ki O, mahlûkatı yaratmış, onlarda birbirinden ayrışan ve uzlaşan şeyleri ayırt edecek bir izan ve kabiliyet yaratmıştır. Sonra onların her birine işledikleri günahlar sebebiyle layık oldukları cezayı hemen vermemiş, aksine merhamet buyurmuş, tövbe etmesi ve Allah’a dönmesi için kendilerine fırsat tanımıştır. İşte bu durum, her kulu kapsayan bir merhameti ifade eder. İkincisi ceza konusundaki merhamettir ki bu da kulu bağışlamak ve yaptığı güzel işin sevabını ona vermektir. Bu tür merhamete, Allah’ın düşmanları erişemez, bu tür merhamete ancak O’nu bilen ve O’nun dostluğuna inananlar erişebilir.
Her ne kadar cehalet yüzünden veya af ve merhamet ümidiyle birtakım isyanlarla imtihan edilseler bile -zira insanların konumu budur- nefsine mağlup olarak hata işleseler de, onların kalplerinde Allah, her şeyden daha uludur ve O’na itaat iki dünya lezzetlerinin toplamından daha büyüktür. {“Cehalet yüzünden veya şehvetin yahut taassubun baskısı yüzünden birtakım isyanlarla imtihan edilseler bile onların kalplerinde Allah, her şeyden daha yücedir.” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, 109a)} İşte bu, bazı hallerde nefislerine mağlup olsalar da müminlere ve kendilerini kendi tercihleri olarak kulluğa adayanlara özel bir merhamettir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
(Tevilat'ül Kur'an, İmam Maturidi Al-i İmran, 30)
"O gün her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır olarak bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah, size kendisinden korkmanızı (çekinmenizi) emreder. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok esirger." (Al-i İmran Suresi, 30)
Mülkün sahibi Allah'tır
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmrân, 26)
"Buradaki mülkün sahibi meâlindeki ifade iki anlama gelebilir. Birincisi dünyada var olan her türlü mülkün gerçek sahibi O’dur. İkincisi şüphesiz ki mülk Allah'ındır: Dilediği kişilere kendi mülkünden verir, dilediği kişilerden de çekip alır. O, mülkün gerçek mâlikidir ve onda her türlü tasarrufa kadirdir. {“Mülkün sahibi ifadesi, dünya ve âhireteki her türlü mülkün sahibi anlamına gelir. Hiç şüphe yok ki dünyadaki her mükün gerçek sahibi de O’dur” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 107b).}
Mülk tabiri, bir yönetimi ve otoriteyi gösterir. Mâlik ise, mülkün gerçek sahibini ifade eder. Bir şeyin gerçek mülkiyeti kimde olursa o mülke sahip olmak ve tasarrufta bulunmak hakkı ile o şeyi yönetme gücünü elinde bulundurma hakkının da onda olması gerekir. Yönetme gücünü elinde bulunduran herkesin, aynı zamanda onu ele geçirmek hakkına da sahip olduğu iddia edilemez.
"De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım!" Bu ilâhî beyanda azîz ve celîl olan Allah, sanki mülkü arzulayan veya mülkten bir paya ulaşan kişilerin arzularını O’na yönlendirmeleri veya sahip oldukları mülkün gerçekte O’ndan geldiğini kabullenmeleri konusunda onları sınamaktadır. Tâ ki Allah’ın verdiği şerefe ulaşsınlar ve O’nun lütfu ve keremi devam etmiş olsun. Nitekim “Dünya mükâfatını isteyenler bilsinler ki Allah nezdinde hem dünya hem âhiret mükâfatı vardır”{en-Nisâ, 4/134} meâlindeki âyet de bunu ifade etmektedir. Yine bu sayede nefislerinizin rağbet edip sizi, hakkını eda etmekten alıkoyan şeye O’nun sahip olduğunu size göstersin. Binâenaleyh bütün gayretinizi O’na yöneltin ve elde etmek için bütün gayretinizi sarfettiğiniz nimetlere karşı Allah’a şükredin. Çünkü bunların sahibi olan başkası değil, sadece O’dur. Bütün bunlar “Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır”{en-Nahl, 16/53} meâlindeki âyette ifade edilmektedir. Beşer tabiatının özelliğinden ve insan aklının işaretinden anlaşılan husûs şudur ki nefislerin tercih ettiği ve tabiatların meylettikleri şeyler hakkında insanlara gereken, onları bunlara ulaştıran varlıktan istemektir. İnsanlara düşen vazife, umduklarını elde etmeleri için irade ve tercihlerini, kendilerini buna yaklaştıracak bütün çareleri o yönde kullanmalarıdır. Bunun bir örneği mülk meselesi ile dünya lezzetleridir. Bu husûs onların kalplerine yerleşmiştir; şayet tedbirle, iyi bir siyasetle ve beşer tabiatının istediği yollarla buna ulaşabilseler dahi yine de bu husûs onların bu nimetlere başkalarından daha layık olduklarını göstermez. Bilâkis ondan mahrum edilen kişiler arasında ona nail olanlardan daha elverişli ve uyan biri olarak değil uyulan biri olarak ona hak kazanmaya daha lâyık olanlar vardır. Bu da bütün gayretini onu elde etmeye harcayan ile gayretleri ve meşgaleleri az olanlara değil, herhangi birine onu vermeye veya ona sahip kılmaya yetkili olanın Cenâb-ı Hak olduğu bilinsin diyedir. Beşerin işlerine ait bütün tasarrufların Allah’a ait olmasında, âlemin mülkiyetine sahip olmak ve onu idare etmekte tek olduğuna dair basiret sahibi olanlar ve kullarını sınayan için büyük bir delil ve güzel bir alâmet vardır.
Özetle belirtmek gerekirse dünya imtihan ve sınama yurdudur. Orada kendisine varlık verilen kişi, buna hak sahibi olduğu için verilmemekte, verilmeyen kişi de cezalandırılmak için yapılmamaktadır.
“Bilâkis verilen nimetler, şükredip sevap kazanmakla şükretmeyip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir. Her ne kadar kendisine nimet verilmeyen kişi, ne yaptım da verilmedi diyebilirse de, bilmek gerekir ki nimetler de, başa gelen belâlar da, sabredip sevap kazanmakla isyan edip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 108a) Dolayısıyla vermediği kişi, ben ne yaptım da bana verilmedi, diyemez; çünkü nimetler yapılana karşılık olsun diye değil, imtihan için verilmektedir, aksine bunlar insanı imtihana tâbi tutmak içindir. İmtihan çoğu kere beşerî arzulara aykırı olmak ve hoşa gitmeyen şeylere katlanmak şeklinde olur. Bazan da insanlara, kendilerine büyük görünen şeyleri vermek veya güç-kudret sahibi olmak şeklinde vuku bulur. Bütün bunlar, insanın tercih ettiği ve terk ettiği şeylerde Allah rızası için mi davrandığı belli olsun diye; taşıdığı arzunun her şeyin mülkiyeti gerçekten uhdesinde bulunan yüce zâta duyulan kulluk arzusunun eseri mi, yoksa hiç tahkik etmeden hileler ve aldatmalar peşinde koşan kişiye duyulan eğilimin eseri mi olduğu ortaya çıksın diye sınamak amacını taşımaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir." (Tevilat'ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân, 26)
Amellerin Boşa Gitmesi
İrtidâd (dinden dönme) Arapça'da «Redd» kökünden gelen bir ارتداد kelime olup lûgattaki anlamı, "dönmek" demektir. İslâm Literatürüne: "dinden dönmek", yani İslâm'dan bilinçli bir şekilde dinden çıkmak anlamına gelen bir terimdir. İrtidat, İslam hukukunda, bir Müslümanın kendi isteğiyle İslam dininden çıkması anlamına gelir. Kuşkusuz bu terimin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm'deki Bakara Suresi 217. ayetidir. İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek, ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen; ya da buna ilişkin herhangi bir delil veya bir tavır gösteren erkeğe "mürted", kadına da "mürtedde" denir. Klasik İslam hukukunda irtidat, ciddi bir mesele kabul edilir ve bazı hukukçular tarafından dünyevi cezai yaptırımlar da öngörülmüştür. Ancak bu cezaların uygulanması, birçok şart ve usule bağlanmıştır.
İslam hukukuna göre bir kişi şu şekillerde irtidat etmiş, dinden dönmüş sayılabilir:
İnançla ilgili bir meseleyi reddeden kişi mürted olur: Allah’ın, peygamberlerin, Kur’an’ın ya da İslam’ın temel inanç esaslarından birini açıkça inkâr etmek. Kur’an'ın Allah kelamı olduğunu reddetmek, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını kabul etmemek kişiyi mürted kılar. Putlara tapmak, başka bir yaratıcıya ibadet ettiğini söylemek irtidat olur.
Dini emirleri alaya almak veya reddetmek: Namaz, oruç gibi kati farz olan ibadetleri küçümsemek, haram fiilleri helal saymak, dini terimlerle alay etmek veya bilinçli olarak reddetmek. Resim, karikatür, müzik, fıkra, sinema.. vs gibi vasıtalarla İslami değerleri aşağılamak irtidat olur.
Başka bir dine geçmek: Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm gibi başka bir dine geçtiğini açıklamak ya da o dine ait ritüellere katılmak, başka dinlerin kutsallarına hürmet edip saygı ve tazimde bulunmak, kilisede vaftiz olmak, dini ayin törenlerine katılmak irtidat olur.
Açıkça dinden çıktığını söylemek: Kendi diliyle dinden çıktığını söylemesi, dinin emir ve yasaklarını kabul etmediğini söylemesi, "Müslüman değilim" gibi ifadeler kullanması kişiyi mürted kılar.
İnsanın musibetlerle imtihanı
“Şunu bilin ki biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz zayiat verdirmek suretiyle sizi imtihana tâbi tutacağız. Resûlüm! Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele.”
“Onlar ki başlarına bir musîbet gelince, ‘Hepimiz Allah’ın kullarıyız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız’ demenin bilincini taşırlar.” (Bakara Suresi-155-156)
"Şunu bilin ki biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz zayiat verdirmek suretiyle sizi imtihana tâbi tutacağız." Burada azîz ve celîl olan Allah, başlarına gelebileceği belirtilen musîbetler karşısında şikâyet etmemeleri için yaratıklarına uyarı yapmaktadır. Bu musîbetlerin her birinde “az bir şey, biraz” anlamında bi-şey’ (بشئ) kelimesi var kabul edilir, biraz korku, biraz açlık gibi. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’ın birden fazla âyetinde insanları (dünyada ebedi olarak yaşamaları için değil) ölmek ve hayatın sona ermesi için yarattığını, kendilerine verdiği dünya malı ve süslerinin tümünün yok olup ortadan kalkmaya mahkûm olduğunu haber vermiştir.
“... Sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır”{el-Mülk 67/2.}; “Biz, kimlerin daha güzel bir davranış sergileyeceğini denemek için yeryüzündeki her şeyi kendisine özgü bir süs biçiminde yarattık. Hiç şüphe yok ki zamanı gelince oradaki her şeyi kupkuru toprağa çevireceğiz.”{el-Kehf 18/7-8.}
Allah, ayetlerdeki {el-Mülk 67/2} ve {el-Kehf 18/7-8} bu beyanlarında dünyanın ve sahip olduğu çekiciliğinin yok olacağını haber vermiştir. Bütün bunların, sözü edilen sonuca mâruz kalacağını bilen bir kimse, karşılaşacağı hastalık, açlık, mal ve can kaybı gibi musîbetlere daha kolay göğüs gerebilirler. Çünkü bunların hepsi bahis konusu akıbetten daha hafiftir. Bir de Allah’ın insanlara verdiği hayat, sağlık ve selâmeti hak ettikleri için değil, iyilik ve lütuf olsun diye vermiş ve bunu ebedî değil belli bir süreye bağlamıştır; sanki o imkânlar bu süre dışında onlara değil, başkalarına aittir. Sonuç olarak insanlar imkânlar var oldukça O’na minnettar olacaklarını, alınca da buna hakkının bulunduğunu bilmiş olacaklardır.
[Belaya Mâruz Kalma]
Âyette yer alan “korku” iki şekilde olabilir: Kulluğun yerine getirilmesi açısından korku, meselâ düşmanla cihâd ve savaşma emri gibi, bir de kullukla ilgisi bulunmayan korku. Açlığın ibadet niteliğinde olması da mümkündür, oruç gibi. Bir de kıtlık zamanı çekilen açlık gibi bir musîbet olabilir, Mekkeliler’in senelerce çektikleri kıtlık musîbeti gibi. Mallardan zayiat verdirme meâlindeki ifade de aynı şekilde zekât ve sadaka vermekle insanların imtihan edilmesi olabileceği gibi malın kendisinin telef olması da olabilir. Yine canların eksiltilmesi de sözünü ettiğim iki şekilde anlaşılabilir, ürünler ifadesi de aynıdır. Ayrıca sınamanın sadece bu sayılan şeylerle olacağı anlaşılmamalıdır. Zira insanlar O’nun kulları olup tümünü her türlü yöntemle sınama hakkına sahiptir. Fakat âyetin burada söylemek istediği biraz önce de belirttiğimiz gibi yok olmak üzere her şey yaratıldığına göre zikredilenlerin bir kısmı aynı konumdadır, tâ ki bu tür kayıplar insanlara ağır gelmesin. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.
"Şunu bilin ki biraz korku ile sizi imtihana tâbi tutacağız." Allah onları zaten bildiği bir sonuca rağmen imtihan etmektedir; tâ ki bildiği şeyin emir-nehiy çerçevesinde ve sınav konumunda gerçekleşsin. Bu, zaten bildiği bir şeyi sorması gibidir. Ayrıca duyulur âlemde gizli şeylerin ortaya çıkarılması için uygulanacak imtihan emir ve nehiy şeklinde olur; sınavı yapana hiçbir şey gizli kalmadığı halde imtihan yöntemi emir ve nehiy biçiminde belirlenmiştir. Aslında durum, “Gizliyi de aşikâreyi de bilendir”{el-En‘âm 6/73} meâlindeki beyanda belirtildiği gibi olmakla birlikte duyular ötesini (gayb) duyu âlemi konumuna getirmesi O’nun için mümkündür. Böylece sınav duyular dâhilinde cereyan etmiştir, tâ ki Allah’ın duyu ötesine dair olan bilgisi duyular dünyasında ortaya çıkmış olsun, çünkü O, ezelde bunun bilgisiyle nitelendirilmiştir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Kul sahip olduğu her türlü imkân ve esenliğiyle birlikte gerçekte Allah’a aittir. Ancak Allah lütuf ve keremiyle kullarına isteme ve emretme hakkı olmayan biri gibi muamele etmektedir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır.” {et-Tevbe 9/111} “Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin.” {el-Müzzemmil 73/20}. Amaç bunun insanlara daha hoş gelmesini ve kendilerinden istediği harcamayı daha istekli bir biçimde gerçekleştirmelerini sağlamaktır; aslında karşılığında bir şey vaad etmeden bütün bunları kendilerinden istemesi de câizdir. Azîz ve celîl olan Allah’ın sayılan şeylerle, “Sizi imtihana tâbi tutacağız” meâlindeki beyanı, O’nun, kendilerinden satın alma vaadinde ve harcama yapmaları talebinde büyük mükâfat ve bedel vereceğini bilmeleri içindir. Böylece istenilen şeyleri yapmaları onlara daha kolay gelir ve gönülleri hoş olur. Yahut da Allah’ın işin başlangıcında belirtilen şeylerle kendilerini sınayacağını haber vermesi morallerini güçlü tutmaları, gönüllerinin sıkılmaması ve sınava tâbi tutulduklarında sızlanmamaları hikmetine bağlıdır. Aslında insanın tabiatına aykırı olan her şey böyledir. Ona alıştırıldığı ve gelişinden önce zorluğu haber verildiği takdirde, bilmeden gelmesi durumuna göre onu daha hafif ve daha kolay karşılar. Şu da var ki bu tür sıkıntılarda insanların kalbinde olayları bazı yaratıklara nispet etme ve onları uğursuz sayma temayülü vardır. Bu sebeple Allah sözü edilen konuda önceden beyanda bulunmuştur, tâ ki insanlar meydana gelecek şeylerin O’nun bir planlamasının sonucu olduğunu bilsinler; şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: “Yeryüzünde vuku bulan veya sizin başınıza gelen bir musîbet yoktur ki onu yaratmadan önce bir kitapta bulunmuş olmasın”{el-Hadid 57/22}. Cenâb-ı Hak, musîbetlerin önceden insanlar hakkında yazıldığını bildirmiştir ki moralleri güçlensin ve gönülleri huzur bulsun.
İnsanların Allah tarafından imtihana tâbi tutulması konusunda hareket noktası şudur ki Kur’ân’da sınav konusu olarak zikredilen hayır ve şer türünden her şey gerçekte kulun hakkı olmayıp Allah’ın nimet ve lütuf eseridir. Cenâb-ı Hak, insanı sonsuza kadar dünyada hayat sürmesi için yaratmamış ve ona verdiği yaşama nimetini de ebedî kılmamıştır. Buna paralel olarak lütfettiği nimetler de sonsuz değildir. Kul, yaratılışının bağlı kılındığı bu statüyü ve sahip kılındığı nimetleri bu çerçeve içinde gönülden benimsediği takdirde hayatı boyunca takip ettiği seyir kendisine münasip görünür ve gönül huzuruna kavuşur. O, mahzar kılındığı nimetlerin belli bir zamana tahsis edildiğini hiçbir şekilde unutmaz. Şunu da hatırlatmak gerekir ki insana lütfedilen nimetler aslında kendisine değil başkasına, yani Allah’a aittir. Bu sebeple ondan alınan nimet gerçekte başkasına ait bir şeydir. Gerçi azîz ve celîl olan Allah lütfettiği nimetleri zaman zaman sınav amacıyla kulundan almakta ve bunu iptilâ ve musîbet diye nitelemektedir. Ancak -daha önce de değindiğim gibi- bu husûs, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına yönelik muamelesinde onların hak sahibi olduğu şeklindeki lütfunun bir tecellisidir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
'Biraz korku ve açlık ile...' Devamı ile birlikte bu ifadede yer alan her bir ünitede “şey” (شئ) kelimesi var kabul edilir, çünkü bunların her biri âyetin geçen kısmına atıf konumundadır; bir bakıma Allah şöyle buyurmaktadır: Biraz korku, biraz açlık... Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Cenâb-ı Hakk’ın âyette haber verdiği imtihan iki şekilde gerçekleşir. Birincisi, (düşmanla savaşmak gibi) ibadet konumunda bulunan korku vb. şeylerle sınava tâbi tutmasıdır. İkincisi, ibadet konumunda olmayan bir husûsla imtihan etmesidir. Bu da içinde korku unsuru bulunan cihâtla yahut da kendisine isabet edecek hastalık ve yorgunluk türleriyle onu imtihana çekmesidir, kul bu durumda kendi hayatından endişe eder. Açlık yoluyla... Bu sınav türü Allah Teâlâ’nın kulunu bir nevi açlık özelliği taşıyan oruç, geçim darlığı veya pahalılıkla imtihan edişidir. Mallardan zayiat; bu, cihâd, hac, zekât ve servetler için tahakkuk ettirilen diğer mükellefiyetler yoluyla olabileceği gibi, ticaret hayatında iflâsa mâruz kalmak, ayrıca geçimini sağlama sırasında ortaya çıkan sıkıntılar yoluyla da olur. Canlardan zayiat; sınavın bu türü cihâd ve düşmanla savaşma şeklinde gerçekleşmesinin yanı sıra çeşitli hastalıklarla da vuku bulabilir. Ürünlerden zayiat; böylesi yağmurun az olması, iş ve el becerisinin yetersizliği yahut da cihâd ve hac gibi sebeplerle memleketinden uzak kalınması yollarıyla gerçekleşebilir. Yüce Allah, tefsirini yapmakta olduğumuz âyette biraz önce değindiğimiz husûslardan hepsi değil bir kısmı ile insanları sınava tâbi tutacağını haber vermiştir. Bu husûs azîz ve celîl olan Allah’ın imtihanda kullarının bütün çıkış yollarını kapamadığını göstermektedir, aksine sözü edilen nimetlerin her birine -eksik veya zor konumunda da olsa- ulaşabilmek için bir yol açmıştır.Benzer şekilde Allah Teâlâ sınav konusu olan bütün fiilleri ve bu sınava tâbi tutulan bütün insanları korku ile ümit arasında bulundurmuştur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Şimdi, Allah Teâlâ’nın, kullarını sınava tâbi tutma hakkı bulunmasına rağmen onlar için büyük bir müjde ve bol bir mükâfat üslûbu kullanmıştır. Böylesi bir mükâfat vermek, imtihan ettiği kimseler üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan kimse için tabii ise de her şeyin ve her hakkın kendisine ait bulunduğu bir varlık için ne büyük lütufkârlıktır! O şöyle buyurmuştur: "Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele. Ardından da sabredenleri şöyle nitelemiştir: Onlar ki başlarına bir musîbet gelince, Hepimiz Allah’ın kullarıyız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız." {Bakara 156} demenin bilincini taşırlar. Bu âyet-i kerîmede Allah, musîbetin gelmesi halinde kuluna tevhid inancına sığınıp dayanmasının yolunu göstermiştir, çünkü tevhidin özü bu ifadenin içindedir. Sözü edilen ifadede (istircâ) kulun, Allah’ın verdiği hükümde kendisine özgü bir tedbir ve çözüm şeklinin olmayacağının dile getirilişi vardır. Yine bu ifadede kulun, kendi varlığını ve buna ait olan her şeyi dilediği gibi tasarrufta bulunması için Allah’a teslim edişi vardır.
"Hepimiz Allah’ın kullarıyız." Sabreden kullar adına Allah sanki şöyle demektedir: "Aslında bizim kendimize ait olmayan husûslarda herhangi bir hükme varıp tasarrufta bulunmaya hakkımız yoktur, her zaman geçerli olan kurala göre bütün mülkiyetlerde hüküm verme ve tasarrufta bulunma yetkisi sahiplerine aittir. Böyle bir teslimiyetledir ki kul, kendi nefsini, sızlanmaktan korumaya ve onu (aslında iyi olan) hoşlanmadığı şeylere sevk etmeye muktedir olur."
"Ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız." Bir bakıma şöyle demektedir: Dönüşümüz O’na olacağına göre bunun herkesin bir anda ya da yavaş yavaş ve gruplar halinde gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Hatta parça parça olması bizim için bir nimettir, hepimizi değil bir kısmımızı yanına almayı kabul etmesi engin lütfunun eseridir. Âyetin bu kısmında yer alan teslimiyet (istircâ) ifadesinde kişiye akıbetini hatırlatma unsuru vardır, tâ ki o, ebedî karargâhında mutluluğunun temel unsurunu teşkil eden husûslardan bir kısmını şu anda hazırlayıp göndermiş biri gibi olsun. (Ölüm yoluyla gerçekleşen) bu fiilî haber amacına ulaşmıştır. Bilindiği gibi dünyada iken âhirete yönelik bu hazırlık, insanın psikolojik muhtevası ve gönül huzuru açısından, bütün mutluluk vesilelerinin dünyaya münhasır kalmasından daha iyidir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Hülâsa, içinde yaşadığımız dünya sürüp gitmesi için yaratılmamış, fakat insanın, âhireti kazanmasına vesile olması için var edilmiştir. Allah dünyadaki her şeyi iğreti ve sonlu kılmıştır ki kul bu sayede sonsuzu ve sürekliyi elde etmiş olsun. Bunun izahı şudur ki her insanın, eline geçirdiği imkân konusundaki temel görevi, o şeyin yaratılış gayesini görmesi ve uğrunda çaba sarfetme hedefini belirlemesidir. Kişi bu takdirde yaptığı ticaretten doruk noktasında kâr ettiğinin bilincine ulaşır ve fâniyi verip bâki olan şeye sahip olduğunu anlar. Şu da var ki dünyadaki her şey sona erme ve yok olma âfetine mâruzdur. Dolayısıyla Allah’a teslim olan kişi âfete mâruz olanı olmayanla değiştirmiş bulunur. Bu amaçla mâruz kalacağı sıkıntıları bir büyük plan dahilinde musîbet saymaması gerekir. Aksine bunlar sevincin en üst mertebesini ve menfaatin en doruk noktasını teşkil eder. Ne var ki insan türü, her çeşit elemden nefret eden ve aslında herkesin uzaklaşmak şöyle dursun arzu edeceği sonuçlardan habersiz bir tabiata sahip kılınmıştır. Yardım istenecek olan yalnız Allah’tır.
Allah Teâlâ Peygamber’ine ﷺ imtihana tâbi tuttuğu kullarından karşılaştıkları belâlara sabredenleri, sıkıntılardan dolayı sızlanmayıp “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci‘ûn” (انّا للّٰه وانّا اليه راجعون) diyenleri müjdelemesini emretmiştir. Çünkü bu ifadede azîz ve celîl olan Allah’ın birliğini ve öldükten sonraki dirilmeyi kabul ediş vardır.
İbn Abbâs’tan (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Allah, bir musîbete uğrayıp da “innâ lillâh ve innâ ileyhi râci‘ûn” (انّا للّٰه وانّا اليه راجعون) diyen kimsenin sıkıntısını giderir, akıbetini hayırlı kılar ve kaybettiği kimsenin yerine memnûn kalacağı hayırlı birini lütfeder”{Heysemi, Mecma'u'z-zevaid, I,330-331}.
Sabır, kaybettiği şeyden ötürü nefsi sızlanmadan alıkoymaktır. Zaten kaybolanın tamamı azîz ve celîl olan Allah’a ait olup insanlar nezdinde emanet konumundadır. Başkasının olan bir şeyin elden çıkmasına feryat etmenin de bir anlamı yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğuna bakmaz mısın: “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği nimetlerden dolayı şımarmayasınız diye.”{el-Hadid 57/23} Allah bu beyanı ile elimizden çıkan şeye üzülmemizi yasaklamıştır, çünkü gerçekte o bize ait değildir. Bunun yanında lütfettiği imkânlardan ötürü de şımarmamızı yasaklamıştır, bunlar da hakikatte bize ait değil başkasınındır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
[Tevilat'ül Kur'an, Maturidi, Bakara Suresi-155-156]
Yahudilerin Cebrail'e Düşmanlığı
Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicret buyurduklarında, Fedek
Yahudilerinin bilginlerinden Abdullah ibn Sûriya, münazara için bir
grupla geldi. Sorduğu dört müşkil soruya doğru cevaplar aldıktan sonra;
vahiy getiren meleği sorup “Cebrâil” cevabını alınca “O
bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz
Mikâil’dir ki o müjde, bereket, ucuzluk getirir. Eğer sana o gelseydi
iman ederdik.” Bu uzun kıssa üzerine "De ki: Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir. Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrâile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." (Bakara, 2/97-98)
âyeti nazil olmuştur.
"De ki: Cebrâil’e düşman olan kimse şunu iyi bilsin ki önce gelen kitapları tasdik eden Kur’ân’ı, Allah’ın izniyle senin kalbine indiren odur." (Bakara Suresi-97)
Yahudiler şöyle demişti: Muhammed’e vahiy getiren melek Mîkâil olsaydı ona uyar ve iman ederdik, çünkü yağmuru ve rahmeti getiren Mîkâil’dir. Cebrâil ise felâket, savaş ve meşakkatler getiren bir düşmanımızdır, bu sebeple onunla ilişkili olan Muhammed’e tâbi olmayız. Yahudilerle Cebrâil arasında -iddialarına göre-mevcut olan düşmanlığın başka bir izahı daha var. Yahudiler şöyle demiştir: Cebrâil vahyi ve risâleti İsrâiloğulları’na götürmekle görevlendirilmişti, fakat o, bize olan düşmanlık ve kini yüzünden onu İsmâiloğulları’na indirmiştir. Bu sebeple kendileriyle onun arasında düşmanlık ilân etmişlerdir. Allah Teâlâ da bu iddialarının asılsız olduğunu açıklama bağlamında şöyle buyurmuştur: Kur’ân’ı Allah’ın izniyle senin kalbine indiren odur. Yahudilerin ileri sürdüğü gibi değil; onun indirdiği felâket ve meşakkatleri de kendi tarafından değil O’nun emriyle indirir. Aslında Yahudilerin Cebrâil’e düşmanlık göstermelerinin temel sebebi azîz ve celîl olan Allah’a içten içe düşmanlık beslemeleriydi, ne var ki bu düşmanlığı açıkça dile getirmeye cüret gösterememişlerdi. Anlaşılmış oluyor ki bu tavır Allah düşmanlığının üstü kapalı bir ifadesidir. Bu husûs aşırı Şiîler’in (Revâfız) Resûlullah (s.a.) hakkında reva gördükleri dil uzatmanın iç yüzüne de ışık tutmaktadır. [Tevilat'ül Kur'an]
Alâeddin es-Semerkandî şöyle der: “Yahudiler bu anlayışlarında Revâfız’ın Gurâbiyye zümresine benzemektedir. Onlar da Cebrâil aleyhisselâma dil uzatmışlardır. Ona vahyi Hz. Ali’ye (r.a.) getirmesi emredildiği halde yanılarak Muhammed’e getirmişti. Çünkü Ali bir karganın diğerine benzemesi gibi Muhammed’e benziyordu. Gurâbiyye bu sebeple Cebrâil’e kin tutmuş, ona ve Resûlullah’a dil uzatmışlardı. Aslında bunun temel sebebi içlerinde besledikleri Allah düşmanlığı ve rubûbiyyet karşıtlığıdır” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 35a).
Ayetin tefsirinden de anlaşıldığı üzere Yahudilerin Cebrail'e düşmanlığı ile Şia'nın Cebrail'e düşmanlığı benzerdir. Bu durum, her iki zümrenin de batıl bir inanç sistemi üzerinde ortak olduğunun kanıtıdır. Bu ayetin tefsirinin yorumuna bakılarak, Şia'nın (Rafizi ve Alevilerin...) İslam toplumunun içinde vücut bulması ve kendilerine has bir inanç sistemi geliştirmesinde Yahudilerin tesirinin olabileceği akla yatkın bir görüştür. Bu görüşe dayanarak Şia (Rafizi ve Alevi...) inançlarının Hilafet döneminden sonra gittikçe yayılması, güç ve iktidar sahibi olmaları gibi etkenlerin Yahudilerin destek ve çabaları ile mümkün hale geldiği söylenebilir.
İsra ve Mirac
“Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah tüm eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (el-İsra-1)
سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
İsra ve Mirac hadisesi haktır. Ayet ile sabittir. İsra olayı, içerisinde çeşitli hikmetler barındırır. Kısa ve öz bir okumayla bu hadise, Resulullah'a ﷺ ikram edilmiş büyük bir mucizedir. Allah bizleri de o büyük peygamberin ﷺ şefaatinden mahrum etmesin. Allah bizleri, ümmeti Muhammede hediye olarak verilen namazla kurtuluşa erenlerden, Allah'a ﷻ kavuşanlardan eylesin. İsra ve Mirac hadisesi ile ilgili tefsir okumalarımdan bazı özet notları aşağıda paylaştım. Allah, ﷻ tüm bunların vesilesiyle dünyada ve ahirette lütuf ve ikram görenlerden kılsın.(Amin) Kadir PANCAR
***
1) Allah'ın ﷻ gücü her şeye yeter, onun ilmi ve kudreti hiçbir şeyle sınırlandırılmaz.
2) Allah, ﷻ her türlü kötülüklerden ve noksanlıklardan uzaktır, Allah, ﷻ çirkinliklerden münezzehtir.
3) İsra hadisesinin inkarı, aklen ve naklen mümkün değildir. Bunu inkar edenler, esasında nübüvveti inkar ederler.
4) İsra hadisesinin bir hediyesi olan "Namaz", müminin miracıdır. Namaz, Allah'a ﷻ dünyada kavuşmanın bir vesilesidir.
5) Kulluk makamı (abd), yüce bir mertebedir. Allah'ın ﷻ bir insanı "abd" olarak isimlendirmesi, ona izafe edilen makamın yüceliğini gösterir. "abd"(kul) sözüyle hem rûh hem de beden murad edilmiştir.
6) Allah ﷻ için zaman ve mekan kavramının boyutu bizim idrakimizden farklıdır. Kısacık zaman dilimine istediğini sığdırabilir. Nitekim gecenin az bir bölümünde İsra hadisesi vuku bulmuştur.
7) Yer ve mekan gibi kavramlar, mahlukları bağlar; uzaklık-yakınlık gibi kavramlar, akıl dairesinde bir anlamı ve sınırı olan kavramlardır. Mekansal olarak birbirine uzak gibi görünen iki mescidin yolunu bir anda katetmek, aklen mümkündür.
8) Allah,ﷻ zaman içinde zaman, mekan içinde mekan yaratır. Bunu istediği anda ona engel olacak yoktur, dilediği kuluna böyle ikram eder.
9) Nübüvvet, en büyük mucizedir. Tasdik edilmesi ancak hidayetle mümkündür. İsra ve mirac gibi büyük bir olayın ardında bile fitne gruplarının hezeyanları, hidayetin ancak Allah'a ﷻ ait olduğunu ifade eder.
10) Üzüntü
ve neşe gibi insana has durumlar, hep aynı hal üzere devam etmez. İnsanların halleri değişkendir. Allah ﷻ bir anda bütün bu durumları değiştirebilir. Nitekim
peygamberimiz ﷺ isra ve mirac ile huzur ve kuvvet bulmuş, düşmanlarına
karşı cesareti ve şecaati artmıştır.
11) Ayetin (el-İsra-1) belagatında, "Sübhân" kelimesi ile Allah'ın ﷻ yüceliği ve bütün çirkinliklerden uzak olması ile başladıktan sonra gecenin az bir bölümünde yine uzaklık bildiren "uzak mescid" Aksâ’ya, Mescid-i Haram’dan kulun yürüyüşü anlatılır. Sonra birtakım ayetlerin kuluna gösterildiği ifade edilir, Resulullah ﷺ bütün bunları müşahede ettiği, ayetleri dinlediği belirtilip, ayetleri müşahedenin iki büyük unsuru olan görme ve işitme ile ilgili iki sıfat (semi ve basar) ile ayet-i kerime biter ve Allah'ın ﷻ her şeyi "işiten ve gören" olması ile birlikte ilahi mesaj aktarılır. (26/01/2025)
***
Fatiha Suresi [Tevilatül-Kur'an, İmam Maturidi]
“Kur’ân’ı şahsî görüşüyle tefsir etmeye kalkışan kimse (cehennemdeki yerine şimdiden) hazırlansın” (Tirmizî, “Tefsîr”, 1)
"Kur’ân’ın anahtarını teşkil eden Fâtiha sûresinin içerdiği muhteva bütün insanlar için vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Çünkü bu muhtevada Allah’ı övgü, şan ve şerefle nitelemenin yanında O’nun birliğinin dile getirilmesi, ayrıca kendisinden yardım ve hidâyet talep edilmesi vardır."
Bütün dualarda sünnete uygun düşen, onların gizli olmasıdır. Bu konudaki kural şundan ibarettir: İmamın ve cemaatin iştirak ettiği her türlü zikir ve duanın Sünnet’e uygun şekli gizli olmasıdır, bundan sadece ihtiyaç hissedildiğinde duyurmaya vesile olanlar istisna edilir.
Fâtiha sûresinde Allah Teâlâ’nın, mahlûkatın tamamını başlangıçta yaratması ve onları yaşatıp geliştirmesine yönelik rubûbiyyetinde tek ve bir oluşunun ifadesi vardır, bu da “rabbi’l-âlemîn” (رب العالمين) nazm-ı celîli ile sabittir.
Fâtiha sûresinde ayrıca Allah’ı şan, şeref ve güzel övgü ile niteleme çerçevesinde kıyâmet gününe iman etme esası vardır, bu da “mâliki yevmi’d-dîn” (مالك يوم الدين) âyetiyle sabittir.
“Elhamdülillah”, “yaratıklarına olan lütufları sebebiyle şükür, Allah’a mahsustur”anlamına gelir. (Taberî, Câmi‘u‘l-beyân, I, 135; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 22; Şevkânî, Fethu’l-kadîr, I, 10.)
“Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa yine Allah onu kıyâmet gününde karşına getirir. Muhakkak ki Allah, en ince işleri görüp bilmektedir (latîf) ve her şeyden haberdardır." (Lokman Suresi-16)
"Rahmân" ismi, sadece Allah Teâlâ lâyık olup başkası onunla isimlendirilemez, "Rahîm" ise başkasına isim olarak verilebilmektedir. Buna bağlı olarak "Rahmân" zatî, "Rahîm" ise fiilî bir isim olarak nitelendirilmiştir.
“Onlara, ‘Rahmân’a secde edin!’ denildiği zaman, ‘Rahmân da neymiş? Emrettiğin şeye secde mi ederiz?’ derler ve bu emir onların nefretini arttırır” (el-Furkān 25/60). Arapların "Rahmân" kelimesini yadırgamışlardır, halbuki onlardan hiçbiri "Rahîm" kelimesini yadırgamamıştır.
“İyilik zayi olmaz, günah unutulup silinmez, amellerin karşılığını verecek olan Varlık ölmez, istediğin gibi davran, davranışına uygun düşen karşılık ne ise onu bulursun” (Abdurrezzâk es-San‘ânî, el-Musannef, XI, 178-179; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 155).
“Müminler, Allah’a ve Resûl’üne iman edip de bunda asla şüpheye düşmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât 49/15.)
Kulun bütün ibadetlerinde Allah’ı tek mâbud olarak tanıması ve hiçbir kimseyi O’na ortak koşmayıp kulluk görevini Allah’a yöneltmesi ve yalnızca O’na ait kılması gerekmektedir. Böylece kul hem ibadette hem de diğer bütün dinî davranışlarında tevhid ilkesini uygulamış olur.
"İyyâke na‘buduü" (إياك نعبد) âyetini teşkil eden iki kısımdan birincisinin, içerdiği ibadet ve tevhid ilkeleri sebebiyle Allah’a, “ve iyyâke neste‘în” (اياك نستعين) kısmının da kula ait olması ihtimal dâhilindedir, çünkü bu ikinci kısımda kulun, Allah’ın yardımını talep etmesi ve arzusunu yerine getirmesinin temenni edilmesi vardır.
Fâtiha’da yer alan bu (اهدنا) niyazı vesilesiyle Cenâb-ı Hak, kişiyi daima hidâyet yoluna iletir. Bu, onun için yeniden hidâyeti benimseme anlamına gelir, çünkü mümin, her zaman dilimi içinde bir iman hamlesi yapmak suretiyle zıddı olan bir davranışı reddeder. Allah Teâlâ’nın, “Ey iman edenler! Allah’a ... olan imanınızı yeni hamlelerle tazeleyin” (Nisa/136)
Sırât (صراط) kelimesi yapılan bütün yorumlarda “yol” anlamına gelmektedir, Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanlarında olduğu gibi: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur”(Enam/153), “De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur’”(Yusuf/108). Müfessirler, âyetteki sırât kelimesiyle ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı “sırât Kur’ân’dır”, bir kısmı da “imandır” demiştir. Hangisi kabul edilirse edilsin, sırât “eğriliği ve sapması olmadan varlığını sürdüren, içinde çelişkiler bulunmayan mânevî bir yol”dur.
"Hidâyet kavramı üç anlamda kullanılır. Birincisi açıklamaktır (beyan). Bilindiği üzere dinî konularda açıklama, Allah tarafından yapılmıştır. Bu sebeple Kitap ve Sünnet’te açıklama fonksiyonunu yerine getiren çeşitli ifadelerin varlığı karşısında kimse âyet-i kerîmedeki ihdinâ (اهدنا) kelimesiyle açıklama anlamını kastetmez. İkincisi, Allah Teâlâ’nın kulu doğru yola iletmesi ve hak yolun dışına sapmaktan korumasıdır. Bazılarının vitir namazında okudukları Kunut duasının anlamı da aynı şekildedir: “Allahım! Hidâyete erdirdiklerinin içinde bize de daima doğru yolu göster". Cenâb-ı Hak, bu âyetten itibaren sûrenin sonuna kadar makbul kulların niteliklerini açıklamaktadır. Üçüncüsü, hidâyeti bizim için yaratmasını isteme anlamında olmasıdır; çünkü hidâyet, fiili olması açısından Allah’a nispet edilmiştir. O’nun fiilinin eseri olan her şey yaratılmıştır. Bir bakıma kul şöyle demektedir: “Hidâyetimizi yarat!”
Resûl-i Ekrem, Fâtiha’ya nispet ettiği isimlerle onun İslâm’daki üstün yerini ve paha biçilmez değerini açıklamıştır. Kur’ân’ın kendisiyle başlaması sebebiyle onu “Fâtihatu’l-Kur’ân” (فاتحة القرأن) diye isimlendirmiştir. Yine Resûlullah’tan, (s.a.) namazda Kur’ân okumaya Fâtiha ile başladığı rivâyet edilmiştir. Söz konusu sûre, mushafların ve Kur’ân’ın yazılmasında başlangıç teşkil ettiğinden; “Fâtihatu’l-kitâb” (فاتحة الكتاب), namaz içindeki kırâate esas oluşturduğundan; “ummu’l-Kur’ân” (ام القرآن) diye de isimlendirilmiştir. Denildi ki burada “umm” (أم) “asıl” demektir; bunun anlamı, Fâtiha’nın muhtevasından hiçbir şeyin neshe ve hükmünün kaldırılmasına ihtimal taşımamasıdır, bu açıdan sûre “asıl” olmuştur. Fâtiha namazın rekatlarında tekrar edildiğinden, “Mesânî” (المثانى) diye de adlandırılmıştır.
Sesin Mahiyeti ve "Sayha"
Tarihte pek çok kavim, azgınlıklarının ve isyanlarının bir sonucu olarak helak olmuşlardır. Bu kavimler, kendilerine gelen peygamberlerin, tebliğ davetinden yüz çevirip yalanlamaları ve Allah’ın emir ve yasaklarına isyan etmiş olmaları sebebiyle, şiddetli bir şekilde cezalandırılmışlardır. Hakkı öğretmek ve tebliğ etmek amacıyla kendilerine gönderilen peygamberleri öldürme teşebbüsünde dahi bulunan, peygamberlere ve onlara inananlara çeşitli zulümler yapan kavimlerin, günah ve küfürde ne kadar azgınlaştıklarını, Kur'an-ı Kerim ayetlerinde birer ibret vesikası olarak görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette taşkınlıkta aşırıya gitmiş kavimlerin, farklı azaplarla cezalandırıldığı veya yok edildiği nakledilmiştir. Bu azaplardan biri de “sayha” ile helak edilme azabıdır.
Zalimleri çarpan müthiş "Sayha"
Tarihte pek çok kavim, azgınlıklarının ve isyanlarının bir sonucu olarak helak olmuşlardır. Bu kavimler, kendilerine gelen peygamberlerin, tebliğ davetinden yüz çevirip yalanlamaları ve Allah’ın emir ve yasaklarına isyan etmiş olmaları sebebiyle, şiddetli bir şekilde cezalandırılmışlardır. Hakkı öğretmek ve tebliğ etmek amacıyla kendilerine gönderilen peygamberleri öldürme teşebbüsünde dahi bulunan, peygamberlere ve onlara inananlara çeşitli zulümler yapan kavimlerin, günah ve küfürde ne kadar azgınlaştıklarını, Kur'an-ı Kerim ayetlerinde birer ibret vesikası olarak görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette taşkınlıkta aşırıya gitmiş kavimlerin, farklı azaplarla cezalandırıldığı veya yok edildiği nakledilmiştir. Bu azaplardan biri de “sayha” ile helak edilme azabıdır.
Bu yazı, uzun içerikli bir yazıdır; isterseniz yazının PDF halini görüntülemek için bağlantıya tıklayabilirsiniz. "Zalimleri Çarpan Müthiş Sayha" - Kadir PANCAR"
Sayha kelimesi hakkında daha detaylı bir fikir sahibi olabilmek için, Semud ve Medyen halklarının helakinden söz eden ilgili ayetleri, çeşitli tefsirlerden incelemeye çalışalım. Öncelikle Semud kavmi hakkında biraz bilgi verelim.
İnsan Hayatı Üzerine
"İnsanın hayatı,
tat ile acının
güzergâhıdır. İnsan ruhu;
acıdan gocunur, tattan hoşlanır.
Şimdiki zamandan geleceğe,
insan faaliyetlerini düzenleyen
şey, korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. İnsan hayatı
iç ve dışın
karşılıklı ilişki içinde
olmasıdır. İster istemez herkes, hayatındaki ümit ve korku
sebebinin yalnız kendisi olmadığını az çok
sezer. Bu da
kendi kendisine bırakılan
insanın bir hiç
olduğunu anlatır. Fakat ne
olursa olsun hiçbir
kişi kendi kendine
bu aczin sahasından çıkamaz.
Aklı olanlar da
ümit ile korkunun
bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar.
İnsan ruhunda ne ümidin sonu
vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit sebepleri sınırlı
olmadığı gibi, korkunun
sebepleri de sınırlı değildir. İnsan ruhu, zaman zaman belli
ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken
bir taraftan da
bütünüyle belli olmayan,
uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların
mutlak etkisi altında
bulunur. Burada bütün ümitlerle
bütün korkuların karşı
karşıya yer alarak
bir noktada buluştuklarını görür
ki bu da gerçeğin ta kendisidir. O zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu
ilgi bir taraftan bütün sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan
bir korku ve ümit heyecanı ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun
böyle bütünüyle etkilendiği
kayıtsız bir korku
ve ümit sebebine karşı
duyduğu bu ilgi
yaratılışta insan fıtratında
var olan, kendisine ibadet
edilen ve ibadet
düşüncesinin başlangıç noktasıdır
ki, bütün vazife duygusu
bunda toplanır. Her
şahsın ahlâkî cibilliyeti, geleceği, mutluluğu,
mutsuzluğu bundaki ciddilik
ile her bakımdan birbirine denktir. İnsan bu
duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur.
Bazen cahillik ve bazen terbiye
ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve
sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir
korku tarafından yenilgiye
uğramış olarak kalırlar.
Ona belirli bir zaman
içinde bütün varlığıyla
öyle bağlanır ve
öyle güçsüz olur ki, o
lezzeti feda etmeye
veya o acıya
göğüs germeye kendisince
imkân olmadığını düşünür. Artık o, bu
ümidin sebebini öyle
sevmiş veya o korkunun
sebebinden öyle yılmıştır
ki, bunlar ona
bütün sevgilerin gayesi veya
bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini, diğeri
yokluğun ta kendisini
temsil eyler. O
zavallı vicdanın sınırlı ve
sonlu yaratılmış bir
sebebe böyle bütünüyle
bağlanıvermesi onun
huzurunda öyle alçalmalara,
öyle tapınmalara sürükler
ki, bütün şuur o
küçülmeye boğulur. O
andan ilerisini görebilecek
akıldan iz kalmaz. İnsanlara
gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları
meydana çıkaran şirkin
esas kaynağı budur.
Allah'a şirk koşanların canlı,
cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu duygu
ile ortaya çıkmıştır.
İnsan hayatında hâlâ böyle
vicdanlar, zannedildiğinden
daha çoktur. Hatta
kendilerini, mabud ve
ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle mabud değiştirir dururlar.
Bütün hayatlarını mutlak
şüphe içinde geçirirler ve kendileri
öldükten sonra geride
kalacakları, bir an bile
düşünmezler. Fakat şurası bir
gerçek olup kesin
olarak bilinmesi gerekir ki,
bütün varlığını geçici şeylere bağlayan
her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici cazibe bir gün
olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden önce yıkılıp
gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının sözünü
ve güvencesini verebilir?
Ayağının altındaki yer, başının
üstündeki güneş bile
sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve ayakta)
olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka
verebilecek hiçbir şey
yoktur. Gerçekten ibadet
onun hakkıdır. Ancak ona
ibadet edenlerdir ki,
diğer ümitlere, korkulara
kendini tamamen kaptırmaz, vazifesi
yolunda şaşırmaz ve
onlardan herkes faydalanır.
Hz. Peygamber (s)'in vefatı
üzerine bütün ashâb-ı kiram çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. Hz. Ömer
bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim
öyle derse vururum." demeye
kadar varmıştı. Fakat Hz.
Ebû Bekir "Muhammed, sadece
bir peygamberdir. Ondan
önce de peygamberler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre
mi döneceksiniz? Kim
geri dönerse, Allah'a
hiçbir ziyan veremez. Allah,
şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." (Âl-i
İmran, 3/144) âyetini okuyup;
"Ey müminler! Eğer
Muhammed'e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu
gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız O ölmez diridir" meâlindeki
nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman,
gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her zaman geçerli olan bir kanundur.
Gönüller ölümlü
şeylere bağlandığı zaman,
çok vakit ümidin başlangıç noktası ile korkunun başlangıç
noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir
tarafta güzel sevgi
mabudları, bir tarafta
da kahraman korku mabudları
dizilmiştir. İkisinin arasında kalan zavallı kalb, ikisine de kendini
sevdirip korkusunu gidermek,
ümidine ermek için
ne heyecanlarla kıvranır, akıl
almaz saçmalıklar, küçülmeler
ve saygı göstermeler meydana
koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine göre bu bir
ibadet olur. Fakat
ne fayda ki,
ona göre ümidi
veren başka, korkuyu veren
başkadır. Bunları birleştiren,
her şeye hükmeden
bir başlangıç noktası da yoktur. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa
gider ve saçma olur.
O gönül, birbirine
zıt olan bu
iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan
bunalımın savaş meydanıdır.
Artık bir sükûnet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur.
Ümit ve
korku bir başlangıç
noktasından gelen, yine onda
birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli olarak duyulmalıdır ki,
birinin yerine diğerini
yerleştirmek imkânı doğsun
da kalb bir
sükûnet duyabilsin ve hayatında
onunla yürüsün. Susuzluğumdaki içimin
yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su
kaynağının biri olumlu, biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her
susadığım zaman suya koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun,
diğeri ateşin etkileri ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da
yoksa ateşten suya, sudan ateşe
koşmak sonsuz yorgunluktan
başka hiçbir sonuç vermez.
Bundan dolayı ümit ile
korkunun bir kaynakta
birleştirilmesi bu itibarla
da gereklidir. Bir tek
Rabb, ayrı ayrı
rabblerden hayırlıdır. Benimle
kalan hissimi, hissimle dışımdaki
şeyleri birbirine bağlayan
ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet,
O'nun kanununa itaat etmeliyim.
Kısacası beşerin fıtratında
ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun bir araya
gelmesinden ve tokuşmasından çıkan korku ve
ümit şimşeği içinde
sevgi neşesi ile
ümid zevkinin galip
gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir
ki, hem dışta, hem içte en son bir küçülme ile en son bir
saygı göstermeyi içine
alır ve gerçeklik
oranında kalbe gönül rahatlığı ve
sükûnet bırakır. İbadet
ederken dünyadan ve
bütün benliğinden soyutlanarak Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül
alçaklığı, öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya
aykırı bildiği en küçük bir hareketten
bile sakınır. Bunun için kibir ve
riya ile birleşmez, açık ve
gizliye bölünmeyi kabul
etmez. Hakkıyla ibadet, mutlak güçsüzlük
ile tam kuvvetli
olmanın, tam aşağılık
ile tam yüceliğin, korkular
içinde titreyen ümit
ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma
cilvesi (görüntüsü)dir.
Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir
korku yokmuş gibi
görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz
kötümserler bu şereften mahrumdurlar. Burada nefsin gururu şöyle bir soru
sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını
kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan
kimseler için alçalma olmaz mı?
Artık o yüksek
kafalar alınlarını yere
nasıl koyabilirler? Böyle
bir soru, içindeki cevabı
görmemekten kaynaklanan bir
kibri açığa vurmaktır. Yükselmek
istemek, yükselmek ihtiyacını kabul
etmektir. Bu da bir taraftan
kendi acizliğini, diğer
taraftan yüceliğini beğenme
ile mümkün olur ki,
ibadet bu mânânın
en yükseğini anlamaktır.
İkinci olarak yükseldim demek,
yükselmediğini ilan etmektir.
Böyle bir iddia hem
yüceliği ve ilerlemeyi
sınırlı görmek, hem
de düşme ihtimalinin imkânsız olduğunu
zannetmek gibi büyük
bir kabahat sayılır.
Hâlbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur,
düşme tehlikesi ise
her zaman vardır. İbadet de
kibir ve gurur
hastalığının yegâne ilacıdır.
Üçüncü olarak; Allah Teâlâ'ya
ibadet etmedeki alçalma
ve hürmet, insan
vicdanı için mümkün olan
her türlü yükselmenin
üstünde bir yücelik
temin eden (Allah'a) bağlanmanın
bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile
göremezler de imkânsız sanırlar."
Tefsir Metinleri 2 Dersi Arapça Metin Kırık Manası
Burada yer alan tefsir metinleri İlahiyat lisans Tamamlama 2. Sınıf Ders Özetleri Ankara UZEM yayınları ilitam kitaplarından yararlanarak özetleme yapılmıştır. Öğrencilerimize faydalı olması amacıyla burada yayınlanmıştır. Kırık meal dediğimiz usül ile kitaptaki tefsir örneklerinin, kelime kelime manası el yazısı ile arapça kelimelerin üzerine yazılarak incelenmiştir.Tüm kitabın hem özetini hem de Kırık Manasını İndirmek için tıklayınız.
Bu şekilde hazırlanmış kırık manaları kendiniz toplu manaya dönüştürerek tefsir metinlerinin tam anlamını da oluşturabilirsiniz. Bunun için sitemizde yer alan Mefatihul Gayb tefsiri örneğini inceleyebilirsiniz.
Fahruddin Tefsiri örneğini:(Bkz. Fahruddin Razi Tefsiri Örnek Metin İncelemesi) okuyabilirsiniz.
Fahruddin Razi ve Tefsiri Örnek Metin Tercümesi
Kaynaklarda tam adı Muhammed b. Ömer b. el-Huseyn b. Ali el-Kuraşî et-Teymî el-Bekrî etTaberistânî olarak geçer. Fahruddîn onun lakabıdır. Kendisine allâme ve şeyhulislam da denmiştir. Soyunun Kureyş’e dayandığı söylenir.Fahruddin er-Râzî’nin babası Hatîbu’r-Rey adıyla anılan Ziyauddîn Ömer büyük bir alimdir. Üstün zekası, güçlü hafızası, etkili hitabeti olan Râzî, kelam, fıkıh usûlü, tefsîr, Arap dili, felsefe, mantık, astronomi, tıp ve matematik gibi alanlarda uzmanlaşmış ve eserler vermiştir. Râzî, Mutezilî, Kerrâmî ve Batınî akımlarla fikrî mücadele içinde olmuştur. Râzî, itikatta Eş’arî ve fıkıhta Şafiî’dir. Ancak zaman zaman Eş’arî kelamını ve Şafiî’nin bazı görüşlerini eleştirmiştir. Râzî’nin felsefî kelam yöntemini geliştirdiği söylenir. Onun en çok öne çıkan yanı kelamcılığıdır.
Râzî’nin tefsîrinin adı Mefatihu’l-Gayb olmakla birlikte etTefsîru’l-Kebîr adıyla da anılır. Râzî, Kur’an tefsîrini, aklî ilkeler ışığında Kur’an’a yönelecek eleştirileri cevaplandırmak ve çürütmek için yazdığını belirtir. Râzî’nin, tefsîrini hayatının son on yılında yazmış olduğu söylenebilir. Mefatihu’l-Gayb’ın kaynaklarının başında İbn Abbâs’ın tefsîr ve te’villeri gelir. Razi, İbn Abbâs’ın dışında Ubeyy b. Ka’b, İbn Mes’ûd, Hz. Ömer ve Hz. Âişe’den de görüşlere yer verir. Râzî, tabiûn müfessirlerinden de yararlanmıştır. Taberî’nin Câmiu’l-Beyân’ı Razi tefsirinin en önemli rivayet kaynaklarından biridir. Kelime tahlillerinde ezZeccâc ve el-Ferrâ’dan yararlanır. Dille ilgili önemli kaynaklarından biri el-Kaffâl’dır. Râzî, el-Gazzâlî’nin eserlerinden bilgilere ve görüşlere yer verir. Dilbilimsel tahliller, ayetler arasındaki uyum Konularında Ebû Muslim el-İsfahânî (ö.322/934) dan yararlanmıştır.
Râzî, Mukatil b. Suleyman (ö.150/767), İbn Kuteybe (ö.276/889), Kâdî Abdulcebbâr (ö.303/905),İbn Arefe (ö.323/935) İbn Fûrek (ö.406/1015), Ebu İshak es-Sa’lebî (ö.427/1035) ve el-Vâhidî (ö.468/1075) , ez-Zemahşerî(ö.538/1143)ve Ebu Bekr el-Esam gibi alimlerden de yararlanmıştır.
Râzî ayetleri tefsîr ederken mes’ele, bâb, nev’, hucce, kavl, hukm gibi adlandırmalarla başlıklandırmalar yapar. Böylece okuyucuyu sistemli bir anlatımla buluşturur.
Râzî, tefsîrinde kıratlara da yer verir. Şazz kıraatlere itibar etmez; mütevatir kıraatleri hüccet olarak görür. Nahivcilerin okuma biçimleri yerine kurrâdan tevatüren nakledilen okuyuşları tercih eder. Bazen kıraat farklılıklarına aklî izahlar getirir.
Râzî, tefsîrinde sahabe ve tabiûn müfessirlerinden Kur’an tefsîrine ilişkin bilgi, açıklama ve görüşleri nakleder. Bunların başında sebeb-i nüzul rivayetleri gelir. Bazı ayetlerin birden çok iniş sebebine de yer verir. Aklî ve tarihî bir çelişki veya ayetin nazmı ile bir uyumsuzluk olduğu kanaati uyandığında nüzul sebebini terk eder. Đsrailî haberlere olumlu bakmasa da bazı durumlarda bu tür bilgileri de kullanır.
Râzî ayet ve sureler arasındaki münasebete önem verir. Ayetleri, başka ayetlerle açıklamaya özen gösterir. Hadislere de tefsîrinde yer verir. Sarf ve nahiv açısından ayetleri ayrıntılı olarak irdeler ve şiirleri de delil olarak kullanır. Kelâmî açıklama ve tartışmalara tefsîrinde yoğun olarak yer verir.
Râzî, zaman zaman işarî te’villere de başvurur ve tefsîrinde fen bilimleri ve özellikle astronomiden yararlanarak açıklamalar yapar. Tıp alanında uzman olduğu için bazı ayetlerde tıbbî açıklamalara başvurur. Râzî, her dirayet tefsîrinde olduğu gibi fıkhî yorumlamalar yapar. Şafiî olduğu için genellikle Hanefî mezhebinin görüşlerini eleştirir. · Kâdî Beydâvî, Ebussuûd, İsmail Hakkı Bursevî, Âlûsî, Muhammed Abduh ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi alimler Razi tefsirinden etkilenmişlerdir. Subkî “Onun tefsîri, tefsîrle birlikte her şeyi ihtiva eder.” diyerek Râzî’yi İbn Teymiyye ve Ebu Hayyân el-Endelusî ‘ye karşı savunmuştur.
Kaynakça:
Tefsir Metinleri -II ,Editör Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları, 2012
Razi Tefsiri Mefatihul Gayb Örnek Metin Tercümesi için tıklayınız...
Razi Tefsiri Mefatihul Gayb Örnek Metin Tercümesi için tıklayınız...
Hucurat Suresinden Günümüze
Hucurât Sûresi, Mushaf’ta yer alma sırasına göre 49. suredir. Medine-i Münevvere’de inen surelerden olduğunda İslam alimleri arasında ittifak vardır. Sûre, adını dördüncü âyette geçen “Hucurât” kelimesinden almıştır. Hucurât ise, odalar demektir. Burada Peygamber Efendimiz’in aile efradıyla birlikte ikamet ettiği odalar kastedilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in aile efradıyla birlikte ikamet ettiği odaların dokuz adet olduğu ve Velid b. Abdilmelik zamanında yıkılarak mescide katıldığı bildirilmektedir. Sure, Medine döneminde inmiştir. 18 âyettir. Sûrede mü’minlerin, gerek Peygamber Efendimiz'e karşı, gerek kendi aralarında uymaları gereken bazı görgü ve ahlâk kuralları konu edilmektedir.
Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele’den sonra Medine’de, hicretin 9. yılında nâzil olmuştur. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Peygamber Efendimiz'in önüne geçerek veya onun sözünü keserek edebe aykırı davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1712).
Sûrede, müslümanların Allah’a ve Rasulüne karşı riayet etmeleri gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken ahlâkî tavır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, müminler arasında çıkacak ihtilâfların nasıl çözüleceği açıklanmış, insanların kök birliği ve eşitliği etkili bir üslûp içinde ilân edilmiş, üstünlüğün fırsat eşitliği içinde yapılacak yarışla elde edileceği vurgulanmış, iman ve islâm kavramlarıyla ilgili önemli açıklamalar yapılmıştır.
Fahruddin Râzî’nin, sûrenin ana konularıyla ilgili olarak yaptığı sistematik açıklama ilgi çekicidir: Bu sûrede müminler, güzel ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Riayet edilmesi gereken edep ve ahlâk kuralları ya Allah ya Resulü ya da başkalarıyla ilgilidir. Başkaları ya iman, ibadet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır yahut yoldan sapanlardır (fâsıklardır). Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar veya ayrı yerlerde. Böylece ahlâk ve davranış bakımından müminin karşısında beş farklı muhatap vardır. Sûrenin 1, 2, 6, 11 ve 12. âyetlerine “Ey iman edenler” diye başlanmış ve her birinde yukarıda sıralanan muhataplardan biriyle ilgili ahlâk, edep ve davranış kurallarına yer verilmiştir.
Hucurât Sûresi, özetle müslümanların, Allah’a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e karşı yerine getirilmesi lazım olan saygı ve hürmeti; mü’minlerin kendi aralarında uymaları gereken bazı görgü, edeb ve ahlâk kurallarını ve ancak inancında samimi ve en ufacık bir şüphe taşımayan imanın geçerli olduğunu; hiç kimsenin Allah’ı minnet altında bırakmasının söz konusu olamayacağı gibi hususları içermektedir.
Hucurat suresinden çıkarılacak derslerle ilgili olarak konu ile ilgili bir yazıyı, paylaşıp istifadenize sunmak istiyorum.
Allah ve Rasulünün Önüne Geçmeyin...
Müminlere yönelik olarak yapılan ilk hitapta Allah ve Rasulünün önüne geçilmemesi emri, söz söylerken, bir iş yaparken veya bir konuda hüküm verirken, acele edilerek Allah ve Rasulünün o konudaki emir ve uyarıları gözetilmeden ileri çıkmak anlamını ifade etmektedir. Nitekim, böyle bir uyarının gelmesine sebep olarak, sahabeden bir kısmının “şöyle veya böyle bir ayet inseydi daha doğru olurdu” diyerek –haşa- Allah’a ve Rasulüne akıl verircesine sözler sarfetmiş olmaları, böyle bir ayetin inmesine sebep olmuştur, denilmiştir.
Bu gün ayetin bize yansıyan tarafı, kendi kanaat ve düşüncelerimizi ortaya koymadan önce Allah ve Rasulü o konuda neler söylüyor, neler öneriyor ona bakarak hareket etmemizdir. Bu ayetten sonradır ki, Sahabe en iyi bildikleri bir konu dahi olsa, Allah Rasulünün o konuda ne diyeceğini öğrenmeden fikir beyan etmezlerdi.
Sesinizi Peygamber’in Sesinin Üstüne Yükseltmeyin!
Zaman zaman Allah’ın Rasulünün de bulunduğu ortamlarda yüksek sesle konuşan, herhangi bir akranına hitap ediyormuş gibi ulu orta Peygamber (as)’ın ismini telaffuz ederek, kendilerine muhatap olmasını isteyen edeb erkan yoksunu bazı sahabenin, Allah Rasulünü inciten bu tavırları nedeniyle Cenab-ı Hak Hucurât Sûresinin 2-5 ayetlerini inzal buyurmuştur.
Bu ayetlerde Allah Rasulünün huzurunda iken, onu rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşmak yasaklanmıştır. Bu yasaktan maksat, Hz. Peygamber’in huzurunda münasebetsiz bir şekilde bağırıp çağırmayı ve yüksek sesle konuşmayı önlemektir ki bu Efendimizin kabri ziyaretinde de geçerlidir. Nitekim bir gün Mescid-i Nebevi’de, Peygamberimizin kabrinin yanında yüksek sesle konuşan iki kişiyi duyan Hz. Ömer Efendimiz, onlar tarafına koşarak gelmiş ve sizler nerede olduğunuzu biliyor musunuz? diye çıkışmış ve nereden geldiklerini sormuş. Taifli olduklarını öğrenince de “Medine’li olsaydınız sizi ne şekilde döveceğimi ben bilirdim” demiştir. Bu sebeptendir ki, alimlerimiz “Hayatında Peygambere hurmeten nasıl yüksek sesle konuşmak haram idiyse, kabrinde de yüksek sesle konuşmak doğru değildir” buyurmuşlardır."
Bu ayette anlaşılan mananın yanında mecazi olarak düşündüğümüz zaman Rasulüllah'ın sesi hükmü üzerine söz söylemeyin sesinizi ondan daha çok yükselterek onu incitmeyin. Ulu-orta oturup kafasına göre peygamberimizin sözlerini eleştirenler,onun sözlerini sıradan bir söz gibi değerlendirip rahatlıkla eleştirenler, incitici sözleri hiç çekinmeden kullananların bu hallerinin nasıl red edildiğini ayet güzelce izah eder.
Haber Fasıktan Gelirse araştırın...
Fasık, Allah’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden demektir. Toplum içinde bu özellikleri ile bilinen bir insandan veya bir haber kaynağından sadır olan bir haber birimize ulaşırsa, hemen o haberi ele alıp yola koyulmamak gerekir.
İlgili ayetlerde, bize ulaşan haberlerin iyi bir tedkik ve tahkikten sonra değerlendirmeye tabi tutulması, aksi takdirde pişman olunacak neticelere ulaşılabileceği, daha da kötüsü, iman, amel ve güzel ahlak konularında onulmaz yaralar alınabileceği, doğru ve haktan uzaklaşılabileceği ve nimetlerin en büyüğü olan iman nimetinden mahrum kalınabileceği gibi hakikatler anlatılmaktadır. Bu gün gündelik hayatımızda bir çok olayları dinliyor ve kimden ne maksatla üretildiğini bilmediğimiz bir yığın bilgi kirliliği içinde boğulup gidiyoruz. Malum ayetler, belki de hayatında bir defa, o da kendince mazur sayılabilecek bir konuda yalan söylemiş bir Peygamber ashabı hakkında indirilmiştir.
Rivayete göre, Hz. Peygamber, Velid b. Ukbe’yi Beni Müstalik kabilesine zekat memuru olarak göndermiş. Bu kabile ile önceden var olan bir husumetten dolayı korkuya kapılan Velid, yoldan dönmüş, Hz. Peygamber’e gelerek, onların irtidat ederek, zekat vermediklerini söylemiş. Bu haber üzerine Hz. Peygamber, bu kabileye kızmış, savaşmayı bile tasarlamış, bu arada bir kısım sahabe asalım keselim kabilinden sözler sarfetmiş. Ancak Peygamberimiz, ihtiyaten Halid b. Velid’i durumu incelemek üzere göndermiş. Halid, incelemeleri sonunda Beni Mustalik’in ezan okuyup, namaz kıldıklarını ve zekatlarını da teslim ettiklerini Hz. Peygamber’e bildirmiş, durum vuzuha kavuşmuş, ayetler de bu olay üzerine inmiştir.
Bir enformasyon çağında yaşadığımız bir dönemde, yalan haberlere dayalı olarak çıkarılan son harpleri ve insan hakkı ihlallerini görünce ayetlerin ne kadar önemli sosyal mesajlar içerdiğini anlıyoruz. Hatta yalan haberler özellikle uyduruluyor; insanlar şöyle dursun, devletler adeta tuzaklara düşürülüyor ve bir yığın mal, can, ırz, namus gibi değerler ayaklar altında heba olup gidiyor. Yalan haberler sebebiyle insanlar bazan en yakınları ile yaka paça olabiliyor, yıllarca küsülü kalmaları yetmezmiş gibi, bazan canlara bile kıyıldığı oluyor. Öyle ise, Kur’an’ımıza ve onun tebliğcisi ve uygulayıcısı olan Peygamber Efendimizin uygulamalarına müracaat edeceğiz ve aldığımız bir haber hakkında kılı kırk yararak bir kanaat oluşturmaya çalışacağız. Aksi takdirde canımız yanmaya veya birilerinin canlarını yakmaya devam ederiz.Bu ayette anlaşılan mana iyice tetkik edilirse; sosyal medyada durmadan birşeyler paylaşanlar, doğru ya da yanlış incelemeden irdelemeden bir fikrin savunuculuğunu yapanlar bin kere değil milyon kere düşünmesi gerekir. Nice insan var ki sosyal alanda birbirini hiç tanımadığı halde yalan haberleri doğruymuş gibi o kadar rahatlıkla yayma görevi üstleniyorlar ki hallerine şaşılır. Bir gazetede, dergide sosyal medya araçlarında bir yazı okuyorsunuz bir resim görüyorsunuz köşede paylaş butonu var hemen arkadaşlarınızla paylaşıyorsunuz.Doğru mu yanlış mı araştırma yok. yanlışa aynen ortak olma değil de nedir bu? Biraz ayetler ışığında düşünün.
Ya Husumet Müminler Arasında Cereyan Ederse?
Aslolan barış içinde bir hayat yaşamaktır. Barışı bozan şeyler arızi sebeplerdir. Aynı inancı paylaşan insanlar arasında ise, kabili mümkün olmayan bir halettir, düşmanlık, husumet. Ama olabiliyor. Bizim bu sözümüz, bir kabulün ifadesi değil, sadece vakıayı tesbittir.
Tefsirlerimizde Hucurât Sûresi’nin 9-10 ayetlerinin inzaline sebep teşkil eden bir çok olay anlatılmıştır.Hepsinin de ortak olduğu taraf, ayakkabı, terlik ve ince hurma çubuklarıyla sahabeden bir kısmının diğer bir kısmı ile küçük çaplı kavga yapmış olmalarıdır. Durumdan haberder olan Efendimiz (as)’ın daha olay büyümeden grupların arasına girerek, yatıştırıcı ve teskin edici ifadelerle onları barıştırmış olmasıdır.
“Sulh en hayırlısıdır” buyuran Rabbimiz haramı helal kılan bir sulhün haricinde her alanda barıştırmayı överken, Peygamber Efendimiz (s.a.v) de “Hükümlerin efendisi sulhtür” buyurarak insanların arasını barış yoluyla bularak anlaştırma ve bir hükme bağlamanın önemini vurgulamıştır.
Yukardaki ayetlerde görüldüğü gibi Efendimiz (as), barıştırma işleminin sadece sözünü etmemiş, aynı zamanda tatbikatını da göstermiştir.
Sulhün ve barışın, kardeşler arasının ıslahı için, bir güç ve otoritenin olması da gerekir. Yani taraflar üzerinde madden ve manen yaptırım gücüne sahip olmak da lazımdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir otoritesi söz konusu idi. Bu sayede ashabı ve tebaası arasında oluşabilecek problemlere derhal müdahele ediyor ve netice de alıyordu. Ama bu gün öyle mi? Özelde ve genelde müslümanlar kendi problemlerini kendi aralarında çözme kudretini gösteremeyince, başkalarının insafına terkediliyorlar. Bunun dünya çapındaki acı yansımalarını son otuz seneden bu tarafa üzülerek seyrediyoruz. Müslümanların başında “veliyü’l emir” olarak bulunan otoriteler, bir müddet sonra kendi diktalarını ilan ediyorlar ve yıllarca hakkı ifade etmek ve yaşamak isteyen kendi öz kardeşlerine yapmadıkları zulüm ve işkence bırakmıyorlar. Bir müddet sonra da müslüman milletler “denize düşen yılana sarılır” vecizesinde olduğu gibi, daha koyu ve katı düşmanların kucağına düşüyorlar.
Ayetlerde, ileri giderek hududu aşan grup hem ayıplanıyor hem de bu aymazlığında devam ederse, gadre uğrayan grubun yanında yer alınması isteniyor; ta ki saldırganlar, bu saldırganlıklarından vazgeçinceye kadar. Saldırganlık sona erdikten sonra ise, hemen kardeşlikler hatırlatılıyor ve her ne kadar arada husumet te olsa inanan insanların kardeşler oldukları çok çarpıcı ifadelerle dile getiriliyor: “Müminler ancak kardeştir.” Yani eğer bir kardeşlik mefhumundan bahsedilecekse, bu kardeşlik, nesep, sıhriyet, mal, mülk kardeşliği ve ortaklığı olamaz, en güçlü, en sağlam kardeşlik, din, inanç bağı ile oluşacak kardeşliktir. (M. Hulusi Ünye Eylül/2011)
Hucurat Suresinin mealini okumak için bağlantıya tıklayınız. (Bkz. Hucurat Suresi Meali)
1 Kurtubi, El-Cami’ li-Ahkami’l Kur’an, C. 19, Shf. 352 ,
2 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 6, Shf. 4453,
3 Hucurât, 49:1,
4 Sözlük, Ferid Devellioğlu, Fısk Maddesi.,
5 El-Cami Li-Ahkami’l Kur’an, Kurtubi, C. 16. Shf. 205,
6 El-Cami Li-Ahkami’l Kur’an, Kurtubi, C. 16. Shf. 207-208,
7 Nisa, 4:128,
8 Şerhu’n-Nîl ve Şifau’l-Alîl, C.27, Shf. 304z.
9 www.hayatonline.eu/m-hulusi-unye/hucurat-suresi-ve-bazi-ahlak-kurallari/
Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!
Matematik Konularından Seçmeler
matematik
(301)
geometri
(133)
ÖSYM Sınavları
(61)
trigonometri
(56)
üçgen
(49)
çember
(36)
sayılar
(32)
fonksiyon
(30)
türev
(26)
alan formülleri
(25)
analitik geometri
(23)
dörtgenler
(19)
denklem
(18)
limit
(18)
belirli integral
(14)
katı cisimler
(12)
istatistik
(11)
koordinat sistemi
(11)
fraktal geometri
(7)
materyal geliştirme
(7)
asal sayılar
(6)
elips
(3)
tümevarım
(3)
binom açılımı
(2)
hiperbol
(2)












