Mal sahibinin halleri şunlardır:1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur.4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur. Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.
Net Fikir » ilim
Muallimin vasıfları ve vazifeleri
Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri
Malı elde etmek için insan dört hål üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lazım geldiğini bil!
İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın,
sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile
zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına
öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hale getirmektir. Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini
başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü
böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da
aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid
kılar..
Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek
kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.
Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye
ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim
şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: '0 bir fitile benzer. Fitil yanar ve
başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.
Talebelik adabı ve hususiyetleri
1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın
yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının
ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.
2. İlim ehli olacak kişi, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmalı ve ailesinden ve
vatanından uzaklaşabilmelidir. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı
başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. "(Ahzab Suresi/4) İnsanda iki kalp olmadığına göre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektir. Bir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildir. Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakikatlarin
anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, kişinin tüm benliği ile tamamını almadıkça birazını bile o kimseye vermez.
İlme tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine de şüphelidir. Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış
sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları toprak emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir
damla bile kalmaz. Günümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruz. Bu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul olmamaları gerekir.
Faydasız ve çirkin ilimleri öğrenmek
İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından çirkin (mezmum) olmaz. Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında çirkin ve mezmum addedilir.
1. Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilimdir. Sihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilir. Çünkü bu ilimler birer ilim kabul edildiği halde kötülenmiştir. Bu ilimlerin var olduğunu Kur'an-ı Kerim tasdik etmektedir. Yine Kur'an bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. "Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri, Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek, “Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!” demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!" (Bakara Suresi/102) Aynı zamanda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir. Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derinliklerindeki taşın altından çıkarmıştır.
["Bir gün Rasulullah (s.av), Hz. Aişe (r.a)'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe (r.a)'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım." dedi. Hz. Aişe (r.a) "O nedir?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. 'O'na ne oldu?' Öbürü cevap verdi: 'Buna sihir yapılmış.' Birincisi sordu: 'O'na kim sihir yaptı?' Öbürü cevap verdi: 'Lübeyd b. Asım.' Birincisi sordu: 'Ne içinde?' Öbürü cevap verdi: 'Tarak ve saçlar, bir erkek hurma içinde.' Birincisi sordu: 'O nerede?' Öbürü cevap verdi: 'Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (Zî-ervan) içinde, bir taşın altında.' Birincisi sordu: 'Ne yapmalı?' Öbürü cevap verdi: 'Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı.'" Rasulullah (s.a.v); Hz. Ali (r.a), Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de kuyuya gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da onlarla birlikte gönderdi.) Rasulullah (s.a.v) daha sonra kendisi de birkaç sahabe ile kuyunun oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde on bir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular. Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail (a.s) gelerek Rasulullah (s.a.v)'a "Muavvizeteyn'i (Felak veNas sureleri) oku" dedi. Rasulullah (s.a.v)'ın her ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde tüm düğümler çözülmüş ve bütün iğneler çıkmıştı. Rasulullah (s.a.v) sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah (s.a.v) da Lübeyd'i cezalandırmadan serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını da tenbih etti."] (Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64)
Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkezlerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir. Bu ilimde bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olur. Şerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmum sayılır. Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib eder. Veli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenir. Onu tâkib eden zâlim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olur. Çünkü böyle bir hareket, o zâlimin veliyi öldürmesine sebep olabilir. Dolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdir. Fakat burada zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için çirkin ve mezmûmdur.
2. Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdir. Astronomi gibi... Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildir. Çünkü ikiye ayrılır:
a) Hesab İlmi: Allah Teâlâ Kur'an'da güneşin ve ayın bir hesab ile seyrettiğini söylemektedir. "Güneş ve ay (kendi menzillerinde) bir hesap iledir" (Rahman Suresi/5) "Aya da menziller (miktarlar) takdir ettik. Nihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu."(Yâsin Suresi/39)
b) Ahkâm İlmi: Bu ilmin özeti hadiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktır. Doktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzer. Bu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki sünnet ve adetinin cereyan tarzını bilmektir. Fakat bu ilmi, şeriat bir hikmete binaen kötülemiş ve zemmetmiştir. Hadis-i şeriflerde; "Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyun. Yıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakının. Ashabım zikredildiği zaman (onların arasındaki hådiseleri kurcalamaktan) sakının!" (Taberani; Hatib, Kitab-ul kavm fi ilmin nücum) "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: 1.İdarecilerin zulmü, 2. Yıldızlara inanmak, 3. Kaderi yalanlamak." (Ibn Abdilberr ve İbn Asakir) buyrulmuştur.
Hz. Ömer şöyle demiştir: "Yıldızlardan ancak karada ve denizde size varayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının." Hz. Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yarayacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe dayanır:
a) Yıldız ilmi halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor dendiğinde, halkın kalbinde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâhi kuvvet (ilah) oldukları kanaati yerleşmektedir. Özellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedir. Böyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve insanlar onlara bağlanıyorlar. O kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümitsizliği onlardan beklemeye başlıyorlar. Böylece Allah'ın zikri kalplerden siliniyor. Çünkü zayıf olan kimseler, daima vasıtalara bakar;
her türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmez. Güneşin, ayın ve yıldızların Allah Teâlâ'nın birer teşhir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler.
Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kağıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa dahi; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zanneder. Çünkü o kağıt üzerine yazıyı yazan olarak, karınca yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları karınca göremez. Hele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden iradeyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın' varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiçbir şekilde idrâk edemez. İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalır. Bu sebepleri aşıp, sebeplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz. İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri budur.
b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildir. Ne zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedir. O halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yoktur. Cehalete yol açtığı için zemmedilmiştir. Yoksa mücerred olarak kötülenmiş değildir. Bu ilimle elde edilen mårifetlerin Hz.Idris (a.s)'in mucizesi olduğu kuvvetle rivayet olunmaktadır. Fakat Hz. İdris (a.s)'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümuzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir.
Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettir. Zira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olur. Muttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelir. Bu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettir. Kazara ve tesadüfen Allah Teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde isabet etmiş ve doğrulanmış sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılır. Müneccimin bu durumu tıpki bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer. Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonucuna varan kimseleri yanıltır. Bazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağar. İşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görmemesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı bunlar gibidir. Zira bu esintilerin daha nice nedenleri vardır ki, gemici bunlara bazen muttali olur, bazen ise vakıf olamaz. Hele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemez. Onun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır. İşte bu sebeplerle idrak yeteneği kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu yıldız ilminden sakındırılır ve menedilir.
c) Yıldız ilminde fayda yoktur. Zararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktır. Fuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli hazine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir. Hadis-i şerifte "İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili feraiz) adaletli bir farizadan ibarettir." (Ebu Dâvud, ibn Mâce) buyrulmuştur. Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi faydasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildir. Allah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimsenin elinde değildir. Ama tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme insanların ihtiyacı vardır. Tıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilir. Tıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdır. Rüya tâbirinde faydalar vardır. Zira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur.
3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktır. Faydasız ilme dalmak, kötülenmiş ve zemmedilmiştir. İlimlerin temellerini, zahirini ve açık olanını bilmeden, o ilmin inceliklerini, esaslarını öğrenmeden gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak, ilimlerin müteşabih ve kapalı taraflarını bilmeye gayret göstermek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak, zahir yerine batıni yorumlara dalmak gibi ilim öğrenmek kötülenmiştir. Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak istemişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlar. Bu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsustur. O halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine döndürmesi ve tanzim etmesi gerekir. Zira şeriatta Allah'ın tevfikine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcuttur. Nice kişiler vardır ki, gizli ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilimlerden çok zararlı çıkmışlardır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsalardı, dinî durumları ve inançları çok daha iyi olurdu. Bu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridir. Nitekim helal olan kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği gibi bu durum da malûmdur. Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır.
Rivayet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır oiduğundan) şikayet eder. Doktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: "Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat edecektir. Nitekim nabzının durumu buna işaret ediyor' der. Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olur. Varını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini yazar. Kırk gün yemek yiyemez, su içemez. Kırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirir. Bunun üzerine zeki doktor "Ölmeyeceğini biliyordum. Hemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, gebe kalacaktır' der. Doktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorar. Doktor meseleyi şöyle izah eder: "Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bulunduğunu gördüm. Bu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdi. Bunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Şu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kaplayan yağlar erimiştir. Onun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir" diyerek doktor durumu izah eder. İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hz.Muhammed Mustafa'nın (s.a) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir: "Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız." (ibn AbdilBerr) İşte bu hikâyeden ibret al. Şeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçın. Ashabın eteğine yapış. Sünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılma. Zira din ve dünyanın selâmeti ancak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır. Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve sahabenin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadır. Sakın zannını delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstererek insanlarla çokça tartışma.
'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorum. Öyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır? deme; zira mūstakil şekilde, olur olmaz ilmi meselelere
dalışının zararı, kârından fazladır. Çok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni tehlikelere sūrükler ve âhiretini berbat eder. Allahü Teala'nın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felåketten kurtulamazsın ve helak olur gidersin! Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimsenin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, ahiret hayatının vesilelerini bilen peygamberler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar. Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşme. Böyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramaz.
Birçok kimseler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyileştirmeye çalışırlar. Halbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sūrülmesi icabettiğini söyleyebilir. Damarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çevrelediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürülür diyerek itiraz ederler. İşte âhiret yolunda şeriatın inceliklerinde, âdâbında,insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir. Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsin. Nitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellikler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir. Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmez. Bunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevi komşuluğunda yükselmelerini temin eder.
İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi... Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatın bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür (çok öfkelenme, öfkeden köpürme, çok kızma), şecaatın bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir. Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdir. Ne dünyaya, ne de âhirete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan ömrünü boşuna harcamak demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır basmaktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat varsa da verdiği zarara nispeten bu menfaat hiç denecek kadar azdır. Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra da başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve durumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et!
Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların güzelini ve
çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir insan çirkin sıfatlardan arınmış değildir, Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalpten uzaklaştırmak vâcibdir. Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kurtaracak ilâçları ihmal ederek zâhirde görünen yaralarına merhem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş
yapmış olur. Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında oturarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara benzerler. Âhiret ålimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, kötülükleri ve şerri bütün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden söküp atmaya bakarlar. Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin kolaylığı bircok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu gariplerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâçları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gösteren hastaların durumuna benzer.Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken, diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere gitmekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bildiren ve o hastalıkların ilâcını tavsiye eden ilimleri öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni yüce makamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedi saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi olur.
Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkån kalmaz.
Halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farzı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü yaratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması,kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz.
Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, günahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hal sende bir tabiat halini almışsa -ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir- o zaman farz-i kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin, Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi asla unutma!
Kalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddi ilaçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattır. Nasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak birtakım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette insana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdirler. Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yoktur. Keşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi. Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bilebilir ve açıklayabilirler. Fakat bir ölüden bütün bu soruların cevabını almak hiç kimsenin harcı değildir.
Peygamber Efendimizin (s.a.v) doğruluğuna ve işaretlerinin hakikatına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeter. Ondan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol; Hz. Peygamber' in(s.a.v) yolunu tâkip etmektir. Sen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersin.
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-III, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
Ahiret yolunun ilimleri
Ahiret yolunun ilmini -her ne kadar bu ilmin tafsilâtı saymakla bitmez ise de- bilmek istersen, Ahiret İlmi'nin yolu iki kısımdır:
1. Mükâşefe İlmi
2. Muâmele İlmi
Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilimden az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'.
Başka biri de şöyle demiştir: "Kimde şu iki sıfat bulunursa o kimseye ahiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibirdir".
Yine denildi ki: "Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi ahiret yolunun ilmini elde edemez." Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce ahiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Âhiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü takviye etmektedir: "Senden kaybolanın kaybına razı ol! Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir."
Bu mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olanların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu halden birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder. Allah'ın zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve seytanlar sözünün anlamını da bihakkın bilir. Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünű, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlemlerinin sırrına vákıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür. Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azabının, sırat köprüsünun, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter!' (Isra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise, işte o gerçek hayattır, eğer bir bilselerdi...' (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'ü Teala ile karşılaşmanın, O'nun cemal-i ilâhisine bakmanın ve O'na manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hasıl olacak saadetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrak etmiş olur. Cennet ehlinin derecelerinin farkını -ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır" ifadesini hakkıyla bilir ve inanır. Daha sayılması çok uzun sürecek neler neler... Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar.
İnsanların bir kısmı bütün bu hakîkatlerin birer misal oldukları, Allah Teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk, sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakîkatlerinden ise tamamen bihaberdir. Bir kısım insanlar da bu hakîkatların bazılarını misal kabul ederken,
diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar. Bazıları da şu kanaattedirler; "Allahü Teala'yı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir". Bazıları da Allahü Teala'yı bilmek hususunda büyük meselelerin varolduğunu iddia etmişlerdir. Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: "Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir ve konuşur..."
Mükâşefe İlmi'nden gayemiz; perdenin kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir. Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise bu ilim ancak o zaman açık olur.
Ahiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlenmesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlenmesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamberlere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakîkatları o nisbette aksettirir. Bu mertebeye çıkmak için, riyazet yolunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar. Allah Teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allah Teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır." (Erbain, Hüseyin es-Sülemi,Tergib ve Terhib, İlim)
İkinci bölüm ise Muamele İlmi'ne aittir. Bu muamele ilmi; kalbin ahvalinden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, riza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allahü Teala'ya minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir. Bütün bu hallerin hakikatlarını bilmek, hududlarını anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf taraflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek ahiret ilminden sayılır. Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olunana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etmemek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkår olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu dolayısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göstermek, fakirlerle istihza (alay) etmek, nefsine güvenmek, böbürlenmek, akranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyani (boş ve değersiz) şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebilecek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiçbir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizleyerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hâinlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel (uzun istek ve hayaller), kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, hafiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâhip olmak...
Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır. Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Ahiret İlmini bilmek demektir. Ahiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır. Bunların bilinmesinden yüz çevirenler zahiri amellerden yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıçlarıyla kahroluyorsa, padişahlar padişahı olan Allah'ın kahrıyla ahirette helak olup gideceklerdir.
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
İlim öğrenmenin fazileti
İlim, insan için en önemli meseledir. İlim yardımıyla dünya ve ahiretini mamur edebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır." (ibn Mace) buyurmuştur. İilim insana fayda veya zarar verebilir. Öğrendiği ilimle amel etmemek, o ilmi dünyalık menfaatler karşılığında satmak kişiyi helake sürükler. Faydasız, malayani (boş) ilimlerle meşgul olmak kişinin vakitlerini zayi etmesine sebep olur. İlmin fazileti ile ilgili bazı ayet ve hadisleri aktararak bu konuda ilmin ne derece önemli olduğunu, İmam Gazali'nin İhya Ulumiddin eserinden aktaralım.
İlim fazileti ve alimlerin yüceliği hakkında öncelikle Kuran-ı Kerim ayetlerine bakalım. "Hiç Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-i selim sahipleri düşünürler." (Zümer Suresi/9) "Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar." (Fâtır Suresi/28) "De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'."(Ra'd Suresi/43) İlmin fazileti ile ilgili olarak, Allah Rasülü (s.a.v) de şöyle buyurmuştur. "Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir." (Buhari-Müslim) "Alimler peygamberlerin varisleridir." (Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, İbn Hibban)
Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bulunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, ilim ile elde edileceğinden bu da şereflerin en büyüğüdür. "Kıyamet gününde alimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır." (ibn AbdilBerr) "İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad edli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberin getirdiği ilahi nizama yöneltirler. Cihad ehli olan kimseler ise, peygamberin getirdiği bu ilahi nizamı kılıçlarıyla korumak için cihad ederler." (Ebu Nuaym, Ebu Talib el Mekki) "Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim ve amel sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur." (Taberani, Evsat) "Alimin abide üstünlüğü, benim ashabımın en düşük derecelisine üstünlüğüm gibidir." (Süneni Tirmizi) "Kıyamet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir. Bunlar; Peygamberler, alimler ve şehidlerdir." (İbn Mace)
İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güçlüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insanlardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha. cesaretlidirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez.Öyle olsaydi öküzlerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulunmasından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret hususunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bụnların hiçbiri insana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir!
Gerçekten de kalbin gidası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkalâde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız! İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık!
İlmin faziletini ve büyüklüğünü anlatan şu misal nasıl ibretliktir. Sâlim b. Ebî Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti. Azad olduktan sonra ne iş yapacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait olmadığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti".
Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyelerde de ilme dair nasihatlar vardır.
Nitekim oğluna şöyle bir nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allah Teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir."
İlmin faziletine ait bu hususlar, ilmi ile amel edip, elde ettiği ilmini de başkalarına öğreten alimler için geçerlidir. İlmini başkalarına aktarmayan alimin bu sayılan faziletlere sahip olması söz konusu değildir. "Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir."(Buhari, Müslim)
Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak alimler yükseltir. İkrime (r.a) 'İlmin değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'. buyurmuştur. Yahya b. Muaz 'Alimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; O da şöyle der: "Çünkü babalar ve anneler, çocuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar."
"Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkederler." (Süneni Nesai, İbn Mace, Tirmizi)
Atâ b. Ebî Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'. Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. Imam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareketiyle ilim öğretme'nin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir. Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.
İlim'in, âlemlerin Rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye vesile olduğu artık anlaşılmıştır. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarını kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Hayvanlar bile insanların kemal derecesi bakımından kendilerinden daha ileride olduklarını bildikleri için insanlardan yardım dilenirler ve hepsi o insanlara korkuyla karışık bir hürmet gösterirler. İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan onu öğrenmek, en faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlmi öğretmek de en faziletli nimeti başkalarına aktarmak demektir. Halkın isteği din veya dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kaim olur, zira bu dünya ahiretin tarlasıdır. Dünyayı geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya; Allah'a giden yolun bir başlangıcı ve vasıtasıdır.
Muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Muallim, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Muallim, insanı bütün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir. Bu nedenle ilmin öğretilmesi; bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, insanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır. Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazineden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır. (Bkz. Muallimin vasıfları ve vazifeleri)
Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: "İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. İlmi müzakere etmek tesbihtir. İlmî araştırma yapmak en büyük cihaddır. İlmi, bilmeyen bir kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda, lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulunurlar. Çünkü ilim insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sayesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadetlere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memur bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakîleri mahrum bırakır." (Ebu Nuaym, Ebu Talib El Mekki)
Ahiret alimleri yüzlerindeki sükunet, Allahü Teala'ya karşı zillet ve tevazu ile bilinirler. Huni gibi açılıp kapanan ve gülerken kulaklara kadar yayılan ağızların sahipleri, hareketlerinde ve konuşmalarında hiddetli olan kimseler ise gaflet içindedirler ve bu kimselerin hareketleri, dünyaperest kimselerin halleridir. (Bkz. Ahiret yolunun ilimleri)
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
İslam Bilim Tarihçisi Fuat Sezgin
Prof. Dr. Fuat Sezgin (24 Ekim 1924 – 30 Haziran 2018), İslam bilim ve teknoloji tarihi alanında yaptığı araştırmalarla dünyanın önde gelen bilim insanlarından biri olmuştur. Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğmuştur. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Filolojisi’nden “Bedî’ İlminin Tekâmülü ve İstanbul’da Bulunan Bedîiyyat Yazmalar Kataloğu” başlıklı lisans bitirme teziyle mezun olmuştur. Aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde, İslami bilimler ve oryantalistik alanında önemli bir yere sahip olan Alman oryantalist Hellmut Ritter’in yanında öğrenim görmüştür. Doktora tez çalışmasını, Arap dili ve tefsir ilimleri âlimi Ebû Ubeyde Ma‘mer İbn el-Müsenna et-Teymî’nin (ö. 210/824-5) “Mecâzü’l-Kur’ân” adlı tefsiri üzerine yapmıştır. Tezde, Kur’ân-ı Kerîm’de gerçek anlamı dışında kullanılan mecazî ifadeleri konu edilmiştir. 1950 yılında tamamlanan bu çalışma, Kur’an’da mecazın bilinçli ve sistemli bir şekilde kullanıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca, erken dönem İslami ilimlerdeki dilsel ve edebî analizlerin gelişmişliğine de ışık tutmuştur. Tezinin kabulüyle birlikte akademik çalışmalarına yoğun biçimde devam etmiş; Arap dili, tefsir, hadis ve bilim tarihi alanlarında pek çok eser kaleme almıştır. Kısa sürede alanında saygın bir akademisyen hâline gelmiştir.
1950 yılında, doktoraya devam ettiği İstanbul Üniversitesi’nden ayrılarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde asistanlık görevine başlamıştır. Burada, Prof. Muhammet Tayyib Okiç’in başında bulunduğu Dogmatik İlimler Kürsüsü’nde (Temel İslam Bilimleri Bölümü) ilk asistanlardan biri olmuştur. Bu görevini 1953 yılına kadar sürdürmüştür. Aynı dönemde askerlik hizmetini yedek subay olarak ifa etmiştir. Asistanlık yıllarında, doktora tezinde incelediği Mecâzü’l-Kur’ân’ı yayımlamak amacıyla bir süre Kahire’de bulunmuştur. 1953 yılında, İstanbul Üniversitesi’ne dönmek üzere Ankara’daki görevinden ayrılmıştır. 28 Şubat 1953 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesindeki Umumi Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Prof. Zeki Velidi Togan’ın başkanlığında asistan olarak göreve başlamıştır. Bu dönemde araştırmalarını sürdürürken, Buhârî’nin hadis kitabındaki bazı bölümlerin Mecâzü’l-Kur’ân’dan alındığını fark etmiştir. Buhârî’nin yazılı kaynaklardan yararlandığını ortaya koymuş; böylece, hadis derlemelerinin yalnızca sözlü geleneğe dayandığını savunan oryantalist tezleri geçersiz kılmıştır.
Prof. Dr. Hellmut Ritter’in danışmanlığında hazırladığı “Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar” adlı doçentlik tezini Fuat Sezgin 1956 yılında yayımlamıştır. Bu çalışmasında, Buhari’nin
derlediği hadislerin sözlü değil, erken dönem İslam kaynaklarına ve
hatta 7. yüzyıla kadar uzanan yazılı metinlere dayandığını öne
sürmüştür. Bu tez, hâlâ Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde
tartışılmaya devam etmektedir. 1954 yılında, İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde doçent olmuştur. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve “147’ler”
olarak bilinen akademisyenler arasında yer almıştır. Bir valizle yurt
dışına çıkmak zorunda kalmış; Almanya’ya giderek akademik çalışmalarına
burada devam etmiştir. Aynı alanda çalışan bazı oryantalistlerin
kıskançlıklarıyla karşılaşmış ancak karşılaştığı tüm zorluklara rağmen
bilimsel çalışmalarından vazgeçmemiştir. Bu dönemde yaşadığı sıkıntılara dair, “Ben şuna inanmıştım artık: Tüm musibetler karşısında sadece Allah’a inanacaksın, başka hiçbir şeye değil.” sözlerini söylemiştir. Fuat Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca dâhil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. Prof. Dr. Fuat Sezgin, Arapça yazma eserler literatürüne dair kapsamlı bir çalışma olan en öenmli eseri Arap-İslam Bilim Tarihi
adlı eserinde; Kur’an ilimleri, hadis ilimleri, tarih, fıkıh, kelam,
tasavvuf, şiir, tıp, farmakoloji, zooloji, veterinerlik, simya, kimya,
botanik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji ve bu
alanlarla ilişkili konular; dil bilgisi, matematiksel coğrafya, İslam’da
kartografya (haritacılık) ve İslam felsefe tarihi gibi birçok konuyu
ele almıştır. Almanya’da kurduğu Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü için bilimsel araç ve gereçlerin birebir benzerlerini yaptırarak, bu modellerin 25 Mayıs 2008 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi'nde sergilenmesini sağlamıştır.
Prof.
Dr. Fuat Sezgin, 30 Haziran 2018 tarihinde İstanbul’da 93 yaşında vefat
etmiştir. Cenazesi, Fatih Camii’nde kılınan namazın ardından, Gülhane
Parkı içerisindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin önünde
ayrılan alana defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin, çalışmalarını mizanına koysun.
Hatem-i Esem'den zühd hayatı tavsiyesi
Ebû Berze el-Eslemî (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kul, kıyamet günü ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bir adım dahî atamaz.” (Tirmizî, Kıyamet, 1/2417)
Allah Rasûlü (s.a.v), ilminden fayda göremeyenlerin içine düştüğü acınacak hâli şöyle tasvîr eder: “Başkalarına hayrı öğretirken kendini unutan âlim, insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen kandile benzer.” (Heysemî, I, 184)
Üsâme bin Zeyd (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim: “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları dışarı çıkar ve bu hâlde değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve: «–Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?» diye sorarlar. O da: «–Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd, Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Ahmed, V, 205-209)
Hz. Ali (r.a)’nin şu îkazı ne kadar ibretlidir: “Ey ilim sahipleri, ilminizle amel ediniz! Çünkü asıl âlim, bildiğiyle amel eden ve ilmi ameline uygun düşendir. Bazı insanlar gelecek, ilim öğrenecekler ancak ilimleri gırtlaklarından aşağı geçmeyecek, yaptıkları bildiklerine, içleri de dışlarına uymayacaktır. Onlar, halkalar hâlinde oturup birbirlerine karşı ilimleriyle övünecek ve üstünlük taslayacaklardır. Hatta biri arkadaşına, kendisini bırakıp başkasının yanına oturduğu için kızacaktır. İşte onların bu meclislerindeki amelleri, Allah’a yükselmez.” (Dârimî, Mukaddime, 34)
Sehl bin Abdullah (r.a): “İlim, dünya lezzetlerinden biridir. Onunla amel edildiğinde, âhiret için olur” demiştir. (Hatîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-ilmi’l-amele, s. 29) İbn-i Mesʻûd’un (r.a) şu ikazı ne kadar korkutucudur: “Bilmeyen kimseye yazıklar olsun! Allah dileseydi ona öğretirdi. Bilip de amel etmeyen kimseye ise yedi kere yazıklar olsun!” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 131)
Hz. Ali'ye göre ahiret alimleri
Ahiret âlimlerinin vasfını Hz. Ali (r.a), tafsilatlı bir şekilde şöyle izah eder: Kalpler, tıpkı kaplara benzer. Onların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdır. İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar: 1) Rabbanî âlimler, 2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler, 3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk tabakası.
İlim, maldan çok çok hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen de malını korursun. İlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalır. İlim dindir, çünkü kişi, dinini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenir. Öldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilir. İlim hâkimdir, mal ise mahkûm. Malın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolur. Mal toplama gayretine düşenler, diri oldukları halde birer ölü sayılır. Âlimler ise, kıyamete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler. Bu sözleri söyleyen Hz. Ali (r.a), derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti:
(Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardır. Keşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım. Emin olmadığım talibler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dünyevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlar. Allah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da basireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman derhal şüpheye düşüyor. Demek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ne de öbürüne verme imkânı yoktur. Bazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında giden bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyor. Bụnlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardır.
Hz. Ali (r.a), sözlerine şöylece devam etti: İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyor. Fakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın dinini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz. Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye kendilerinin gizli kalmasını tercih ederler. Fakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe çok büyüktürler. Şahısları gizli, fakat hatıraları kalplerde saklıdır. Allah Teâlâ, o alimlerle delil ve hüccetlerini muhafaza eder. Tâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim etsinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinler. İlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştir. Onun için, dünya ehline çok zor gelen. meseleler bunlar için gayet kolaydır. Gafillere yabancı gelen konu- lar bunlara çok yatkın görünür. Bu kişiler, bedenleriyle dünyada gö- rünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlar. Onlar bütün mahlûkat içinde Allah'ın veli kullarıdır. Yeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'.
Hz. Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti: Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan!
Kaynakça:
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-VI, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.245, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
İlimden istifâde edebilmek
Sözlükte “bilmek” anlamına gelen ilim (ilm) genellikle, “bilgi” ve “bilim” karşılığında kullanılır.“Bilgisizliğin (cehl) karşıtı” olarak da tanımlanır. Aynı kökten türeyen âlim, alîm, allâm ve allâme, ma‘lûm, ma‘lûmât, muallim, müteallim, muallem kelimeleri bilgi anlamıyla bağlantılı olarak kullanılmaktadır.Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kavramı daha ziyade “ilâhî bilgi” yahut “vahiy” anlamında kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'e göre ilim sahipleri yahut kendilerine ilim verilenler ilâhî bilgiye muhatap olan ve bu bilginin doğruluğuna inananlardır. (el-Bakara 2/145; Âl-i İmrân 3/19; el-İsrâ 17/107).
Allah’ın mutlak ilmine göre olup biten bütün hadiselerde âlimler için deliller, ibretler vardır. Allah’ın kendi hakikatlerini kavratmak için verdiği örnekleri ancak âlimler hakkıyla anlayabilirler. Allah'a hakkıyla saygı duyanlar ve itaat edenler yine âlimlerdir. (el-Ankebût 29/35; er-Rûm 30/22; Fâtır 35/28). Peygamber Efendimiz, her zaman ilmi yüceltmiş ve ilim öğrenmeye teşvik etmiştir. İlmin nâfile ibadetten daha üstün olduğunu hadislerinde söylemiştir. (Tirmizî, “ʿİlim”, 19; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 17). İlmiyle amil olanlar ancak ilmin hakikatini kavrayabilirler. İhlaslı bir şekilde ilim öğrenip öğrendikleri ile de amel edenler, ve bu amellerini de bir samimiyet ölçüsünde devam ettirenler ancak kurtulaşa erebilirler. Âlimler, bildiklerini hem kendileri hem de insanlar için İslâmî ölçüler içinde yararlı kıldıkları zaman, ilim onlar için bir fazilet olur. Nitekim ilim zeval bulmaz bir mevcudiyettir, ancak ulemâ zeval bulur. (Müslim, “ʿİlim”, 14).
Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!
Matematik Konularından Seçmeler
matematik
(301)
geometri
(133)
ÖSYM Sınavları
(61)
trigonometri
(56)
üçgen
(49)
çember
(36)
sayılar
(32)
fonksiyon
(30)
türev
(26)
alan formülleri
(25)
analitik geometri
(23)
dörtgenler
(19)
denklem
(18)
limit
(18)
belirli integral
(14)
katı cisimler
(12)
istatistik
(11)
koordinat sistemi
(11)
fraktal geometri
(7)
materyal geliştirme
(7)
asal sayılar
(6)
elips
(3)
tümevarım
(3)
binom açılımı
(2)
hiperbol
(2)








