Zalimleri çarpan müthiş "Sayha"

Tarihte pek çok kavim, azgınlıklarının ve isyanlarının bir sonucu olarak helak olmuşlardır. Bu kavimler, kendilerine gelen peygamberlerin, tebliğ davetinden yüz çevirip yalanlamaları ve Allah’ın emir ve yasaklarına isyan etmiş olmaları sebebiyle, şiddetli bir şekilde cezalandırılmışlardır. Hakkı öğretmek ve tebliğ etmek amacıyla kendilerine gönderilen peygamberleri öldürme teşebbüsünde dahi bulunan, peygamberlere ve onlara inananlara çeşitli zulümler yapan kavimlerin, günah ve küfürde ne kadar azgınlaştıklarını, Kur'an-ı Kerim ayetlerinde birer ibret vesikası olarak görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette taşkınlıkta aşırıya gitmiş kavimlerin, farklı azaplarla cezalandırıldığı veya yok edildiği nakledilmiştir. Bu azaplardan biri de “sayha” ile helak edilme azabıdır.

Bu yazı, uzun içerikli bir yazıdır; isterseniz yazının PDF halini görüntülemek için bağlantıya tıklayabilirsiniz. "Zalimleri Çarpan Müthiş Sayha" - Kadir PANCAR" 

Sayha kelimesi hakkında daha detaylı bir fikir sahibi olabilmek için, Semud ve Medyen halklarının helakinden söz eden ilgili ayetleri, çeşitli tefsirlerden incelemeye çalışalım. Öncelikle Semud kavmi hakkında biraz bilgi verelim. 

Münazara (tartışma) ahlakı üzerine notlar

Münazaradan doğan kötü ahlâkın yol açtığı sonuçlar 
Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefini göstermek için halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccühünden istifade etmek için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil böyle bir tartışma biçimi, Allah'ın düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdır. Bu çeşit münazaralar; kibir, ucub, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir. İçki içmek ile diğer fuhşiyatları yapmak arasında muhayyer bırakılan bir kişi, içkiyi daha ehven görüp onu içerse, bununla kalmayıp içki onu diğer fuhşiyata nasıl zorlarsa; aynen bunun gibi başkasını susturmak, münazarada galip gelmek, rütbe aramak ve iftira etmek sevgisi de kime galip gelirse; bu sevgi o kişiyi bütün pisliklerin içine sürükler, kötülükleri nefsinde toplamaya başlar. Yine bu sevgi bütün kötü ahlâkların bu kişide toplanmasına vesile olur. Bu ahlâkların tamamının çirkin olduğunu izah eden deliller, ayet ve hadislerde zikredilmiştir. Bu yazıda, olumsuz münazaranın tahrik ettiği kötü ahlâkın sonuçlarından bir kısmını aktarmaya çalışalım.

1. Hased 
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hased, ateşin odunları yemesi gibi, sevapları yiyerek bitirir." (Ebu Davud) Münazara eden (tartışmacı), kendisini hasedden katiyyen kurtaramaz. Çünkü bir tartışmacı, bazen galip gelir, bazen de mağlup olur. Onun için bazen onun konuşması övülür, bazen de karşısındaki muarızın konuşması övülür. Öyleyse bu dünya ilminde kuvvetli ve görüşlerinin isabetli olduğu kabul edilen biri oldukça veya "Filân adam senden daha iyi görüyor ve senden daha isabetli kararla veriyor" denilme ihtimali bir münazarada bulundukça, böyle bir kişinin hased duyacağı muhakkaktır. Münazaracı karşısındaki kendisine tafdil edilen adamı küçültmeye ve ona teveccüh eden, onu beğenmey başlayan kalpleri de kendisine çevirmeye yarayacak bütün faaliyetleri ustalıkla göstermeye çalışır. Hased, helâk edici bir ateştir. Hased ateşiyle yanan bir kişi, bu dünyada büyük bir ızdırap içindedir. Ahiretteki azabı ise, dünyadakinden kat be kat fazla olacaktır. İşte bunu anlatmak için ibn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: "İlmi nerede bulursanız alınız. Fakihlerin birbirinin aleyhindeki tartışmacı sözlerine kulak vermeyiniz. Çünkü onlar ağıldaki tekeler gibi dövüşmektedirler." 

2. Kibir ve Tekebbür
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim büyüklenirse, Allah onu alçaltır; kim de tevazu gösterirse Allah, o kişiyi yükseltir." (Hatib)  Yine Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i kudside Allahü Teala'nın zatını kastederek şöyle buyurmuştur: "Azamet benim izarım, kibriya ise benim abamdır. İşte bunun içindir ki bu iki şeyde bana ortak olmaya yeltenenin belini kırarım!" (Ebu Davud, ibn Hibban) (Hadiste Allahü Teala hakkında geçen "izar" ve "abâ" kelimeleri zahirî anlamda düşünülmemelidir). Tartışmacı, emsallerinden üstün görünmek hastalığından hiçbir zaman kurtulamaz. Olduğundan çok daha üstün görünmek ister. Hatta bu büyüklük budalaları, münakaşa meclislerinin herhangi bir yeri için bile kavga ederler. Meclisin başında oturmak; baş koltuğun kendilerine ait olduğunu iddia etmek peşindedirler. Kendilerinden başkasına bu yerleri lâyık görmedikleri için itişip kakışırlar, dar bir yoldan geçildiği zaman "ben önde giderim, sen önde gidersin" diye itişir dururlar. Böyle tartışmacıların kurnazları ise: "Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz; zira álimin, özellikle mü'min bir alimin kendi nefsini zelil etmesi yasaklanmıştır." şeklinde tevilli konuşmalar yaparak akılları sıra kendilerini müdafaa ederler. Bilmezler ki, Allah ve Rasalü tevazuu medhetmiş olmalarına karşı bu kişiler Allah'ın ve Rasûlü'nün medhettikleri tevazuu hasletini, zillet kabul eder duruma düşmüşlerdir! Yine Allah ve Rasûlü'nün buğz ettiği bir hal olan (kibir) tekebbüre de kendi gömleklerini giydiriyor ve böylece Allah'a ve Rasûlüne zıd düşüyorlar. Böylece tevazu gibi bu güzel kelimeleri tahrif ederek halkın dalalete sapmasına vesile oldular! Nitekim bnzer şekilde hikmet, ilim ve benzeri kelimeleri de davranışlarıyla tahrif etmişler ve halkın dalalete düşmelerine sebep olmuşlardır!


3. Hikd (Kin) 
Tartışmacı kimse, kendisini kin tutmaktan kurtaramaz. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: Kamil mümin kinci değildir. “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir.” (Buhârî, Edep 57, 58, 62;Müslim, Birr, 23, 24, 28)  Kin tutmayı, kötüleyen (zemmeden) o kadar çok hadis vardır ki, bu kötülüğün gizlenmesi mümkün değildir. Bir münazara esnasında hasmını tasdik edercesine başını sallayarak ona kin tutmayan hiçbir tartışmacıya biz rastlamadık. Çünkü bir tartışmacı diğer tartışmacının sözlerini dinlemiyor, bu sözleri iyi niyetle karşılamıyor. İste bundan dolayıdır ki bir tartışmacı, diğer tartışmacıya kin tutmaya mecbur oluyor. O kini nefsinde taşıdığı halde gizli tutması ancak nifakla mümkün olmaktadır. Fakat çoğu zaman beslenen kin, apaçık ortaya çıkıyor ve bunu herkes müşahede ediyor. Tartışmacı bu durumda kendisini kin tutmaktan nasıl kurtarabilir? Bütün dinleyenlerin ona hak vermeleri imkânı yoktur. Ortaya koyduğu delilleri dinleyenler makbul saymak durumunda da değildir... Onun için hasmı, sözünü biraz da olsun hafife alırsa, bu hareketi affedemez, bundan dolayı duyduğu kini hayatının sonuna kadar kalbinden söküp atamaz. İşte bu durum, felaketin tâ kendisidir.

4. Gıybet 
Allahü Teala, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir.  "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! Sizden biriniz kardeşinin ölü halindeki etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah'tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır." (Hucurat Suresi-12) Halbuki tartışmacı, ölü eti yemekten, kendini bir türlü kurtaramaz. Çünkü o her za-man hasmının konuşmasını naklederek aleyhinde yargıda bulunur. Kendisini bu halden kurtarmak için ne kadar titiz davranırsa davransın, hasmının söylediği sözleri ne kadar doğru naklederse nakletsin, kendisini gıybet etmekten hiçbir zaman alıkoyamaz. Çünkü hasmının konuşmasının yanlış olduğunu söylemek suretiyle gıybet yapmış olur. Bu konuşmasının hasmının acizliğini gösterdiğini ve kendisinden daha eksik olduğunu söyleyerek gıybet yapmış olur. Yahut da daha kötüsü hasmının söylemediğini naklederek bir de yalancı durumuna düşer. Aynı zamanda söylemediğini söyledi diyerek iftira atmış olur, müfteri durumuna düşmüş olur. Kendi konuşmasına önem vermeyip, hasmının kelâmına kulak verenin haysiyetine tecavüz etmekten dilini bir türlü kurtaramaz. Münazaracı kimse, karşısında kendisi ile tartışan kişileri cehalet, hamakat ve dar anlayışlılıkla itham eder! 

5. Nefsi temize çıkarmak
Allahü Teâlâ bizi, nefsimizi temize çıkarmamaya davet etmektedir. "Nefislerinizi temize çıkarmayınız; Allah kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32) Hakim bir zata "Çirkin olan doğru nedir?" diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Kişinin nefsini övmesidir". Tartışmacı kuvvetli olmakla, galip gelmekle ve fazilet bakımından emsâllerinden üstün olmakla kendini övmekten kurtaramaz. Münazara esnasında hiç olmazsa şu kadarcık bir söz söylemekten kendini alıkoyamaz. "Ben bütün bu işleri bilmeyenlerden değilim. Ben ilimlerde ileri gitmiş hir kimseyim. Her ilmin usûlünü ve metodunu bilirim. Birçok hadis hıfzetmişim'. İşte buna benzer cümlelerle kendisini metheder durur. Bazen de konuşmasını itibara alsınlar diye, böyle cümleler sarfetmeye mecbur kalır. Halbuki herkes bilir ki kendisini ahmakça övmek ve herhangi bir sebepten dolayı nefsini tezkiye etmek, şer'an ve aklen çirkin sayılmıştır.  

6. Tecessüs 
Allahü Teâlâ şöyle buyurur. "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin, çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin! (Hucurat Suresi-12)  Tartışmacı, emsålinin ayıplarını araştırır, hasmının kusurlarını bulmak için durmadan çalışır. Hatta tartışmacıya 'Senin memleketine bịr tartışmacı geldi' dendiği zaman, hemen adamlarından birini göndererek gelen tartışmacının hususiyetlerini öğrenmeye çalışır. Gizli suçlarını araştırır. Öyle ki, münazara yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman rakibini hususi hayatındaki ayıplarından dolayı mahcup vaziyete düşürebilsin. Münazarada rakibini alt edebilmek için, bunları bir silâh olarak kullanabilsin... Tabidir ki, bu silâhlar rakibe karşı ihtiyaç zamanında kullanılır... Hatta tartışmacı rakibinin suçlarını aramakta o kadar ileri gider ki, çocukluk zamanında yaptıklarını bile ortaya çıkarmaya çabalar... Bedenî kusurlarını dahi bulmaya çalışır. Belki çocukluğunda bir suç işlemiş olabilir veya vücudunda bir kusur bulunabilir. Meselâ kel olması gibi... Sağır olması gibi.. Bunları, münazarada mağlup olma tehlikesi ile karşılaştığı zaman, rakibinin bu kusurlarına temas ederek onu mahcup etmeye çalışır. Şayet münazara bahsinde muktedir bir kişi ise, bu sefer de rakibinin kusurlarını ima yoluyla belirterek söyler. Şayet mağrur ve mağrur olduğundan ötürü de ahmak biri ise, bütün bu kusurlarını rakibinin yüzüne karşı bağıra bağıra söyler. Tartışmacıların önde gelen şahsiyetlerine ait buna benzer hikâyeler çok çok anlatılmaktadır. 

7. Karşısındaki kimselerin kötü duruma düşmeleri sebebiyle sevinmek, iyi durumlarına da yerinmek ve üzülmek 
İslâmiyet'te kendisi için istemediği bir şeyi, başka din kardeşleri için de istememek ve kendisi için istediği şeyleri de, başka din kardeşleri için istemek ahlâkı vardır. Faziletlerini öne sürerek başkalarına karşı övünmek durumunda kalan kimseler, arkadaşının ayağının kaymasına sevinir. Çünkü ilim ve fazilette kendilerine denk gördükleri herkes bir nevi rakipleri olduğu için bilhassa onların birbirlerine karşı aldıkları tavır, tıpkı iki kuma kadının birbirlerine karşı aldıkları tavıra benzer. Nasıl ki bir kuma, öbürünü gördüğünde eli ayağı titremeye başlar ve katiyyen onu görmeye tahammül edemezse, tıpkı bunun gibi bir tartışmacı da öbür tartışmacıyı gördüğü zaman kuma kadın gibi beti benzi atar, titrer ve onu görmek istemez. Sanki karşısındaki hilekår bir şeytan veya kanını emmeye çalışan bir canavara benzer! O halde soruyoruz! Hani İslâmiyet'in istediği yakınlık ve ünsiyet? Hani din âlimlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve sevgi? Hani her hangi bir müşkilde din âlimlerinin birbirlerine yaptıkları yardımlar? Hani kardeşlik, yardım ve muhabbet? Hatta İmam Şâfiî şöyle buyuruyor: 'Fazilet ve akıl erbabı arasında ilim, onları birbirine bağlayan bir zincirdir'. O halde soruyoruz! Ilmi, düşmanlık vesilesi yapan kişiler, kendilerinin İmam Şâfiî'nin takipçisi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Acaba arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşlik, ünsiyet ve arkadaşlığın tesisi hiç mümkün müdür? Elbette hiçbir şekilde mümkün değildir! İnsanların bozulmasına, mü'min ve muttaki kulların ahlâkından çıkarıp, münafıkların ahlâkına iten şerrin, bu kadarı insana yeter de artar bile... 

8. Nifak
Nifakın kötü olduğunu bildirmek için delil getirmeye ve kötülüğünü delillerle ispat etmeye ihtiyaç yoktur. Tartışmacılar âdeta nifaka düşmeye mecburdurlar. Çünkü, çeşitli mekanlarda hasımlarla ve hasımların dostlarıyla her an karşılaşmak mecburiyetinde kalırlar- Lisanen ve görünüşte onlara sevgi göstermek ve muhabbetini izhar etmek zorundadırlar. Onların derece ve hallerini dikkate almak ve onların gönlünü kırmamaya hatta tersine o kimseleri kazanmaya çalışmak lâzımdır. Halbuki kendisiyle konuşan, dil döken ve dinleyen kişiler, bu sözlerin hepsinin yalan olduğunu bilirler. Bilirler ki bu insan bir hasım olduğuna göre nifak, iftira ve fisk-u fücur yapmaktadır. Çünkü münâzaracılar ancak dilleriyle birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlar. Kalplerinde ise, birbirlerine karşı silinmez bir buğz taşımaktadırlar. Biz böyle bir nifaktan şânı yüce Allah'a sığınırız! Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: "İnsanlar ilmi öğrendikleri ve ameli terkettikleri, dil ile sevişip kalplerinde buğz taşıdıkları ve aralarında sıla-i rahmi kestikleri zaman, Allah onlara lânet edip kulaklarını sağır ve gözlerini kör eder!" (Taberáni, Selmân-ı Fårisi) Günümüzde gördüğümüz manzaralar, bu hadisin mânâsını doğrulamaktadır. 

9. Haktan yüz çevirmek ve nefret etmek 
Tartışmacı düşmanlık hırsı taşır. Tartışmacının en nefret ettiği sey, doğru sözün, gerçeğin ve hakkın, hasmının ağzından çıkmasıdır. Her ne zaman hak, hasmının ağzından çıkarsa, onu var kuvvetiyle reddetmeye ve hasmını bu haktan caydırmaya çabalar. Demek ki düşmanlık ve hakkı reddetmek. tartışmacının tabiî ve normal hâli olmaktadır. O ister hak olsun, isterse bâtıl, ne dinlerse sanki onu reddetmekle mükelleftir. Hatta o kadar ki Kur'an'dan getirilen delillere dahi itiraz etme isteği kabarır içinde. Şeriat tåbirlerine bile karşı koyar. Kesin nasslardan birini diğer biriyle nakzetmeye çalışır. Halbuki bâtılı müdafaa etmek, çok mahzurlu ve çok tehlikelidir. Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Hatasını anlayıp cedeli terkeden bir kimseye, Allah Teâlâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde cedeli terkeden bir kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder. (Tirmizi, ibn Mace) Allahü Teâlâ, iftira eden ile gerçeği yalanlayan kimseyi bir tutmuştur: "Allah'a iftira ederek yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki o zâlimler kurtuluşa eremezler. (En'am Suresi/21) Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan söylemiş, doğruyu (Kur'an'ı Kerim'i) da kendisine geldiği zaman yalanlamıştır. Kâfirlerin yeri cehennem değil midir? (Zümer Suresi/32)

10. Riya, (halka gösteriş yapmak ve halkın kalbini kendine çekme gayretine düşmek)
Riya, insanı en büyük günahlara iten korkunç hastalığın adıdır. Tartışmacının butün gayreti, yapmış olduğu münazara ile halkın gönlünü çelmek ve kendisine taraftar toplamaktır. Bu nedenle onlar, halkın toslandığı fikirlerin savunucusu olmayı her zaman başarırlar. 

İste saydığımız bu on hastalık, båtinî fuhşiyátın esaslarındandır. Tartışmacılarda bu on menfi hasletten başka daha nice kötü hasletler vardır. Bu kötü hasletler, kendisini zabtetmeyen tartışmacıları sonunda vuruşmaya, yumruklaşmaya, tırmıklamaya, elbise yırtmaya, sakal yolmaya, anaya ve babaya küfretmeye, hocalara küfretmeye ve açık açık birbirlerine iftira atmaya sürükler. Böylelerini insan saymadığımız için burada sözkonusu etmedik! Yukarıda saydığımız on menfi haslet, tartışmacıların büyüklerinin hemen hemen hepsinde en akıllılarında dahi vardır. Bütün bunlara rağmen bir kısım tartışmacılar, bu kötü hasletlerden uzak kalabilirler. Fakat bư iyiliği, ancak kendisinden çok aşağı veya yukarı; yahut memleket itibarıyla kendisinden çok uzak, maişet konusunda da kendisiyle çatışmayan kimselere gösterir. Kendisiyle aynı ayarda olan akranlarına bu iyiliği göstermesi, tartışmacı için imkansızdır. 

Bu on hasletin her birinden on tane başka rezalet doğar. Biz bunların hepsini teker teker sayarak konuyu uzatmak istemedik. Meselâ herbirinden şu rezaletler doğar: Kendini müdafaa etmek gayreti, öfke, tamah, buğz, rütbe ve mal isteme ihtirası, hasmına galip gelmekten dolayı düşülen gurur, nimeti inkar etmek, ifrata kaçmak, zenginlere ve sultanlara hürmetkår olmak, onlarla sıkı münasebetlere girişmek, onların haram yollardan elde ettiği şeylerden almak, atlarla, bineklerle ve mahzurlu elbiselerle süslenmek, kibir ve azametinden dolayı herkesi hakir görmek, mâlâyani hususlara dalmak, çok konuşmak, korkuyu kalpten çıkarmak, kalbindeki rahmet duygusunu söküp atmak, ifrat derecesinde gaflete düşüp bir namaz içinde ne kadar namaz kıldığını, neyi okuduğunu ve kime münacaatta bulunduğunu tefrik edememek, münazarasında kendisine yardım eden ilimler üzerinde bir ömür tükettiği halde kalbinde haşyet hissinin teşekkül etmemesi -ki böyle ilimlerin âhirette hiçbir faydası yoktur- ibareleri güzel okumak, kelimeleri kafiyeli sarfetmek, olması ender hådiseleri ve hikâyeleri ezberlemek gibi saymakla bitmeyecek kadar felâketler doğurur. 

Tartışmacılar, ilmi derecelerine göre münazara ilminde başarı gösterirler. Bu mesleģin çeşitli dereceleri vardır. Fakat din, ilim, akıl ve fazilet bakımından en büyükleri dahi bu yukarıda saydığımız kötü huyların bir kısmından kendi yakalarını kurtaramazlar. Ancak ellerinden geldiği kadar kötülüklerini örtmeye çalışmak ve bu kötülükleri nefsinden söküp atmak için büyük bir gayretle mücadele etmek gayesini güderler. Bu rezaletlerin sadece tartışmaclara ait vasıflar olmadığı ayrıca bilinmelidir. Va'az ve nasihatte bulunanlarda da bu çirkin hasletler bulunabilir. Şayet halka hoş görünmek, vaaz ve nasihatten ötürü bir paye kazanmak, yapmış olduğu işten dünyalık sahibi olmak gayretine düşmüş ise, böyle bir vaizde yukarıda açıklanan kötü hasletler bulunur. Bu rezaletler, fetva ve mezhep ilmiyle uğraşanlarda da bulunur, Şayet bu ilimle meşgul olmaktaki gaye kadılık makamını işgal etmek, evkaf dairesinde büyük memuriyetler almak, akranlarından daha fazla yöneticilerin gölgelerine girmek ise, böyle bir insanda da yukarıda saydığımız kötü ahlakların çoğu bulunabilir. Kısaca ilmiyle Allah'ın rızasından başka şeyler bekleyen her insan da bu kötü hasletler bulunur. Demek ki ilim, alimin yakasını bırakmaz. O ilim, alimi ebediyyen herşeyden mahrum ederek helak olmasına sebep olur veya ebedi hayatın saadetine garkeder. İşte bu sırrı anlatmak için Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur: "İlminden menfaat görmeyen alim, kayamette, en şiddetli azaba maruz bırakılır. (Taberani, Beyhaki) Böyle kimselerin ilmi, kendilerine bir fayda vermediği gibi, üstelik çok büyük zararlar verir. Keşke böyle bir kimse, başına büyük feláketler getirecek ilimden kurtulmuş olabilseydi.  Fakat ne yazık ki, bundan kurtulması mümkün değildir. İlim tehlikesi çok büyüktür. İlmi talep eden, ebedi mülkü ve serveti talep ediyor demektir. Onun için bu talipler ya mülk ve servetten veya felaketten yakalarını kurtaramazlar. Alimin hali, tıpkı dünyada mülk isteyen diger insanların haline benziyor... Eğer servet peşinde koşan, servete ulaşmak imkanı bulamazsa kendini zilletten kurtaramaz. Belki zilletin de ötesinde büyük girdaplara düşer. 
Demek ki ilmiyle riyaset talep eden, gerçekte helak olmuş bir kimsedir. Fakat, her ne kadar ilmiyle amel etmeyen alimin kendisi helak olsa bile, böyle bir kimsenin delâletiyle başka insanların kurtuluşa erişmesi  mümkün olabilir. Eğer o kişi insanları dünyayı terke dâvet ediyorsa durum böyledir. Kendisi helak olup başkalarının kurtuluşlarına sebep olan âlim, görünüşte selef âlimlerine benzer. Fakat onlardan ayrı olan tarafı, içinde yanan rütbe ateşidir. O kimse (başkalarını hidayete sevkederken dahi) bir makam elde edebilmek için yanıp tutuşan bir alimdir. Böyle kişilerin misâli, mum misâline benzer. Mum, etrafını aydınlatmak için yanar, kendisini mahveder. Eğer bu alim, insanları dünyaya bağlanmaya götürüyorsa, o zaman hem kendini ve hem de başkalarını yakan bir ateş gibi olur... 

Âlimler üç sınıfa ayrılır: 
1. Hem kendilerini ve hem de başkalarını helak edenler. Bunlar açık bir şekilde dünya nimetlerini isterler ve onlara dalarlar. 
2. Hem kendilerini ve hem de başkalarını saadete erdiren âlimler. Bunlar bâtın ve zâhirde insanları Allah'a dâvet, ederler. 
3. Kendilerini helâk eden ve fakat başkalarının kurtuluşuna, vesile olan âlimler. Fakat bunlar, halkın kalbini kazanmak, halkın gözüne girmek, şan ve şöhret kazanabilmek için uğraşırlar. Bu nedenle ey Müslüman! Hangi zümreden olduğunu düşün ve bul! Kime düşmanlık yaptığını idrâk etmeye çalış! Allah'ın, kendisi için yapılan amelden başkasını kabul edeceğini hiçbir zaman aklına getirme... 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-IV, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992

Faydasız ve çirkin ilimleri öğrenmek

İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından çirkin (mezmum) olmaz. Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında çirkin ve mezmum addedilir. 
1. Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilimdir. Sihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilir. Çünkü bu ilimler birer ilim kabul edildiği halde kötülenmiştir. Bu ilimlerin var olduğunu Kur'an-ı Kerim tasdik etmektedir. Yine Kur'an bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. "Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri, Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek, “Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!” demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!" (Bakara Suresi/102) Aynı zamanda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir. Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derinliklerindeki taşın altından çıkarmıştır. 
["Bir gün Rasulullah (s.av), Hz. Aişe (r.a)'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe (r.a)'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım." dedi. Hz. Aişe (r.a) "O nedir?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. 'O'na ne oldu?' Öbürü cevap verdi: 'Buna sihir yapılmış.' Birincisi sordu: 'O'na kim sihir yaptı?' Öbürü cevap verdi: 'Lübeyd b. Asım.' Birincisi sordu: 'Ne içinde?' Öbürü cevap verdi: 'Tarak ve saçlar, bir erkek hurma içinde.' Birincisi sordu: 'O nerede?' Öbürü cevap verdi: 'Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (Zî-ervan) içinde, bir taşın altında.' Birincisi sordu: 'Ne yapmalı?' Öbürü cevap verdi: 'Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı.'" Rasulullah (s.a.v); Hz. Ali (r.a), Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de kuyuya gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da onlarla birlikte gönderdi.) Rasulullah (s.a.v) daha sonra kendisi de birkaç sahabe ile kuyunun oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde on bir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular. Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail (a.s) gelerek Rasulullah (s.a.v)'a "Muavvizeteyn'i (Felak veNas sureleri) oku" dedi. Rasulullah (s.a.v)'ın her ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde tüm düğümler çözülmüş ve bütün iğneler çıkmıştı. Rasulullah (s.a.v) sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah (s.a.v) da Lübeyd'i cezalandırmadan serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını da tenbih etti."] (Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64) 
Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkezlerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir. Bu ilimde bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olur. Şerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmum sayılır. Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib eder. Veli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenir. Onu tâkib eden zâlim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olur. Çünkü böyle bir hareket, o zâlimin veliyi öldürmesine sebep olabilir. Dolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdir. Fakat burada zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için çirkin ve mezmûmdur. 

2. Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdir. Astronomi gibi... Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildir. Çünkü ikiye ayrılır: 
a) Hesab İlmi: Allah Teâlâ Kur'an'da güneşin ve ayın bir hesab ile seyrettiğini söylemektedir. "Güneş ve ay (kendi menzillerinde) bir hesap iledir" (Rahman Suresi/5) "Aya da menziller (miktarlar) takdir ettik. Nihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu."(Yâsin Suresi/39) 
b) Ahkâm İlmi: Bu ilmin özeti hadiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktır. Doktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzer. Bu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki sünnet ve adetinin cereyan tarzını bilmektir. Fakat bu ilmi, şeriat bir hikmete binaen kötülemiş ve zemmetmiştir. Hadis-i şeriflerde; "Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyun. Yıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakının. Ashabım zikredildiği zaman (onların arasındaki hådiseleri kurcalamaktan) sakının!" (Taberani; Hatib, Kitab-ul kavm fi ilmin nücum) "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: 1.İdarecilerin zulmü, 2. Yıldızlara inanmak, 3. Kaderi yalanlamak." (Ibn Abdilberr ve İbn Asakir) buyrulmuştur.
Hz. Ömer şöyle demiştir: "Yıldızlardan ancak karada ve denizde size varayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının." Hz. Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yarayacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe dayanır: 
a) Yıldız ilmi halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor dendiğinde, halkın kalbinde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâhi kuvvet (ilah) oldukları kanaati yerleşmektedir. Özellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedir. Böyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve insanlar onlara bağlanıyorlar. O kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümitsizliği onlardan beklemeye başlıyorlar. Böylece Allah'ın zikri kalplerden siliniyor. Çünkü zayıf olan kimseler, daima vasıtalara bakar; her türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmez. Güneşin, ayın ve yıldızların Allah Teâlâ'nın birer teşhir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler. 

Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kağıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa dahi; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zanneder. Çünkü o kağıt üzerine yazıyı yazan olarak, karınca yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları karınca göremez. Hele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden iradeyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın' varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiçbir şekilde idrâk edemez. İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalır. Bu sebepleri aşıp, sebeplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz. İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri budur. 

b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildir. Ne zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedir. O halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yoktur. Cehalete yol açtığı için zemmedilmiştir. Yoksa mücerred olarak kötülenmiş değildir. Bu ilimle elde edilen mårifetlerin Hz.Idris (a.s)'in mucizesi olduğu kuvvetle rivayet olunmaktadır. Fakat Hz. İdris (a.s)'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümuzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir. Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettir. Zira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olur. Muttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelir. Bu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettir. Kazara ve tesadüfen Allah Teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde isabet etmiş ve doğrulanmış sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılır. Müneccimin bu durumu tıpki bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer. Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonucuna varan kimseleri yanıltır. Bazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağar. İşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görmemesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı bunlar gibidir. Zira bu esintilerin daha nice nedenleri vardır ki, gemici bunlara bazen muttali olur, bazen ise vakıf olamaz. Hele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemez. Onun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır. İşte bu sebeplerle idrak yeteneği kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu yıldız ilminden sakındırılır ve menedilir. 
c) Yıldız ilminde fayda yoktur. Zararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktır. Fuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli hazine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir. Hadis-i şerifte "İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili feraiz) adaletli bir farizadan ibarettir." (Ebu Dâvud, ibn Mâce) buyrulmuştur. Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi faydasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildir. Allah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimsenin elinde değildir. Ama tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme insanların ihtiyacı vardır. Tıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilir. Tıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdır. Rüya tâbirinde faydalar vardır. Zira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur. 


3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktır. Faydasız ilme dalmak, kötülenmiş ve zemmedilmiştir. İlimlerin temellerini, zahirini ve açık olanını bilmeden, o ilmin inceliklerini, esaslarını öğrenmeden gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak, ilimlerin müteşabih ve kapalı taraflarını bilmeye gayret göstermek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak, zahir yerine batıni yorumlara dalmak gibi ilim öğrenmek kötülenmiştir. Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak istemişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlar. Bu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsustur. O halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine döndürmesi ve tanzim etmesi gerekir. Zira şeriatta Allah'ın tevfikine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcuttur. Nice kişiler vardır ki, gizli ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilimlerden çok zararlı çıkmışlardır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsalardı, dinî durumları ve inançları çok daha iyi olurdu. Bu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridir. Nitekim helal olan kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği gibi bu durum da malûmdur. Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır. 

Rivayet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır oiduğundan) şikayet eder. Doktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: "Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat edecektir. Nitekim nabzının durumu buna işaret ediyor' der. Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olur. Varını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini yazar. Kırk gün yemek yiyemez, su içemez. Kırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirir. Bunun üzerine zeki doktor "Ölmeyeceğini biliyordum. Hemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, gebe kalacaktır' der. Doktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorar. Doktor meseleyi şöyle izah eder: "Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bulunduğunu gördüm. Bu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdi. Bunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Şu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kaplayan yağlar erimiştir. Onun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir" diyerek doktor durumu izah eder. İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hz.Muhammed Mustafa'nın (s.a) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir: "Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız." (ibn AbdilBerr) İşte bu hikâyeden ibret al. Şeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçın. Ashabın eteğine yapış. Sünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılma. Zira din ve dünyanın selâmeti ancak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır. Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve sahabenin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadır. Sakın zannını delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstererek insanlarla çokça tartışma. 

'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorum. Öyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır? deme; zira mūstakil şekilde, olur olmaz ilmi meselelere dalışının zararı, kârından fazladır. Çok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni tehlikelere sūrükler ve âhiretini berbat eder. Allahü Teala'nın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felåketten kurtulamazsın ve helak olur gidersin! Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimsenin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, ahiret hayatının vesilelerini bilen peygamberler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar. Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşme. Böyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramaz. 
Birçok kimseler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyileştirmeye çalışırlar. Halbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sūrülmesi icabettiğini söyleyebilir. Damarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çevrelediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürülür diyerek itiraz ederler. İşte âhiret yolunda şeriatın inceliklerinde, âdâbında,insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir. Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsin. Nitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellikler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir. Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmez. Bunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevi komşuluğunda yükselmelerini temin eder. 

İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi... Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatın bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür (çok öfkelenme, öfkeden köpürme, çok kızma), şecaatın bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir. Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdir. Ne dünyaya, ne de âhirete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan ömrünü boşuna harcamak demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır basmaktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat varsa da verdiği zarara nispeten bu menfaat hiç denecek kadar azdır. Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra da başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve durumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et! 

Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların güzelini ve çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir insan çirkin sıfatlardan arınmış değildir, Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalpten uzaklaştırmak vâcibdir. Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kurtaracak ilâçları ihmal ederek zâhirde görünen yaralarına merhem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur. Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında oturarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara benzerler. Âhiret ålimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, kötülükleri ve şerri bütün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden söküp atmaya bakarlar. Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin kolaylığı bircok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu gariplerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâçları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gösteren hastaların durumuna benzer.Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken, diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere gitmekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bildiren ve o hastalıkların ilâcını tavsiye eden ilimleri öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni yüce makamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedi saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi olur. Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkån kalmaz. 
Halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farzı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü yaratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması,kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz. Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, günahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hal sende bir tabiat halini almışsa -ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir- o zaman farz-i kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin, Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi asla unutma!
Kalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddi ilaçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattır. Nasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak birtakım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette insana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdirler. Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yoktur. Keşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi. Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bilebilir ve açıklayabilirler. Fakat bir ölüden bütün bu soruların cevabını almak hiç kimsenin harcı değildir. 
Peygamber Efendimizin (s.a.v) doğruluğuna ve işaretlerinin hakikatına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeter. Ondan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol; Hz. Peygamber' in(s.a.v) yolunu tâkip etmektir. Sen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersin. 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-III, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
| | | | Devamı... 0 yorum

Ahiret yolunun ilimleri

Ahiret yolunun ilmini -her ne kadar bu ilmin tafsilâtı saymakla bitmez ise de- bilmek istersen, Ahiret İlmi'nin yolu iki kısımdır: 1. Mükâşefe İlmi 2. Muâmele İlmi 
Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilimden az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'. Başka biri de şöyle demiştir: "Kimde şu iki sıfat bulunursa o kimseye ahiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibirdir". Yine denildi ki: "Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi ahiret yolunun ilmini elde edemez." Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce ahiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Âhiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü takviye etmektedir: "Senden kaybolanın kaybına razı ol! Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir."

Bu mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olanların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu halden birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder. Allah'ın zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve seytanlar sözünün anlamını da bihakkın bilir. Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünű, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlemlerinin sırrına vákıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür. Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azabının, sırat köprüsünun, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter!' (Isra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise, işte o gerçek hayattır, eğer bir bilselerdi...' (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'ü Teala ile karşılaşmanın, O'nun cemal-i ilâhisine bakmanın ve O'na manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hasıl olacak saadetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrak etmiş olur. Cennet ehlinin derecelerinin farkını -ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır" ifadesini hakkıyla bilir ve inanır. Daha sayılması çok uzun sürecek neler neler... Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar. 

İnsanların bir kısmı bütün bu hakîkatlerin birer misal oldukları, Allah Teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk, sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakîkatlerinden ise tamamen bihaberdir. Bir kısım insanlar da bu hakîkatların bazılarını misal kabul ederken, diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar. Bazıları da şu kanaattedirler; "Allahü Teala'yı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir". Bazıları da Allahü Teala'yı bilmek hususunda büyük meselelerin varolduğunu iddia etmişlerdir. Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: "Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir ve konuşur..."


Mükâşefe İlmi'nden gayemiz; perdenin kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir. Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise bu ilim ancak o zaman açık olur.  
Ahiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlenmesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlenmesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamberlere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakîkatları o nisbette aksettirir. Bu mertebeye çıkmak için, riyazet yolunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar. Allah Teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allah Teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır." (Erbain, Hüseyin es-Sülemi,Tergib ve Terhib, İlim)

İkinci bölüm ise Muamele İlmi'ne aittir. Bu muamele ilmi; kalbin ahvalinden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, riza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allahü Teala'ya minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir. Bütün bu hallerin hakikatlarını bilmek, hududlarını anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf taraflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek ahiret ilminden sayılır. Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olunana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etmemek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkår olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu dolayısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göstermek, fakirlerle istihza (alay) etmek, nefsine güvenmek, böbürlenmek, akranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyani (boş ve değersiz) şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebilecek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiçbir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizleyerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hâinlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel (uzun istek ve hayaller), kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, hafiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâhip olmak... 

Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır. Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Ahiret İlmini bilmek demektir. Ahiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır. Bunların bilinmesinden yüz çevirenler zahiri amellerden yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıçlarıyla kahroluyorsa, padişahlar padişahı olan Allah'ın kahrıyla ahirette helak olup gideceklerdir.

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
| | | | Devamı... 0 yorum

Hz. Ali'ye göre ahiret alimleri

Ahiret âlimlerinin vasfını Hz. Ali (r.a), tafsilatlı bir şekilde şöyle izah eder: Kalpler, tıpkı kaplara benzer. Onların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdır. İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar: 1) Rabbanî âlimler, 2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler, 3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk tabakası. 
İlim, maldan çok çok hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen de malını korursun. İlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalır. İlim dindir, çünkü kişi, dinini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenir. Öldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilir. İlim hâkimdir, mal ise mahkûm. Malın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolur. Mal toplama gayretine düşenler, diri oldukları halde birer ölü sayılır. Âlimler ise, kıyamete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler. Bu sözleri söyleyen Hz. Ali (r.a), derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti: 
(Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardır. Keşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım. Emin olmadığım talibler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dünyevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlar. Allah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da basireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman derhal şüpheye düşüyor. Demek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ne de öbürüne verme imkânı yoktur. Bazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında giden bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyor. Bụnlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardır. 
Hz. Ali (r.a), sözlerine şöylece devam etti: İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyor. Fakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın dinini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz. Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye kendilerinin gizli kalmasını tercih ederler. Fakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe çok büyüktürler. Şahısları gizli, fakat hatıraları kalplerde saklıdır. Allah Teâlâ, o alimlerle delil ve hüccetlerini muhafaza eder. Tâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim etsinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinler. İlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştir. Onun için, dünya ehline çok zor gelen. meseleler bunlar için gayet kolaydır. Gafillere yabancı gelen konu- lar bunlara çok yatkın görünür. Bu kişiler, bedenleriyle dünyada gö- rünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlar. Onlar bütün mahlûkat içinde Allah'ın veli kullarıdır. Yeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'. 
Hz. Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti: Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan! 

Kaynakça: 
İmam Gazali, İhya Ulumiddin, Kitabül İlim-VI, Çev. Ali Arslan, Cilt:1, s.245, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1992
| | | Devamı... 0 yorum

Yalnız Kuran'dan Konuşan Kadın

Tebe-i Tâbiîn neslinden Abdullah bin Mubarek anlatıyor. 
ALLAH'ın evi kabe’yi haccetmek ve ALLAH rasulunun (sav) mescidini ziyaret etmek için yola çıktım. Yolda ilerlerken bir ara karanlık bir şey gördüm iyice baktığımda bu şeyin üzerinde yün bir örtü bulunan yaşlı bir kadın olduğunu fark ettim. Ona: “ALLAHın selamı rahmeti ve bereketi üzerine olsun” dedim.
Kadın: “Onlara merhametli Rabbin söylediği selamı vardır” (Yasin 36/58) dedi.
Ona: “ALLAH sana merhamet etsin. Burada ne yapıyorsun?” diye sordum.
Kadın: “ALLAH kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur.” (Araf 7/86) dedi.
Bunun üzerine onun yolunu kaybettiğini anladım.  Ona: “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum.
Kadın: “Bir gece, kulunu Mescid-i Haram’dan  çevresini mubarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren ALLAH, noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra 17/1) ayetini okudu.
Bu ayetle, onun haccının bitirdiğini Beytü-l Makdise gitmek istediğini anladım. Ona: “Ne zamandan beri bu yerdesin?” diye sordum.
Kadın: “Tam (üç gün) üç gece” (Meryem 19/10) ayetini okudu.
Ona: “Yanında yemek olduğunu görmüyorum. Bir şey yemiyor musun?” diye sordum.
Kadın: “Beni yediren ve içiren O’dur” (Şura 26/79) ayetini okudu.
Ona: “Bu ramazan ayı değildir” dedim.
Kadın: “Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa ALLAH kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” Bakara 2/184 ayetini okudu.
Ona: “Abdest suyu nerde?” diye sordum.
Kadın: “Eğer su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin” (Nisa 4/43) ayetini okudu.
Ona: “Neden seninle konuştuğum gibi benle konuşmuyorsun?” diye sordum.
Kadın: “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın” (Kaf 50/18) ayetini okudu.
Ona : “Sen kimlerdensin?” diye sordum.
Kadın: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17/36) ayetini okudu.
Ona: “Hata ettim, bana hakkını helal et!” dedim.
Kadın: “Bu gün sizi kınamak yok, ALLAH sizi affetsin” (Yusuf 12/92) ayetini okudu.
Ona: “Seni şu deveme bindirip kafileye yetiştirmemi ister misin?” diye sordum.
Kadın: “Her ne hayır işlerseniz ALLAH onu bilir.” (Bakara 2/97) ayetini okudu.
Bunun üzerine deveyi çöktürdüm.
Yaşlı kadın: “Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini söyle.” (Nur 24/30) ayetini okudu.
Bende ona bakmamak için yüzümü çevirdim ve kendisine “Bin” dedim. Kadın deveye binmek isteyince deve ürktü ve kadının elbisesini biraz parçaladı. Bunun  üzerine kadın : "Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu hak etmeniz sebebiyledir" (Şûrâ: 30) âyetini mırıldandı. Ona: "sabret deveyi bağlayayım." dedim .
Kadın: “ Bu hususta Süleyman'ı anlayışlı ve daha isabetli davranır kıldık" (Enbiyâ: 79) âyetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti. Ben deveyi bağladıktan sonra, ona : "şimdi deveye bin" dedim, kadın da deveye kolayca bindi.
Kadın deveye bindikten sonra “bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve tasdik ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.” (Zuhruf 43/13-14) ayetlerini okudu.
Ben devenin yularını tutup hızla ve bağırarak yola koyuldum. Bunu üzerine kadın: "yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman 31/19) ayetini okudu.
Bunun üzerine yavaş yavaş ve içimden alçak sesle şiir mırıldarak yürümeye başladım.
Kadın: “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil 73/20) ayetini okuyunca, ben: "Şiir okumak haram değil ki!" dedim. 
Kadın: "Bu hususu ancak gerçek idrak ve basiret sahipleri düşünüp tam olarak anlar!" (Bakara: 2/269) cevabını verdi. Bende: “Sana gerçekten çok hayır verilmiş.” Dedim.
Kadın: “Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (Bakara 2/269) ayetini okudu.
Bir süre yürüdükten sonra, kadına: “Evli misin?” diye sordum.
Kadın: “Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.” (Maide 5/101) ayetini okuyarak cevap verdi. Ben de sustum ve kafileye yetişinceye kadar bir daha hiç konuşmadım. Derken kafilesine ulaştık ve "Kafile içinde kimsen var mı?" dedim. 
Kadın: “Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf 18/46) ayetini okuyunca kafilede çocukları olduğunu anladım. Sonra kadına çocuklarının isimlerini sordum. 
Kadın: "Allah, İbrahim’i dost edindi.” (Nisa 4/164) “Allah, Musa ile gerçekten konuştu.” ( Nisa 4/164) ve “Ey Yahya! Kitab’a (tevrat’a) var gücünle sarıl!” (Meryem 19/12) âyetlerini okudu.
Ona: “Onların hacdaki görevleri nedir?” diye sordum.
Kadın: “Onlar yıldızlarla yolarını bulup doğrulturlar.” (Nahl 16/16) Ayetin okuyunca, çocuklarının kafile rehberi olduğunu anladım. Hemen kafilenin ön tarafında kubbeli yüksek yapıların yanına gittim. "Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa!" diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç genç "Buyur!" diye bazı gençlerin yanıma geldiklerini gördüm. 
Anneleri gelen gençlere hitaben;
“Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin. Dikkatli davransın!"” (Kehf 18/19) ayetini okudu.  Bunu üzerine gençlerden gidip yiyecek bir şeyler aldı ve getirip önüne koyunca, 
Kadın bana dönerek;  "Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!" (Hâkka: 69/24) ve “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” (Araf 7/31) ayetlerini okudu.
Çocuklara, "Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!" dedim. Gençler: “"Annemiz" ağzından Cenab-ı Allah'ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla kırk yıldır böyle sadece Kur'an'la konuşur.". "Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O herşeye Kadir'dir(Mülk67/1) dediler.
Bunun üzerine bende, “Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Maide 5/54) ayetini okudum.

İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur'an-ı Kerim'de her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatmıştır.

Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesinde doğmuştur. Şair bir ailede yetiştiği için küçük yaşlardan itibaren şiire ilgi duymuştur. 1958 yılından sonra yazdıklarını Hasan’a Mektuplar adıyla 1964 yılında yayımlamıştır. Aynı yıl belediyede muhasebe memuru olarak göreve başlamış, 1981 yılında emekli olmuştur. Toplumsal adaletsizlikleri, siyasî çarpıklıkları ve haksızlıkları hicvettiği mücadeleci şiirleriyle tanınmıştır. Ülkücü görüşleriyle bilinmiş, yaklaşık otuz kez mahkemeye verilmiş, ancak her seferinde beraat etmiştir. Avukat tutmamış, kendisini bizzat savunmuştur. Hiçbir iktidarla barışık olmamıştır. 1985 yılında gazeteciliğe başlamış, Büyük Birlik Partisi’nin kuruluşunda yer almış, kısa bir süre sonra “Allah rızası için girdim, Allah rızası için ayrıldım” diyerek siyasetten çekilmiştir. 2012 yılında akciğer enfeksiyonu geçirmiş, bir süre Konya’da tedavi görmüştür. Aynı yıl 7 Haziran’da Ankara Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde vefat etmiş ve Keçiören Bağlum Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
Dosta Doğru
İçimde uzayan her yol
Çıkar gider dosta doğru
Menekşe, nergis, ıtır, gül
Kokar gider dosta doğru

Zamanım yoğrulur gamla
Birleşir sabah akşamla
Ilık kanım damla damla
Akar gider dosta doğru

Gel bende gör, sen gel beni
Durduramaz engel beni
Görmediğim bir el beni
Çeker gider dosta doğru

Beynim fırın, bağrım tandır
Yanarım hayli zamandır
Sevgim bir yavru ceylandır
Çeker gider dosta doğru

Ne saklarım ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru.
Abdurrahim Karakoç
| | | Devamı... 0 yorum

Ehli Küfre Benzemek

Dünyanın şu acayip ortamında, artık herşey herşeye karışmış durumda iken iman sahibi biz müslümanların, imanlarını muhafaza etmenin ne kadar zor olduğunun idarki içindeyiz. Şeytan ve şeytanlaşmış insanlar; iman kalelerini yıkmak için her yönden saldırı içinde iken, dünyanın bu sefil hatalarını düzeltmeye kendini adamış kutlu insanların nurlu çabalarını hatırlamak bize bugünleri daha iyi kavramaya yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Hindistan coğrafyasında, uydurma din ve anlayışlara karşı büyük bir mücadele veren İmam Rabbani (k.s)'nin mektubat eserinden bir kesiti sunmak belki bugünlerimizi daha iyi anlamaya vesile olacaktır inşallah.

İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Hazretleri, 1.cilt 266.mektubunda; "Bilinmesi gerekir ki: Küfür ve küffar Hakkında adavetin zatî olduğu tahakkuk ettiği için; rahmet ve re'fetin âhirette küffara şümulü mümteni olmuştur; zira, bu cemal sıfatlarındandır. Aynı şekilde, rahmet sıfatı, zatî adaveti de kaldıramaz.. Zira, zatin taalluk ettiği şeyler, sıfatın taalluk ettiği şeylerden daha kavi ve daha yüksektir. Bunun için: Zatın muktazasını, sıfatın muktazası tebdil ve tağyir edemez. Nitekim, bu mana: — «Rahmetim, gazabımı geçti..» Hadis-i kudsisinde anlatıldı. Burada anlatılan gazaptan murad: Müminlerin asilerine inhisar eden, sıfata bağlı gazap olsa gerek.. Müşriklere mahsus olan gazap değildir. Şöyle bir şey sorulabilir: — Yukarıda tahkikini yaptığınız gibi; küffarın dahi, dünyada rahmetten nasibi vardır. Bu durumda, nasıl olur da, rahmet sıfatı dünyada, zatî adaveti kaldırır?. Bunun için şu cevabı veririm: — Kâfirlere, dünyada iken rahmetin husulü, ancak zahir ve suret itibarı iledir. Amma, hakikatte bu onlar Hakkında istidraçtır ve keyddir. Nitekim, şu mealdeki âyet-i kerimeler, bu mananın şahididir: — «Öyle mi sanıyorlar ki, kendilerine malla ve evladla yardım ediyoruz. Hayırlarda onlar için koştuğumuzu sanıyorlar.» (23/55) Bir başka âyet-i kerimede ise, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu: — «Bilemeyecekleri cihetten, onları derece derece helake götürürüz. Onlara mühlet veriyorum; gerçekten keydim metindir.» (68/44) Çok faydalı bir mesele.. "
"Cehennemin ebedî azabı, küfrün cezasıdır. Bu manada, sorulabilir: — İmanı olmasına rağmen; bir şahıs küfür merasimini icra eder, küfür ehlinin merasimine de tazim eder, ulema dahi onun için: Fiilleri dolayısı ile küfür hükmünü verir; mürtedlerden sayar.. Nitekim, Hanud Müslümanları bu beliyyeye müptelâ olmuşlardır. Durum böyle olunca, o şahsın ebedî olarak cehennem azabında kalması gerekir ki ulemanın fetvasının muktazası dahi budur." İmam Rabbani Mektubat-266
"Durum böyle iken, sahih rivayetlerde şöyle gelmiştir: — «Kalbinde zerre kadar imanı olan, ebedî azap görmez; ateşten çıkarılır.» Bu meselede senin tahkikin nedir?. Şöyle derim: — Eğer o kimse, sırf kâfir ise., onun için daimî azabı, isabetli görürüz. Allah-ü Taâlâ, bizi ondan saklasın. Bu küfür merasimlerini yapmasına rağmen, kalbinde zerre mikdarı iman var ise., ateşte azap görür. Lâkin umulan odur ki: Bu zerre kadar imanı bereketi ile, cehennemde ebedî kalmaktan kurtulur. Cehennem azabında istikrar bulmaktan necata erer." 
"Bir keresinde, bir hasta şahsın ziyaretine gittim. Ölüme yaklaşmıştı. Haline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki: Kalbi, şiddetli zulmetler içinde.. Her nekadar bu zulmetin kalkması için, teveccüh ettiysem, hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra bilindi ki: Bu zulmetler, kendisinde saklı duran küfürden naşidir. Bu sıkıntıların menşei dahi, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır. Bundan sonra bana belli oldu ki: Bu zulmetlerin defi için teveccüh yerinde bir iş değil.. Zira, onun bu zulmetlerden temizlenmesi cehennem azabına kalmıştır. Ki: Küfrün cezası odur. Bu arada şu dahi bilinmiş oldu ki: İmandan bir zerre, onu ebedi cehennem azabında kalmaktan kurtaracaktır. Bu dahi o mikdar imanın bereketi ile olacaktır. Bu durumu, onda müşahede ettikten sonra, hatırıma şöyle geldi: — Bunun namazını kılmak caiz mi?. Yok caiz değil mi?. Diye.. Bu da teveccühten sonra zahir oldu ki: Onun namazını kılmak yerinde olur. O Müslümanlar ki, imanın varlığı ile beraber, ehl-i küfrün âdetlerini icra ederler ve onların günlerine tazim ederler., onların namazını kılmak yerinde olur. Onları, küffar arasına katmak doğru olmaz.. Nitekim, bu iş bugün yapılmaktadır. Şu da yerinde olur ki: İşin sonunda, ebedi azaptan onların necatlar, umula.." İmam Rabbani Mektubat-266
"Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılmış oldu ki: Ehl-i küfre af yoktur. Onlar için bağışlanmak da yoktur. Şu âyet-i kerime bu manada açıktır: — «Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.» (4/48) Şayet katıksız kâfir ise., onun küfrünün, cezası, ebedi azaptır. Eğer ondaki fücura rağmen, zerre kadar îmanı var ise., onun cezası da muvakkat azaptır. Sair büyük günahlarını, Allah dilerse bağışlar; dilerse azab eder." İmam Rabbani Mektubat-266 
İbn-i Ömer (r.a.) teşebbüh (benzemek) hakkında şöyle buyururlar:Bir kimse müşriklerin arzına ev bina edip, onların bayramlarına katılmak suretiyle onlara benzerse, o kimse kıyamet günü onlarla beraber haşrolunur.” (Feyzü’l-Kadir, 104)
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Hazretleri, 3.cilt 41.mektubunda “Bundan başka, şirk âdetlerine, küfür mevsimlerine tazim etmek şirkte sağlam bir basamaktır. İki dini tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm hükümlerinin mecmuu ile küfrü bir araya getirmeye teşebbüs eden dahi müşterektir. Halbuki küfürden teberri etmek, şirk şaibelerinden sakınmak tevhiddir. Marazların, hastalıkların defi için, asnamdan ve tağuttan (sahte tanrılar, kâhin ve putlardan) yardım talep etmek aynen şirktir. Böyle şeyler, ehl-i İslâm'ın cahilleri arasında şayi olmaktadır. Yontulmuş taşlardan hacet talep etmek dahi küfrün kendisi olup yüce Vacibü'l-Vücud zatı inkârdır. 
Allahu Teala, bazı dalâlet ehlinin halinden şikâyet ederek, şöyle buyurdu: "Şu kimseleri görmez misin ki, onlar sana indirilen ve senden önce indirilene iman ettiklerini sanırlar; kâhini de hakem tutmak isterler. Halbuki, ona küfretmek için emir almışlardır. Şeytan dahi, onları, derin bir sapıklıkla saptırmak ister."(4/60) Kadınların pek çoğu, memnu olan bu yardım talebini yapmaya müptelâdırlar. Bu tür kadınların kendilerinde bulunan tam cehalet sebebi ise, müsemmadan hali olan bu isimlerden beliyyenin defini talep ederler... Şirk ehlinin ve şirkin merasimini edaya meftundurlar. Bilhassa, Hindistan kadınları sırasında: -Setile... diye bilinen cederi (çiçek veya benzeri kabarcıklı bir hastalık) marazının arız olduğu vakitlerde. Anlatılan fiil (hstalıktan şifa bulmak için dalalet ehlinden yardım talep etmek), o kadınların hayırlısında ve şerlisinde; bu zamanda müşahede edilip görülmektedir. O derecede ki, bu şirkin inceliklerinden geri kalan, onun âdetlerinden bir âdete gitmeyen tek kadın bulunamamaktadır. Meğer ki Allahu Teala'nın koruduğu biri ola... 
Hinduların büyük bildikleri günlere tazim, Yahudilerce bilinen gün âdetlerine uymak küfrü icab ettirip şirki gerektirir. Nitekim ehi-i islâm'ın cahilleri, küffarın belli günlerinde küfür merasimini icra etmektedirler. Bunları kendileri için de bayram kabul edip kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onlara benzeyen hediyeler yollamaktadırlar. Zarflarını dahi küffar gibi o mevsimde boyarlar. Ayrıca onları kırmızı pirinçle doldurduktan sonra yollarlar. O mevsime de tam manası ile itina ederler. Bütün bu anlatılanlar şirktir ve Allah'ın dinine karşı küfürdür. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu: "Onların pek çoğu, Allah'a iman etmez; meğer ki müşrik halleri ile inanalar..."(12/106)
Kendilerine adak yapılmış olarak, meşayihin kabirlerinde, meşayih için adak olarak kesilen kurbanları dahi, fıkhi rivayetlerde fukaha şirke dahil edip üzerinde sıkı durdular. Sonra bunu, şer'an men edilen cinne tapanların kestikleri cinse dahil eylediler. Kendisinde şirk şaibesi olduğundan, bu amelden dahi sakınmak gerek. Zira, adak yolları bunun dışında çoktur. Neden dolayı, öyle bir şekilde hayvan boğazlanıp da, cinne tapanların cin için kestiklerine benzetilip onlara katılmak olsun? İmam Rabbani Mektubat-453 (3.Cilt-41)

Nefs ve Mücahede

Gayret sarfetmek, çabalamak, çalışmak, mânâsındaki Arapça "cehd" fiili kökünden türeyen "mücahede" "gayret etti, çabaladı" fiilinin mufāˁalaͭ vezninde  masdarı olup, mücāhada  مجاهدة " cihat etme, gayret ve çaba gösterme”, “zorluklara göğüs germe”, “düşmanla savaşma” gibi anlamlara gelir. İslamî terim olarak mü'minin Allah yolunda öncelikle dinine harb edenlerle savaşması onlarla her yoldan mücadele etmesi anlamına geldiği gibi kişinin kendi nefsinin isteklerine boyun eğmemesi için verdiği uğraş ve nefs terbiyesi anlamlarını ihtiva etmektedir. Mücahede kelimesini izah etmeden önce “nefs” kelimesinin anlamını ve mefis terbiyesi yolları hakkında kısaca malumat verelim.
Nefs kelimesi, yirmiyi aşkın anlamda kullanılmaktadır. Ruh, can, kan, benlik, iç, kalb, büyüklük, yücelik, irade gibi anlamlara gelen nefs kelimesi genel olarak iki manada kullanılır. Birinci olarak Kur'an-ı kerimde, “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57) ayetinde de belirtildiği gibi maddi beden, ceset ve maddi istek ve arzuların kaynağı manalarında kullanılmıştır. İkinci manası olarak da “…Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53) anlamında dine uymayan Allah’ın yasakladığı her türlü isteklerin kaynağı olarak kullanılır. Nefis; insanın kendisi, özü, cismaniyeti, bedeni ve mahiyeti demektir. İnsan ruh ve beden kavramlarından oluşan şerefli bir varlıktır. Nefis, insanın bedenini simgeleyen hayvanî tarafının adıdır. Nefis; insanın yemek, içmek, çoğalmak, uyumak gibi hayvani istek ve arzularını yerine getirilmesi için yaratılmıştır. Yani nefis bu yönüyle insanın fıtrî vazifelerinin yerine getirilmesine vesile olur. Nefis, aynı zamanda her türlü şerrin kaynağı, kötülüğün temelinin de adıdır. Nefis, duyguların ve kabiliyetlerin yerleştiği bir zemindir. Bedenin manevî âlemdeki geniş bir bölümünü nefis oluşturmaktadır. Duygular, hisler nefse takılmıştır. Nefis; akıl, öfke, görme duyusu gibi kuvvelerin zemini olmuştur.
Nefis, ruhun bedende tutunma sebebidir. Nefis insanın yaşaması, hayatını sürdürebilmesi, yemesi, içmesi, çoğalıp üremesi ve nihayetinde Yaratanını bilmesi için yaratılmıştır. Ruhun bu vazifeleri yerine getirebilmesi için bir zemin gereklidir. Nefis, bu kanuna insan bedeninde manevî bir mekân teşkil etmektedir. Nefis olmadan ruh bedende tutunamaz. Yani nefis ruhun bedende devamlılığını sağlayarak bütün bu faaliyetlerin yapılmasına vesile olur.

İslamda Doğruluk (Sıdk)

Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, iradede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği doğruluğun esasıdır. "Doğruluk; kişinin inanç,niyet ve düşüncelerinde,işlerinde,söz , iş ve davranışlarında, hakikate adalete ve gerçeğe uygunluktur."(Hökelekli) şeklinde de tanımlanmıştır. Kur'ân-ı Kerim’de, doğruluğa dair birçok âyet-i kerime yer almaktadır. 

Toplum İçinde Yaşamak

Ebû  Muse'l-Eş'arî'den  nakledildiğine  göre  Allah  Rasulü  (s.a.s.)  şöyle buyurdular: “Sizden biriniz bir mescide veya bir çarşıya ya da bir meclise elinde  oklarla  uğradığında,  onların  ucunu  tutsun."  Ebu  Musâ  dedi  ki:  " Allah'a yemin olsun ki, bu okları birbirimizin yüzlerine doğrultmadan bu dünyadan ayrılmadık." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/400)

 
Hadis-i Şerif, insanların toplum içinde birbirlerine zarar vermeden yaşamalarını hedefleyen Allah Rasûlü'nün,  bazılarımız için belki ayrıntı sayılabilecek bir  konudaki  uyarısını  içermektedir.  Hz.  Peygamber'in  yaşadığı dönemde  insanlar  savunma  amacıyla  veya  özel  bir  sebeple  çoğu  kez silahlarını  yanlarında  bulundurmakta,  çarşı  ve  mescid  gibi  insanların yoğun oldukları yerlere de bu şekilde çıkmaktaydılar. Günün şartlarına göre, kılıç, ok veya hançer gibi yanda taşınan bu silahların, açık olması veya uçlarının dışarıda bulunması halinde, sokakta  yürürken, mescidde namaz kılarken veya bir mecliste otururken yakındaki kişilere dokunarak zarar  vermesi  muhtemeldi.  Allah  Rasûlü,  belki  yaşanan  bazı  olaylar üzerine veya bir ön tedbir olarak bu uyarıyı yapmıştı. Yine bu endişeden hareketle o, "kılıcın, kınından çıkarılmış olduğu halde alınıp verilmesini yasaklamıştı".(Ebu  Davud,  Cihad,  67)  Onun,  "ana-baba  bir  kardeşi  bile olsa,  bir  din  kardeşine  demirle  işaret  eden  kimseye meleklerin  lânet edeceğini"  bildirmesi  de  (Müslim,  Birr,  35)  aynı  duyarlılığın  bir sonucuydu.  Buhari'de  yer  alan  bir  rivayette  bu  anlatım  daha  da netleşmekte  ve  "  hiç  kimse  kardeşine  silahla  işaret etmesin.  Çünkü  o bilmez ki, belki şeytan elini çekiverir de (kardeşini istemeden  vurabilir) ve böylece bir Cehennem çukuruna yuvarlanmış olur,"buyrulmaktadır. (Buhari,  Fiten,  7)  Muhtemelen,  bizdeki  "şeytan  doldurur"  sözünün kaynağı olan bu hadisle aynı bölümde yer alan, "bize silah çeken bizden değildir"  (Buhari,  Fiten,  7)  hadisi  bu  konuda  son  noktayı  koymakta  ve hiçbir  müminin,  bu  sıfatıyla  din  kardeşine  silah  çekemeyeceğini  ifade etmektedir.
Görüldüğü  üzere  sevgili  Peygamberimiz  bu  mesajlarıyla  14  asır öncesinden  sanki  bizlere  hitap  etmektedir.  Kaza  kurşunuyla  en yakınlarını  öldüren,  sevincini  ifade  için  kalabalıkta  veya  meskûn mahalde silahını ateşlemeyi marifet sayan, en mutlu günlerini kutlamak için  silahtan  başka  bir  şey  aklına  gelmeyen  insanların  doğurdukları tehlike  ve  yol  açtıkları  olumsuz  sonuçlar  bu  uyarıların  önemini  bir  kez daha  ortaya  koymaktadır.  Şaka  veya  korkutma  kastıyla  birisine  silah doğrultmanın,  ihmal  veya  dikkatsizlik  sonucu  tehlikeli  biçimde  silah taşımanın  sebep  olabileceği  kazalar  bile  büyük  acılara  ve  telafisi mümkün olmayan zararlara yol açarken, herhangi bir bahaneyle ortalığa yüzlerce  kurşun  sıkmanın  nelere  mal  olduğunu  hemen  her  gün yaşayarak  görüyoruz.  Çoğu  zaman  faili  bulunamadığı  için  "maganda kurşunu"  deyip  geçtiğimiz  ve  belki  de  kendileri  bile  hangi  cana kıydıklarının  farkında  olmayan  bu  sorumsuz  insanlar,  bugün  aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşsalar da, yarın  ilahî adaletten yakalarını asla kurtaramayacaklardır.
Yol üzerinde insanlara zarar verecek şeylerin kaldırılmasını bile imandan bir  şube  sayan  (Müslim,  İman,  14)  Allah  Rasulü'nün, başkalarına  zarar verip  vermemeyi  imanla  ilişkilendirmesi  son  derece  anlamlıdır.  Çünkü onun  tarifine  göre,  "müslüman,  başkalarının  elinden ve  dilinden  salim olduğu; mümin ise, insanların, canları ve malları konusunda kendisinden emin  olduğu  kimsedir".(Tirmizî,  İman,  12)  Onun  için,  mümin, başkalarına  zarar  vermek  bir  yana,  zarar  verme  potansiyeli  taşıyan  her hareketten  de  titizlikle  kaçınmak  zorundadır.  Toplum  içinde  yaşayan insanlar,  kendilerinden  önce  başkalarını  hesab  etme alışkanlığını kazanırlarsa  daha  rahat  bir  hayat  sürmenin  yolunu  da  bulmuş  olurlar. Çünkü,  önce  başkalarıyla  ilgili  hesabı  yapıp  onlara bir  zararlarının dokunmayacağını anladıklarında, kendi alanlarının sınırlarını daha kolay belirleyecek  ve  işlerini  gönül  huzuru  içinde  yapacaklardır.  Her  şeyin merkezine kendi çıkarlarını koyan insanlar etraflarına fazla bakmadıkları için,  bu  çıkarları  elde  ederlerken  kimlere  zarar  verdiklerini  ancak şikayetler  çoğalınca  anlarlar.  Bu  aşamadan  itibaren çatışmalar  ve düşmanlıklar başlayacağı için çoğu zaman iş işten geçmiş olur.
İslâm Dini,  her  şeyin  merkezine  kendisini  koyan  bencil  insan  yerine, başkalarını  da  hesaba  katarak,  onlarla  barış  ve  huzur  içinde  yaşayacak insan  modelini  hedeflemiş,  Allah  Rasûlü  de  söz  ve  tatbikâtıyla  bunun nasıl başarılacağını göstermiştir. Rivayetin son kısmında yer alan Ebû Muse'l-Eş'arî'ye ait söz acı bir itirafı dile getirmektedir. Hicretin 42. yılında ölen Ebû Musâ, Hz. Peygamber'in vefatından  sonra  ortaya  çıkan  siyasî  ve  sosyal  çalkantılara,  Cemel  ve Sıffîn  gibi  iç  savaşlara  yakınen  şahit  olmuş  ve  bunların  Müslüman toplum  üzerindeki  tahribatını  bizzat  görmüş  bir  sahabidir. Müslümanların,  birbirlerine  zarar  vermemek  için  oklarını,  kılıçlarını korumaya  almaları  konusunda  Hz.  Peygamber'in  hassasiyetini  yansıtan bu hadisi nakleden Ebû Mûsa, daha 30 yıl geçmeden, o okları ve kılıçları birbirlerine  karşı  kullanır  hale  gelen  Peygamber  ümmetinin  düştüğü durumu hayıflanarak anlatmaktadır. Hicretin 74. yılında vefat eden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah  b.  Ömer de, kendisine, ihramlıyken sivrisineğin öldürülmesinin  hükmünü  soran  Iraklı  bir  adama,  "şuna  bakın, Nebi(s.a.s.)in torununu öldüren adamlar bana sivrisineğin öldürülmesini soruyor" diyerek, o acı günleri aynı hayıflanma duygusuyla yâd etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/152; Buhari, Edeb, 18)
Sonuç olarak, toplum içinde yaşamak, mutlaka sorumluluk, yerine göre fedakârlık  gerektirir.  Fedakârlık  bir  yana,  sadece  sorumluluklarımızın farkında  olmak  bile  toplum  olarak  huzurlu  bir  hayat sürmemiz  için yeterli olacaktır.
İ. Hakkı Ünal,  40 Hadis 40 Yorum, DİB. Yay., Ankara 2011, ss. 118-122.

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!