Ehli Küfre Benzemek

Dünyanın şu acayip ortamında, artık herşey herşeye karışmış durumda iken iman sahibi biz müslümanların, imanlarını muhafaza etmenin ne kadar zor olduğunun idarki içindeyiz. Şeytan ve şeytanlaşmış insanlar; iman kalelerini yıkmak için her yönden saldırı içinde iken, dünyanın bu sefil hatalarını düzeltmeye kendini adamış kutlu insanların nurlu çabalarını hatırlamak bize bugünleri daha iyi kavramaya yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Hindistan coğrafyasında, uydurma din ve anlayışlara karşı büyük bir mücadele veren İmam Rabbani (k.s)'nin mektubat eserinden bir kesiti sunmak belki bugünlerimizi daha iyi anlamaya vesile olacaktır inşallah.

İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Hazretleri, 1.cilt 266.mektubunda; "Bilinmesi gerekir ki: Küfür ve küffar Hakkında adavetin zatî olduğu tahakkuk ettiği için; rahmet ve re'fetin âhirette küffara şümulü mümteni olmuştur; zira, bu cemal sıfatlarındandır. Aynı şekilde, rahmet sıfatı, zatî adaveti de kaldıramaz.. Zira, zatin taalluk ettiği şeyler, sıfatın taalluk ettiği şeylerden daha kavi ve daha yüksektir. Bunun için: Zatın muktazasını, sıfatın muktazası tebdil ve tağyir edemez. Nitekim, bu mana: — «Rahmetim, gazabımı geçti..» Hadis-i kudsisinde anlatıldı. Burada anlatılan gazaptan murad: Müminlerin asilerine inhisar eden, sıfata bağlı gazap olsa gerek.. Müşriklere mahsus olan gazap değildir. Şöyle bir şey sorulabilir: — Yukarıda tahkikini yaptığınız gibi; küffarın dahi, dünyada rahmetten nasibi vardır. Bu durumda, nasıl olur da, rahmet sıfatı dünyada, zatî adaveti kaldırır?. Bunun için şu cevabı veririm: — Kâfirlere, dünyada iken rahmetin husulü, ancak zahir ve suret itibarı iledir. Amma, hakikatte bu onlar Hakkında istidraçtır ve keyddir. Nitekim, şu mealdeki âyet-i kerimeler, bu mananın şahididir: — «Öyle mi sanıyorlar ki, kendilerine malla ve evladla yardım ediyoruz. Hayırlarda onlar için koştuğumuzu sanıyorlar.» (23/55) Bir başka âyet-i kerimede ise, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu: — «Bilemeyecekleri cihetten, onları derece derece helake götürürüz. Onlara mühlet veriyorum; gerçekten keydim metindir.» (68/44) Çok faydalı bir mesele.. "
"Cehennemin ebedî azabı, küfrün cezasıdır. Bu manada, sorulabilir: — İmanı olmasına rağmen; bir şahıs küfür merasimini icra eder, küfür ehlinin merasimine de tazim eder, ulema dahi onun için: Fiilleri dolayısı ile küfür hükmünü verir; mürtedlerden sayar.. Nitekim, Hanud Müslümanları bu beliyyeye müptelâ olmuşlardır. Durum böyle olunca, o şahsın ebedî olarak cehennem azabında kalması gerekir ki ulemanın fetvasının muktazası dahi budur." İmam Rabbani Mektubat-266
"Durum böyle iken, sahih rivayetlerde şöyle gelmiştir: — «Kalbinde zerre kadar imanı olan, ebedî azap görmez; ateşten çıkarılır.» Bu meselede senin tahkikin nedir?. Şöyle derim: — Eğer o kimse, sırf kâfir ise., onun için daimî azabı, isabetli görürüz. Allah-ü Taâlâ, bizi ondan saklasın. Bu küfür merasimlerini yapmasına rağmen, kalbinde zerre mikdarı iman var ise., ateşte azap görür. Lâkin umulan odur ki: Bu zerre kadar imanı bereketi ile, cehennemde ebedî kalmaktan kurtulur. Cehennem azabında istikrar bulmaktan necata erer." 
"Bir keresinde, bir hasta şahsın ziyaretine gittim. Ölüme yaklaşmıştı. Haline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki: Kalbi, şiddetli zulmetler içinde.. Her nekadar bu zulmetin kalkması için, teveccüh ettiysem, hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra bilindi ki: Bu zulmetler, kendisinde saklı duran küfürden naşidir. Bu sıkıntıların menşei dahi, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır. Bundan sonra bana belli oldu ki: Bu zulmetlerin defi için teveccüh yerinde bir iş değil.. Zira, onun bu zulmetlerden temizlenmesi cehennem azabına kalmıştır. Ki: Küfrün cezası odur. Bu arada şu dahi bilinmiş oldu ki: İmandan bir zerre, onu ebedi cehennem azabında kalmaktan kurtaracaktır. Bu dahi o mikdar imanın bereketi ile olacaktır. Bu durumu, onda müşahede ettikten sonra, hatırıma şöyle geldi: — Bunun namazını kılmak caiz mi?. Yok caiz değil mi?. Diye.. Bu da teveccühten sonra zahir oldu ki: Onun namazını kılmak yerinde olur. O Müslümanlar ki, imanın varlığı ile beraber, ehl-i küfrün âdetlerini icra ederler ve onların günlerine tazim ederler., onların namazını kılmak yerinde olur. Onları, küffar arasına katmak doğru olmaz.. Nitekim, bu iş bugün yapılmaktadır. Şu da yerinde olur ki: İşin sonunda, ebedi azaptan onların necatlar, umula.." İmam Rabbani Mektubat-266
"Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılmış oldu ki: Ehl-i küfre af yoktur. Onlar için bağışlanmak da yoktur. Şu âyet-i kerime bu manada açıktır: — «Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.» (4/48) Şayet katıksız kâfir ise., onun küfrünün, cezası, ebedi azaptır. Eğer ondaki fücura rağmen, zerre kadar îmanı var ise., onun cezası da muvakkat azaptır. Sair büyük günahlarını, Allah dilerse bağışlar; dilerse azab eder." İmam Rabbani Mektubat-266 
İbn-i Ömer (r.a.) teşebbüh (benzemek) hakkında şöyle buyururlar:Bir kimse müşriklerin arzına ev bina edip, onların bayramlarına katılmak suretiyle onlara benzerse, o kimse kıyamet günü onlarla beraber haşrolunur.” (Feyzü’l-Kadir, 104)
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Hazretleri, 3.cilt 41.mektubunda “Bundan başka, şirk âdetlerine, küfür mevsimlerine tazim etmek şirkte sağlam bir basamaktır. İki dini tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm hükümlerinin mecmuu ile küfrü bir araya getirmeye teşebbüs eden dahi müşterektir. Halbuki küfürden teberri etmek, şirk şaibelerinden sakınmak tevhiddir. Marazların, hastalıkların defi için, asnamdan ve tağuttan (sahte tanrılar, kâhin ve putlardan) yardım talep etmek aynen şirktir. Böyle şeyler, ehl-i İslâm'ın cahilleri arasında şayi olmaktadır. Yontulmuş taşlardan hacet talep etmek dahi küfrün kendisi olup yüce Vacibü'l-Vücud zatı inkârdır. 
Allahu Teala, bazı dalâlet ehlinin halinden şikâyet ederek, şöyle buyurdu: "Şu kimseleri görmez misin ki, onlar sana indirilen ve senden önce indirilene iman ettiklerini sanırlar; kâhini de hakem tutmak isterler. Halbuki, ona küfretmek için emir almışlardır. Şeytan dahi, onları, derin bir sapıklıkla saptırmak ister."(4/60) Kadınların pek çoğu, memnu olan bu yardım talebini yapmaya müptelâdırlar. Bu tür kadınların kendilerinde bulunan tam cehalet sebebi ise, müsemmadan hali olan bu isimlerden beliyyenin defini talep ederler... Şirk ehlinin ve şirkin merasimini edaya meftundurlar. Bilhassa, Hindistan kadınları sırasında: -Setile... diye bilinen cederi (çiçek veya benzeri kabarcıklı bir hastalık) marazının arız olduğu vakitlerde. Anlatılan fiil (hstalıktan şifa bulmak için dalalet ehlinden yardım talep etmek), o kadınların hayırlısında ve şerlisinde; bu zamanda müşahede edilip görülmektedir. O derecede ki, bu şirkin inceliklerinden geri kalan, onun âdetlerinden bir âdete gitmeyen tek kadın bulunamamaktadır. Meğer ki Allahu Teala'nın koruduğu biri ola... 
Hinduların büyük bildikleri günlere tazim, Yahudilerce bilinen gün âdetlerine uymak küfrü icab ettirip şirki gerektirir. Nitekim ehi-i islâm'ın cahilleri, küffarın belli günlerinde küfür merasimini icra etmektedirler. Bunları kendileri için de bayram kabul edip kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onlara benzeyen hediyeler yollamaktadırlar. Zarflarını dahi küffar gibi o mevsimde boyarlar. Ayrıca onları kırmızı pirinçle doldurduktan sonra yollarlar. O mevsime de tam manası ile itina ederler. Bütün bu anlatılanlar şirktir ve Allah'ın dinine karşı küfürdür. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu: "Onların pek çoğu, Allah'a iman etmez; meğer ki müşrik halleri ile inanalar..."(12/106)
Kendilerine adak yapılmış olarak, meşayihin kabirlerinde, meşayih için adak olarak kesilen kurbanları dahi, fıkhi rivayetlerde fukaha şirke dahil edip üzerinde sıkı durdular. Sonra bunu, şer'an men edilen cinne tapanların kestikleri cinse dahil eylediler. Kendisinde şirk şaibesi olduğundan, bu amelden dahi sakınmak gerek. Zira, adak yolları bunun dışında çoktur. Neden dolayı, öyle bir şekilde hayvan boğazlanıp da, cinne tapanların cin için kestiklerine benzetilip onlara katılmak olsun? İmam Rabbani Mektubat-453 (3.Cilt-41)

Milli Kültür Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal ATATÜRK
Genel kabul görmüş bir tarife göre kültür, bir toplumun yaşam biçimidir. Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içine girmektedir. Diğer bir görüşe göre kültür; teknik, iktisadi, içtimai, siyasi ve fikri formasyonu ihtiva eden kendini bilme hareketidir. ...Kişilik, edindiği kültür kadar gerçeklik ve güce sahip olmaktadır; o kendi kendine varolmaya ulaşıncaya kadar "kültür edinmektedir" ve ancak böylece kendi kendine varolmakta ve o zaman gerçek bir varlığa kavuşmaktadır.(1) UNESCOda ittifakla kabul edilen tarife göre (ise) kültür, bir insan topluluğunun kendi tarihi hususunda sahip olduğu bilinç demektir. Bu insan topluluğu, bu tarihi gelişme bilincine dayanarak varlığını devam ettirme azmini gösterir ve gelişmesini sağlar.(2)
Millî Kültür konusunda ise değişik görüşler olmakla birlikte, ülkemizde başlıca üç görüş vardır. Bunlardan gelenekçi görüş, millî kültür değerlerinde bir ayrım yapmaz. Tarihi olanla, millî olan birbirine karışmıştır. Değişmez ve değişmemesi gereken değerlerle, üretim biçimi, yerleşim dokusu sonucu oluşan değerlerin tamamı kıskançlıkla korunmak istenilir...İkinci görüş, "evrensel kültür" adını verdikleri Batı kültürünün, ülkemizde uygulanmasını (isteyenlerin ileri sürdüğü görüşün) adıdır. Üçüncü ve doğru olan görüş; Millî kültürü, temellerini oluşturan değişmez değerleri koruyarak, gelişen teknolojiye uygun, sanayi ve sanayi ötesi toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirmek ve çağdaşlaştırmaktır.(3) Bu üçüncü görüşü en güzel biçimiyle Yunus Emre ve Hz. Mevlana formüle etmişlerdir. Yunus bir şiirinde şöyle seslenir "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası."Mevlana Celaleddin Rûmi ise Mesnevide şöyle söylüyor; "Geçen gün geçti cancağızım, gelen yeni bir gündür, yeni şeyler söylemenin çağıdır..." ve Mevlana aynı konudaki hikmetli sözlerine devam ederek şöyle der;
"Bir ayağımız sımsıkı millî ruh kökümüzde, Bir ayağımızla dolaşalım evrenleri..." (Mevlana)

Toplum İçinde Yaşamak

Ebû  Muse'l-Eş'arî'den  nakledildiğine  göre  Allah  Rasulü  (s.a.s.)  şöyle buyurdular: “Sizden biriniz bir mescide veya bir çarşıya ya da bir meclise elinde  oklarla  uğradığında,  onların  ucunu  tutsun."  Ebu  Musâ  dedi  ki:  " Allah'a yemin olsun ki, bu okları birbirimizin yüzlerine doğrultmadan bu dünyadan ayrılmadık." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/400)

 
Hadis-i Şerif, insanların toplum içinde birbirlerine zarar vermeden yaşamalarını hedefleyen Allah Rasûlü'nün,  bazılarımız için belki ayrıntı sayılabilecek bir  konudaki  uyarısını  içermektedir.  Hz.  Peygamber'in  yaşadığı dönemde  insanlar  savunma  amacıyla  veya  özel  bir  sebeple  çoğu  kez silahlarını  yanlarında  bulundurmakta,  çarşı  ve  mescid  gibi  insanların yoğun oldukları yerlere de bu şekilde çıkmaktaydılar. Günün şartlarına göre, kılıç, ok veya hançer gibi yanda taşınan bu silahların, açık olması veya uçlarının dışarıda bulunması halinde, sokakta  yürürken, mescidde namaz kılarken veya bir mecliste otururken yakındaki kişilere dokunarak zarar  vermesi  muhtemeldi.  Allah  Rasûlü,  belki  yaşanan  bazı  olaylar üzerine veya bir ön tedbir olarak bu uyarıyı yapmıştı. Yine bu endişeden hareketle o, "kılıcın, kınından çıkarılmış olduğu halde alınıp verilmesini yasaklamıştı".(Ebu  Davud,  Cihad,  67)  Onun,  "ana-baba  bir  kardeşi  bile olsa,  bir  din  kardeşine  demirle  işaret  eden  kimseye meleklerin  lânet edeceğini"  bildirmesi  de  (Müslim,  Birr,  35)  aynı  duyarlılığın  bir sonucuydu.  Buhari'de  yer  alan  bir  rivayette  bu  anlatım  daha  da netleşmekte  ve  "  hiç  kimse  kardeşine  silahla  işaret etmesin.  Çünkü  o bilmez ki, belki şeytan elini çekiverir de (kardeşini istemeden  vurabilir) ve böylece bir Cehennem çukuruna yuvarlanmış olur,"buyrulmaktadır. (Buhari,  Fiten,  7)  Muhtemelen,  bizdeki  "şeytan  doldurur"  sözünün kaynağı olan bu hadisle aynı bölümde yer alan, "bize silah çeken bizden değildir"  (Buhari,  Fiten,  7)  hadisi  bu  konuda  son  noktayı  koymakta  ve hiçbir  müminin,  bu  sıfatıyla  din  kardeşine  silah  çekemeyeceğini  ifade etmektedir.
Görüldüğü  üzere  sevgili  Peygamberimiz  bu  mesajlarıyla  14  asır öncesinden  sanki  bizlere  hitap  etmektedir.  Kaza  kurşunuyla  en yakınlarını  öldüren,  sevincini  ifade  için  kalabalıkta  veya  meskûn mahalde silahını ateşlemeyi marifet sayan, en mutlu günlerini kutlamak için  silahtan  başka  bir  şey  aklına  gelmeyen  insanların  doğurdukları tehlike  ve  yol  açtıkları  olumsuz  sonuçlar  bu  uyarıların  önemini  bir  kez daha  ortaya  koymaktadır.  Şaka  veya  korkutma  kastıyla  birisine  silah doğrultmanın,  ihmal  veya  dikkatsizlik  sonucu  tehlikeli  biçimde  silah taşımanın  sebep  olabileceği  kazalar  bile  büyük  acılara  ve  telafisi mümkün olmayan zararlara yol açarken, herhangi bir bahaneyle ortalığa yüzlerce  kurşun  sıkmanın  nelere  mal  olduğunu  hemen  her  gün yaşayarak  görüyoruz.  Çoğu  zaman  faili  bulunamadığı  için  "maganda kurşunu"  deyip  geçtiğimiz  ve  belki  de  kendileri  bile  hangi  cana kıydıklarının  farkında  olmayan  bu  sorumsuz  insanlar,  bugün  aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşsalar da, yarın  ilahî adaletten yakalarını asla kurtaramayacaklardır.
Yol üzerinde insanlara zarar verecek şeylerin kaldırılmasını bile imandan bir  şube  sayan  (Müslim,  İman,  14)  Allah  Rasulü'nün, başkalarına  zarar verip  vermemeyi  imanla  ilişkilendirmesi  son  derece  anlamlıdır.  Çünkü onun  tarifine  göre,  "müslüman,  başkalarının  elinden ve  dilinden  salim olduğu; mümin ise, insanların, canları ve malları konusunda kendisinden emin  olduğu  kimsedir".(Tirmizî,  İman,  12)  Onun  için,  mümin, başkalarına  zarar  vermek  bir  yana,  zarar  verme  potansiyeli  taşıyan  her hareketten  de  titizlikle  kaçınmak  zorundadır.  Toplum  içinde  yaşayan insanlar,  kendilerinden  önce  başkalarını  hesab  etme alışkanlığını kazanırlarsa  daha  rahat  bir  hayat  sürmenin  yolunu  da  bulmuş  olurlar. Çünkü,  önce  başkalarıyla  ilgili  hesabı  yapıp  onlara bir  zararlarının dokunmayacağını anladıklarında, kendi alanlarının sınırlarını daha kolay belirleyecek  ve  işlerini  gönül  huzuru  içinde  yapacaklardır.  Her  şeyin merkezine kendi çıkarlarını koyan insanlar etraflarına fazla bakmadıkları için,  bu  çıkarları  elde  ederlerken  kimlere  zarar  verdiklerini  ancak şikayetler  çoğalınca  anlarlar.  Bu  aşamadan  itibaren çatışmalar  ve düşmanlıklar başlayacağı için çoğu zaman iş işten geçmiş olur.
İslâm Dini,  her  şeyin  merkezine  kendisini  koyan  bencil  insan  yerine, başkalarını  da  hesaba  katarak,  onlarla  barış  ve  huzur  içinde  yaşayacak insan  modelini  hedeflemiş,  Allah  Rasûlü  de  söz  ve  tatbikâtıyla  bunun nasıl başarılacağını göstermiştir. Rivayetin son kısmında yer alan Ebû Muse'l-Eş'arî'ye ait söz acı bir itirafı dile getirmektedir. Hicretin 42. yılında ölen Ebû Musâ, Hz. Peygamber'in vefatından  sonra  ortaya  çıkan  siyasî  ve  sosyal  çalkantılara,  Cemel  ve Sıffîn  gibi  iç  savaşlara  yakınen  şahit  olmuş  ve  bunların  Müslüman toplum  üzerindeki  tahribatını  bizzat  görmüş  bir  sahabidir. Müslümanların,  birbirlerine  zarar  vermemek  için  oklarını,  kılıçlarını korumaya  almaları  konusunda  Hz.  Peygamber'in  hassasiyetini  yansıtan bu hadisi nakleden Ebû Mûsa, daha 30 yıl geçmeden, o okları ve kılıçları birbirlerine  karşı  kullanır  hale  gelen  Peygamber  ümmetinin  düştüğü durumu hayıflanarak anlatmaktadır. Hicretin 74. yılında vefat eden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah  b.  Ömer de, kendisine, ihramlıyken sivrisineğin öldürülmesinin  hükmünü  soran  Iraklı  bir  adama,  "şuna  bakın, Nebi(s.a.s.)in torununu öldüren adamlar bana sivrisineğin öldürülmesini soruyor" diyerek, o acı günleri aynı hayıflanma duygusuyla yâd etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/152; Buhari, Edeb, 18)
Sonuç olarak, toplum içinde yaşamak, mutlaka sorumluluk, yerine göre fedakârlık  gerektirir.  Fedakârlık  bir  yana,  sadece  sorumluluklarımızın farkında  olmak  bile  toplum  olarak  huzurlu  bir  hayat sürmemiz  için yeterli olacaktır.
İ. Hakkı Ünal,  40 Hadis 40 Yorum, DİB. Yay., Ankara 2011, ss. 118-122.

İlim ve Alim

 “Allah rızâsı için öğrenilmesi îcâb eden ilmi, sâdece dünyâ için öğrenen kişi, kıyâmet gününde cennetin kokusunu dahi duyamaz.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Ebû Dâvûd) 

Âlimlerin dünyâya muhabbet ve rağbetleri, onların güzel yüzleri üzerine bir lekedir. Her ne kadar onlardan insanlar için faydalar hâsıl olsa da ilimleri kendi haklarında faydalı olmaz. Onlar vasıtasıyla dîn takviye olsa da buna i'tibar yoktur. Çünkü takviye zaman zaman bazı fâcirlerden ve dîni inançları zayıf, gevşeklerden de hâsıl olur. Peygamberlerin Efendisi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Allâhü Teâlâ bu dîni fâcir bir kişi ile de takviye eder.” Onlar fâris taşı gibidir. Demir veya düz bir şey ona bitiştirilse altın olur. Ama o, taş olarak kalır…

... Şüphesiz bu ilim, onlar hakkında zararlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kıyâmet günü insanların azâbı en şiddetli olanı Allâhü Teâlâ’nın, ilmiyle menfaatlendirmediği âlimdir.” buyurmuşlardır. Çünkü o ilimlerle onların aleyhlerine delil tamamlanmış oldu. Nasıl zararlı olmaz? Onlar Allah katında eşyânın en azîzi ve varlıkların en şereflisi olan ilmi, alçak dünyâ malı, makâmı ve dostları için vesîle yaptılar. Halbuki Allah katında dünyâ alçak, hakir ve mahlûkâtın en çok buğzolunanıdır...

Ders okutmak ve fetvâ vermek, ancak Allâhü Teâlâ’nın rızası için olursa ve makam ve mevki sevgisinden, mal ve mertebe elde etme hırsından uzak olursa fayda verir. Bunlardan uzak olduğunun alâmeti ise dünyâdan yüz çevirmek ve ona rağbet etmemektir.

Büyüklerden biri şeytanı, insanlara vesvese vermeyi ve onları saptırmayı bırakmış, oturuyor gördü. Ona, böyle rahat oturmasının sırrını sordu. Mel'un şöyle dedi: “Bu zamandaki kötü âlimler bana işimde çok büyük yardım ediyorlar ve (insanları) saptırmayı benim adıma işliyorlar, benim başımı rahatlatıyorlar.”

Hakikat, şu zamanda din işlerinde vâki olan her za'fiyet ve gevşeklik ve dinin yayılmasında ve takviyesinde zuhûr eden her gevşeklik ancak kötü âlimlerin uğursuzluğundan ve niyetlerinin bozuk olmasındandır. Evet, eğer âlimler dünyâdan yüz çevirselerdi, makam ve mevki sevgisinden, mal ve mertebe elde etme hırsından kendilerini kurtarmış olsalardı, onlar âhiret âlimlerinden ve enbiyânın-aleyhimü's-salevâtü ve't-teslîmât- vârislerinden olurlardı. Çünkü onlar mahlûkatın en faziletlisidir.(Fazilet Takvimi/2012)
| Devamı... 0 yorum

İnanç zayıflığı ve intihâr

Ölüm, dünya hayatının nihayete ermesiyle başlayan sonsuzluk yurdunun anahtarıdır. Bu anahtarla ahiret kapısı açıldıktan sonra artık geriye dönüş imkanı kalmaz. Ölüm, tüm insanlar için beklenen sondur. Herkes bu sonla yakın ya da uzak zamanda karşılaşacaktır. Kur'an-ı Kerim'de bu son şöyle ifade edilir: "Herkes ölümü tadacaktır; yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet gününde verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konursa artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir." (Ali İmran Suresi/185) Kafirler; ölüm acısını şiddetli hissederken, müslümanlar derecelerine göre ölüm acısını hafif hissedecekler, hatta bazıları hiç hissetmeyeceklerdir. Şehitler ise ölüm acısını hissetmezler.  Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Şehîd, ölüm acısı duymaz, kabirde üzülmez, kıyâmetin dehşeti, hesâb, mîzân, sırât onu rahatsız etmez, doğruca Cennete gider." [Beyhakî] Narkozlu hasta, nasıl ameliyat acısını duymazsa, sâlih mümin de kurşun yağmuruna tutulsa dahi, vücudu dilim dilim parçalansa bile ölüm acısını duymaz. Hz.Yûsuf’un güzelliği karşısında kendinden geçip ellerini kesen  kadınlar, bu kesik acısının nasıl farkına varamadılarsa, ölüm meleğinin güzel sûretini gören mümin kişiler de ölüm acısını hissetmez.

Hastalık ve dünya sıkıntılarından kurtulmak için ölümü istemek câiz değildir.  Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ölümü istemeyin! Çünkü bir kişi iyi ise, yaşadıkça iyiliği artar. Kötü ise, hatâlarından dönüp doğru yola gelebilir.) [Buhârî] 

İNTİHAR
Kişinin kendi eliyle canına son vermesi çok büyük günahtır. İnsanın canı, ırzı, namusu, şerefi, malı, nesli mukaddestir, her zaman korunması gerekir. İnsan, kendi canıyla birlikte başka canları da daima korumakla mükelleftir. Ne kendi canına ne de başkalarının hayatına asla zarar veremez. Müslüman bir kişi, intihârı hiç bir zaman aklına getirmemeli ve asla düşünmemelidir. Çünkü intihâr, bir çâre, bir kurtuluş değil, aksine tarîfi imkânsız azâblara kendini atmak demektir. İntihar eden bir kişi için ölüm acısı çok şiddetlidir. İntihâr etmek, küfre yakın çok büyük günâh olduğundan, ölürken dayanılmaz acılara mâruz kalınır. Ölüm acısı, sanıldığı gibi bir ân değildir. İntihâr edince âhirette daha büyük acılara girilir. Âhiret sıkıntıları, dünya sıkıntıları gibi değildir. Ahirete iman etmiş bir kişi, kendi elleriyle kendini tehlikeye atmaz. Borçları olan kişi, zaman gelir tüm borcunu öder. Çaresiz hastalıklar içinde olanlar, gün gelir derman bulur. Dermansız dertlerde olan kişi, bu rahatsızlıklarına sabretmekle mükafatlara erişir. İntihar, bir kurtuluş değildir. Bu dünyada başa ne gelirse sabretmek lazımdır. Sabır ve metanet içinde olan kişiler, Allah katında dünyadaki acılarının tamamını unutturacak nimetlere kavuşur. Rasulüllah (s.a.v), Mekke'de peygamberliğini ilan edip tebliğe başladığında, en yakın çevrelerinden bile nice eziyetler görmüştür. Yıllarca müşriklerle savaşmış, onca işkence ve eziyetler içinde kalmış, boykotlara uğramış, ikamet yerinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Bütün bunlara sabretmiş ve Allah'tan asla ümidini kesmemiştir. En sonunda Allah'ın inayetiyle, yerinden yurdundan çıkarıldığı Mekke'ye, yıllar sonra fetheden bir komutan olarak geri dönmüştür.

Kur’ân-ı kerîmde buyuruldu ki: 
"(Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin; ancak karşılıklı rızânıza dayanan ticaret böyle değildir ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.) " [Nisâ Suresi/29]
...“Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”... (Maide Suresi/32)

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Yedi helak edici günahtan uzak durunuz. Denildi ki, ya Resulullah, onlar nelerdir? Şöyle buyurdu: Allah'a ortak koşmak, bir cana kıymak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadına zina iftirası yapmak." (Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, Tıb, 45; Müslim, İman, 144).

Bir kişi, uyku hapı içerek veya narkozla her tarafı uyuşturularak ölse dahi, çok şiddetli olan ölüm acısını ve azabını hisseder. İntihar edenin kimsenin ahiretteki cezası, dünyadaki intihar şekline uygun olarak verilir. Hadis-i şeriflerde "Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde kendisine onunla azap edilir." (Buhâri, Cenâiz, 84). 
"(Dünyada ip ve benzeri) şeyle kendisini boğan kimse, cehennemde de kendisini boğar, dünyada kendisini vuran kişi, cehennemde de kendisini vurur (azabı böyle olur)" (Buhârî, Cenâiz 84)
"Kim kendini bir dağın tepesinden atar da öldürürse, cehennem ateşinde de ebedi olarak böyle azab görür. Kim zehir içerek kendisini öldürürse, cehennemde de zehir kadehi elinde olduğu halde devamlı ceza çeker." (Müslim, İman, 175; Tirmizi, Tıb, 7; Nesâî, Cenâiz, 68, Dârimi, Diyât, 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478).

Ahiret sonsuz bir yaşam yurdudur. Bu ahiret yurdunda intihar nedeniyle acı ve ızdırablara katlanmak, dünyadaki sıkıntılara katlanmaktan daha zor olacaktır. Dünya sıkıntılarına dayanamayıp intihâr eden kişi, ölüm acısına ve âhiret sıkıntılarına nasıl dayanabilir? 


Ölüm, dünya hayatının nihayete ermesiyle başlayan sonsuzluk yurdunun anahtarıdır. Bu anahtarla ahiret kapısı açıldıktan sonra artık geriye dönüş imkanı kalmaz. Bu nedenle bu dünyada her ne sıkıntı olursa olsun sabredip, emanet olarak verilen bu hayatın yaşanması gerekir. Bugün zorluk olan yarın kolaylık olur. Dünyada başa gelen hiçbir şey, devamlı surette azap olarak kalmaz. 

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: 
(Ölüm meleğini görmek, bin kılıç darbesinden daha şiddetlidir.) [Ebû Nuaym]
(Ölüm acısı çok şiddetli ise de, ölümden sonraki acılara göre çok hafiftir.) [İ.Ahmed] 
Yeniden dirilene kadar, kişi ölüm acısını duyar. (İ.Evzâî)

Ülkemizde Tanzimat’tan sonra daha çok intihâr olayları görülmeye başladı.  İntihâr kelimesi, Tanzimat’tan önce yazılan lügatlarda rastlanan birşey değildi. Müslümanların çok olması intihârın yaygınlaşmasını önlemiştir. Dinsizliğin ve inanç zayıflığının intihâr üzerindeki etkisi çok büyüktür. Avrupa’da, hayat standardı çok yüksek olan yerlerde, intihâr oranı daha yüksektir.  Eskiden İstanbul’da yıllarca kalmış olan araştırmacı Fransız Dr. A. Bayer diyor ki: "(Batı ülkelerinde insanların yalnız kalması, hayattan nefret etmeye, hattâ intihâra yol açmaktadır. Hâlbuki Müslüman Türkler arasında hiçbir zaman bu hâle tesâdüf edilmez; medenî sayılan milletlerde çok sık görülen intihârı onlar bilmez. Müslümanlar, Allahın kendilerine bahşettiği varlığa, cana tecâvüzün, Allaha karşı gelmek olduğuna inandıkları için, intihârı düşünmezler. Bunun için, intihâr eden hiçbir islâm âlimi yoktur.)" (Dr. A. Bayer)

"Sonuç olarak, beden bizlere Cenâb-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük nimettir. Bu nimet bize emanet olarak verilmiştir. Bu emaneti, her ne şart altında olursa olsun, Allah'ın dilediği zaman gelene kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin rûhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslâm'ın amacıdır. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabir ve daha sonra ahiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü, ruh bedende kaldıkça Allah'tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah'a yönelmesi ve O'ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. Yüce yaratıcı umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O'nun her şeye gücü yeter. O'na dayanan da güç kazanır." (Hamdi Dödüren)

İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden kişi, dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. İntihâr etmek çok büyük günâh olmasına rağmen, intihâr eden kişi, kâfir olmadığından cenâze namazı kılınır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İntihâr etmiş olsa da, tevhîd ehli her ölünün cenâze namazını kıl!) [Deylemî]
| | Devamı... 0 yorum

Değerlerimiz ve Kültürel Yozlaşma

Kültürü kısaca tanımlamak gerekirse, bir milleti oluşturan maddi ve manevi değerlerinin tümü olarak ifade edebiliriz. Roger Garaudy; "Kültür; bir sanat veya edebiyat eserleri müzesi değildir. Tabiatın başka insanların ve bizzat insanın sormuş oldukları sorulara bir insan topluluğunun verdiği cevapların tümüdür." diyerek kültüre güzel bir tanım getirir. Bir milleti oluşturan en önemli unsurdur. Bir milletin olmazsa olmaz şartı var olma mücadelesindeki en önemli dayanağı, geçmişi ile geleceği arasında bir köprü ve bağ oluşturmada en büyük temeli kültürdür. Bir milletin dini, dili, ortak tarihi, geçmişinde yaşadığı acıları, sevinçleri, kazanılan veya kaybedilen savaşları, düğün ve cenaze merasimleri, ağıtları, şiirleri, oyunları, destanları, türküleri, vecizeleri, gelenek ve görenekleri, ibretlik hikâyeleri, masalları, mizah anlayışları, eğlenceleri, festivalleri, kermesleri, panayırları, yaşama biçimleri ve buna benzer pek çok şey kültürün beslendiği kaynaklardır.
Kültürün belki de en önemli kaynağı dindir. Çünkü bir milleti bir arada tutan en önemli unsur din birliğidir. Aynı dine inanmış kişiler arasında etkileşim daha yoğun olarak hissedileceği için kültür en çok dini değerlerden etkilenir. Hatta aynı dili konuşmayan insanlar, eğer aynı dini inançları taşıyorlarsa onlar arasında da bir kardeşlik, bir birlik havası mevcut olur. Fakat bunun tersi her zaman doğru olmak zorunda değildir. Aynı dili kullanan insanlar yeri geldiği zaman dini inançlarının farklılığı yüzünden birbirleri ile şiddet olaylarına girişmişlerdir. Örnek olarak; Martin Luther hareketi ile ortaya çıkan dini inanç farklılığı ile birlikte meydana gelen şiddet olaylarında, Avrupa’da aynı dili kullanan binlerce insan, sırf inançlarının farklı olduğu gerekçesi ile ölüme sürüklenmiştir. Buna benzer örnekleri tarihin sayfalarında bulmamız zor olmayacaktır. Dolayısıyla bir milletin en önemli kültür bağı, dindir dediğimiz zaman bunu doğrulayacak pek çok delili kolaylıkla elde edebiliriz.
Kültür; dinden beslenir. Bir millet inançları gereği; yemesini, içmesini, giyinmesini, yaşama biçimini, ahlaki düşüncesini düzenler. Örneğin Müslüman toplumlarında dini bayramlar ayrı bir coşkuya neden olur. Gencinden yaşlısına herkes bayramı doyasıya yaşamak için ellerinden gelenleri yaparlar. Bir ay oruç tutarak mükâfatını bayram ile alan kul Allah'a sonsuz şükreder. Kurban olarak kendisinin sunulması gerekirken, Allah'ın eşsiz merhameti ile milyonlarca  hayvan kurban olarak Allah'a yükselir. İslam’ın zekât ve sadaka ibadeti ile Müslümanlar, aralarında yardımlaşmanın coşkusuna varırlar. Yine İslam’ın haram kıldığı zina ile toplumun aile yapısı korunur. Hırsızlığın büyük günahlardan sayılması ile mal güvenliği teminat altına alınır. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır" sözüyle toplumda fenalıklar ve azgınlıklar önlenmiş olur. Kısacası pek çok kuralımız dini inançlar sayesinde düzenli bir yapıya bürünür. Huzur ve mutluluk bu sayede çevreye yayılır.
Kültür; dilden beslenir. Etkileşim aracı olan dil, kişilerin yaşam biçimlerini değişikliğe uğratır. Konuşulan dil aynı olduğu müddetçe insanlar birbirine daha fazla yakınlık duyarlar, daha fazla anlayış ve yardımlaşma gösterirler. Farklı dil insanlar arasında anlaşmazlıklara bazı zamanlarda kopukluklara büyük anlaşmazlıklara yol açabilir. Aynı dili kullanan insanların paylaşacakları değerler kimi zaman daha çok olur. Bir olay karşısında hep birden aynı tepkiyi vermeleri daha kolay olur. Anlatılan her türlü bilgiyi, düşünceyi, olayı, kişiler kendi dilinde duymanın ve bunu kolaylıkla anlayabilmenin zevkini yaşarlar.  Dil sayesinde pek çok kavram kültürün içinde kendine yer bulur. Bir bedevi Arap için konuşma dilinde; yaşama kültüründe çok önemli yere sahip olan develer için pek çok kelime  vazığ edilmiştir. Kültür, dilin gelişmesine bu şekilde katkı sunmakla beraber dil ile kültürümüz de zenginleşmiştir. Burada çift yönlü Bir etkileşim söz konusudur. Bir milletin birlikteliğinde oluşturduğu kültürünün devamı ve korunmasında, dilden konuşanlardan ziyade gönülden konuşanlar daha elbette daha etkili olur. Bu nedenle dil için kültürü oluşturan temel kaynaklardan birisidir demek en doğru yaklaşım olacaktır.
Kültür tarihten etkilenir. Bir milletin geçmişi o milletin en önemli değerlerindendir. Millet olma bilinci, geçmişinden alınan dersler ve geçmişinde yaşanılan olayların kazandırdıkları/kaybettirdiklri sayesinde bütünleşerek kuvvetlenir. Tarihte işlenilen hatalar tekrar işlenilmez ibret ve ders alınır. İnsanlar, böylece ileriye daha sağlam adımlar atarak, geleceği yönlendirme ve başarılı bir şekilde ilerleme imkânı bulabilir.
Kültür; çevreden beslenir. Bir bedevi Arap için deve ne kadar önemliyse bir Eskimo için de kar ve buz o kadar önemlidir. Hatta bunlar için kullandıkları kelimelerin sayısı da o denli farklı olur. Soğuk iklimin insanı ona göre giyinir. Tabiatı da iklim şartları gibi sert ve haşin olur. Sıcak iklimin insanı da ona göre biraz daha esnek giyinir ve davranışları da diğer tabiata göre daha rahattır. Etrafına daha sempatik ve daha neşeli bir görüntü çizer. Yaşanılan coğrafyadaki yer şekilleri bile, insanın yaşama biçimini kolaylıkla değiştirir. Ormanda yaşayan bir  insan için; ağaç ve vahşi hayvanlar, kayalıklarda yaşayan bir insan için; taş ve kaya,  çöl insanı için; kum ve su, denizdeki bir balıkçı için su,  yaşamlarında diğer insanlara nazaran çok daha büyük öneme sahiptir. Çevre ne kadar farklı ise yaşam biçimi de o denli çeşitli olur.
Burada kısmen anlatabildiğimiz gibi kültür; pek çok şeyden etkilenir ve pek çok şeyi de etkileyerek insanlığın her zaman gelişmesini, bir sonraki kuşakların maddi ve manevi değerleri öğrenebilmesi için bir vasıta gibi hareket eder. Kültürel değerler; o kadar narindir ki en küçük bir hareketten etkilenme gösterebilir. Kısa sürede geniş çevrelere yayılma şansını bulabilirler. Örneğin bir şarkıcının giyimi, konuşması, yaşama biçimi bir anda bütün bir millete örnek olabilir.
Kültürün ne olduğunu meramımıza göre aktardıktan sonra şimdi de kısaca kültürel yozlaşmaya değinerek bahsi kapatalım. Kültürel değerlerin zamanla örf, din, dil, tarih gibi beslendiği bütün köklerden uzaklaşıp farklı bir hale bürünmesine , başka kültürlerin tahakkümü altına girmesine "yozlaşma" denilebilir. Buradaki kültürel yozlaşma kişilerin kendi davranışlarının değişiminden, çevredeki dış etkilerden veya her ikisinin zamanla birbirini etkileyerek değişmesinden meydana gelir. Örneğin günümüzde insanımız; televizyon, radyo, gazete, dergi, internet ve telefon araçlarıyla bambaşka bir yönde kendini değiştirdi ve bir önceki kuşak ile arasında çok büyük farklılıklar ortaya çıkardı. İzlediği bir yabancı film kahramanı, çocuklarda ve gençlerde örnek alınacak bir şahsiyet; defterlere, kitaplara, çantalara çıkartma olarak yapıştırılacak kadar beğeni toplayan bir durum haline geldi. Bir şarkıcının gelenek ve göreneklerle bağdaşmayan giyim tarzı, bir sporcunun örf ve geleneklere uygun olmayan yaşam hali binlerce genç tarafından örnek alınarak taklit edildi. Yine toplumun gözü önünde olan bir şahsiyetin, biçimsiz konuşma yapısı milyonları kendisine bağladı ve insanlar tarafından taklit edilerek, kültürün en önemli yapısı olan dilin gelişimine büyük zararlar verdi. Toplumun büyük bir bölümü tarafından şarkıları dinlenen kişilerin, örf ve ananelere tamamen ters aile yapısı ile toplum ahlaken bozuldu. Gazete ve dergilerde,  dinen ve örfen yasak olan ahlaksızlık toplumun bütün bireylerine ulaşarak davranışlarımızda alışma ve duyarsızlık oluştu. Televizyon filmlerindeki sahnelerde, toplumun genel ahlak yapısı çürütülerek, insanımız böyle yaşantılara özendirildi. Ailesine, hanımına karşı sadakatsizlik ve ihanet etmek; bir zamanlar bir ömür beraber yaşamaya söz vererek evlendiği zevcesini başka kadınlarla aldatmak topluma aksettirilmeye başlandı. Televizyon ve internet o kadar zararlı oldu ki çocuklarımız, kültürel değerlerinden tamamen uzaklaştı. Dedesini anlamayan bir torun ve torunun yaptığını işlemeye meraklı bir dede var oldu. Şarkılarımız, türkülerimiz, ağıtlarımız yok oldu, çok büyük değişikliklere uğradı. Kendi müziğimizin kimse tarafından tercih edilmemesini bırakın bir kenara, müzik kültürümüzden utanır hale geldik. Yabancılar gibi kendi sevgimizi, coşkumuzu, üzüntümüzü ifade etme yolları bulduk. Evlerimizden, iş yerlerimizden dilimize yabancı şarkılar yükseldi. 
İçki ve uyuşturucu gibi bağımlılık maddeleri bazen bir zenginlik belirtisi, bazen bir huzur bulma aracı, bazen mevki ve statü belirtisi halini aldı. Nargile ve sigara kullanmak gibi zararlı alışkanlıklar basite indirgenerek, gençlik yıllarında topluma bir nevi kendini kabul ettirmek ve saygınlık aracı sayıldı. Disko ve barlar ile uyuşturulmuş, kendisini alkol, uyuşturucu ve şehvetin esiri haline getirmiş huzurunu bağımlılıkta arayan bir nesil türedi. Öğretmenlere, hocalara saygı ve sevgi kalmadığı gibi ilme ihtimam göstermek azaldı, teknoloji sayesinde kolay ulaşmakla beraber bilgimiz değersizleşti. Giyinme şeklimizde büyük değişiklikler oldu. Kadınlarımız erkeklere, erkeklerimiz kadınlara benzemeye başladı. Giyimde moda ve marka takibimiz artarak başkalarının gözünden kıyafet seçmeye başladık ve bu şekilde kendi paramızla hür irademizi esirleştirip moda altında başka beyinlerin emrine vererek kendimizi mutlu ettik.
İşyeri tabelalarımız, reklâm panolarımız; sanki kendi dilimizin kelime yetersizliği varmış gibi, yabancı kelimelerle yazılıp çizildi. İnsanımız; öyle bir hale geldi ki bütün bu değişiklikler, gündelik yaşamın normal değerleri gibi kabul edilmeye başlandı. Hepsi alışılagelmiş birer güncel olaymış gibi algılanıp zamanın getirdikleri olarak yorumlandı. Kültürümüzle tamamen alakasız kişilerin ifsat çalışmaları, toplum dinamiklerimize tamamen ters davranış ve olayların, bizi bu kadar etkileyip olumsuz yönde yozlaştırması ne kadar da acınacak bir haldi. Bizler bu kadar uyutulmuş bu kadar kendi geçmişini unutmuş değerlerimize ters dönmüş bir millet miydik? Yoksa birileri bizi kendi öz benliğimizden kopartmak için var gücüyle çalışıyor ve bunun neticesini almak için mi çabalıyordu? Soruların cevabı bizde, içimizden gelen vicdanı seste saklı. Kendimiz bu sorulara kendi penceremizden cevaplar verelim. Gaflete dalmış olarak globalleşen dünya için yaşamaya devam etmek yerine, kültürüyle öne çıkan bir millet olarak artık uyanalım… Kendi kültürümüzü, kendi ellerimizle yozlaştırıp “biz artık biz olmaktan çıkıyoruz”. Her şey çok geç olmadan daha fazla yozlaşmadan aslımıza dönelim ve davranışlarımızı yozlaştıran bütün asalaklardan silkelenip kendimize dönelim. Yeniden ve her zaman “Biz, hep 'Biz' olalım.”
31/08/ 2008
Kadir PANCAR

"Millî benliğini bulamayan milletler başka milletlere yem olurlar." M. Kemal Atatürk

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!