Şaşırdım kaldım işte, Yavuz Bülent Bakiler

Türk Edebiyatının önemli isimlerinden olan, hayatı boyunca Türkçe'ye bağlılığı ile tanınan; şiir, gezi notları, edebi metin incelemeleri, anı yazılarıyla bilinen usta şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler (d.23 Nisan 1936) bugün vefat etti. (28/09/2025) Türk Edebiyat dünyası için kıymetli bir isimdi. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Yavuz Bülent Bakiler'in en bilinen şiiri ile bu şiirin ardındaki aşk hikayesini, şairin kendi anlatımıyla sizlere aktaralım.
Şaşırdım Kaldım İşte” Şiiri ve Hikayesi
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla,
Bâzan sessiz sedasız, ipekten kanatlarla,
Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla,
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla,

Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla,
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla,
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla,
Sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla..

Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle,
Öldür bendeki beni, sonra dirilt kendinle,
Çarpsan karasevdayı en azından yüz binle,
Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle.

Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle,
Ama her defasında geri döndüm seninle.
Hangi düğüm çözülür nazla, sitemle, kinle?
Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?
Bazan kızkardeşimsin, bazan öpöz annemsin,
Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin,
Eksilmeyen çilemsin,

Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin,
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin,
Çaresizim, çaremsin.
Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?

Yavuz Bülent Bakiler

Şiirin Hikâyesi
Yavuz Bülent Bakiler anlatıyor: Bu kızın, yani fakültenin birinci sınıfında aşık olduğum kızın ismi ‘’Fatma’’ olsun. Bu kıza anlatılmaz duygularla bağlandım kaldım ama ona aşık olduğumu kat’iyyen söyleyemiyorum. Her gün beraber fakülteye gidip geliyoruz. Her gün yan yana oturup dersleri dinliyoruz ama bir türlü bu kızcağıza “ben seni seviyorum, ben sana aşığım” diyemiyorum. Hep içimden söylüyorum bunları. Bizim o yıllarda Hukuk Fakültesindeki mevcudumuz 11500’dü, 11500 mevcudu var. O 11500 kişinin 1100 kişisi muntazaman derslere devam ediyor. O bakımdan fakültede iki ayrı sınıfta okuyoruz. Bir aşağıda sınıf var, bir de yukarıda sınıf var. Biz aşağıdaki sınıfta bu kızcağızla beraber derslere devam ediyoruz. Gandi’yi okuyorum. Gandi diyor ki “her gece başımı yastığa koyduğum zaman kendi kendime düşünüyorum, acaba bugün bir kimseye zararım dokundu mu?’’ Diye düşünüyorum. Eğer bir kimseye zararım dokunduysa gidip ertesi gün o kişiden özür diliyorum. Sana zararım dokundu, beni bağışla’’ diye.” Ben Gandi’nin tesiri altında kalarak kendi kendime düşündüm, dedim ki ben her gün bu kızla beraber derslere giriyorum, bu kızla beraber dolaşıyorum, fakültede bir dedikodu çıkmaya başladı, ‘evlenecekler’ diye bir dedikodu. Benim kulağıma da geliyor bu. Yanımda arkadaşlar söylüyorlar. Ben de “yok ya böyle bir durum yok” filan diye itiraz ediyorum ama doğrusu bu kızcağızı dünyalara sığmaz bir yürekle seviyorum. Ona aşığım. Bir gün fakültenin merdivenlerinden çıkarken ona dedim ki “biliyor musun, fakültede böyle bir dedikodu var” dedim. “Ne güzel, ne güzel” dedi. ‘’Ama dedim, biz daha fakültenin birinci sınıfındayız, yarının ne olacağı belli değil, ben bu fakülteden mezun olur muyum, olmaz mıyım bilemiyorum. Üstelik ben dedim, ailemin seçtiği kimseyle evlenmek durumundayım.’’ Aynen öyle, annemin dilinde dayımın kızının ismi var. Olur mu olmaz mı bilmiyorum ama annem ve babam evleneceğim kimseye evet demeseler benim o kimseyle izdivaç yapmam mümkün değil. Şimdi bir dedikodu var ama ben görüyorum ki sana zararlı oluyor. Gel bu dedikodu bitinceye kadar konuşmayalım.
Ben böyle söyler söylemez müthiş öfkelendi, elini başının üstüne kadar kaldırdı “Ben seninle büyük bir dostluk kurmak istiyorum, niçin korkuyorsun? Madem korkuyorsun çekil git!” dedi. Öyle ya! “Ben niye korkayım. Sen bu fakültenin en güzel kızlarından birisin. Senin yanında bulunmak bile bana büyük bir huzur kazandırıyor. Ben korkmuyorum. Ben senin adına endişe duyuyorum.” dedim. “Hadi hadi” dedi, “korkuyorsun.” Sen öyle mi düşünüyorsun, peki hadi güle güle’’ dedim. Böylece ben ondan ayrıldım ve yukarıdaki sınıfa çıktım. O da bir gün sonra yukarıdaki sınıfa çıktı. O yukarıdaki sınıfa çıkınca ben aşağıdaki sınıfa indim. Dünyanın en büyük aptallıkları ve kat’iyyen konuşmadım ama onun için bir takım şiirler yazdım. Bir arkadaşım vardı, sonradan çeşitli bakanlıklarda vazife gördü o demiş ki, -ismi Fatma’ydı ya kızın- “Fatma” demiş, “Bülent senin için o kadar klas o kadar güzel şiirler yazdı ki, bir görsen hayran olursun, çok beğenirsin” demiş. Benim haberim yok. Ben Cebeci’de arkadaşlarımla birlikte bir bekâr evinde kalıyorum. Tak tak, bir gün kapı çalındı. Açtım kapıyı, baktım karşımda kızcağız.
– “Ne var?” dedim.
– ‘’Bülent filan bana söyledi benim için şiir yazmışsın, o şiirleri senden istemek için geldim.’’
– “Vermem” dedim.
– Bak, ‘’kimseye kızmadım, kimseye rica etmedim, senden rica ediyorum, ver o şiirleri bana…’’
-“Vermem”, o şiirler benim duygularımı ortaya koyuyor.
Şu basitliğe bakın.
-Senin nazarında dedim, erkeklerin hiçbir kıymeti yok.
Buna nereden geldim? Öğrendim ki bu arkadaşım, erkek arkadaşlarıyla ve kız arkadaşları ile birlikte Çubuk Barajına gitmiş. Öğrenince çılgınlara döndüm.
‘’Nasıl olur, benim haberim olmadan gidebilir?’’
Sanki benim nikâhlı eşimmiş gibi. Bu da işin üzerine binince tamamen kopmak istedim.
Geceleri uyuyamıyorum, “acaba sabahleyin fakülteye gelecek mi?” diye düşünüyorum. Fakülteye geliyor, Onun bulunmuş olduğu yerde, kat’iyyen ben olmuyorum, çekip başka tarafa gidiyorum. Böyle saçma sapan bir takım davranışlar. Ama şiirler yazdım kendi kendimle sevdalandım durdum, başka şiirlerim oldu. Bunları kendisine anlatmadım.
Mezun olduk. O da mezun oldu, ben de mezun oldum. Benim şiirlerimin çıkmasını, basılmasını, bir kitap haline gelmesini çok istiyordu. Yeminle söylüyorum, çok enteresan hadiseler oluyor bazen insanın hayatında. Fakülteden mezun olduktan sonra askerliğimi yaptım. Ben muhafız alayında, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayında. Kitabımı bastırdım, şiirlerimi muhtevi şiirlerimi bastırdım. Ondan bir tane aldım, cebime koydum, üzerimde lacivert bir elbise var. Çıktım Kızılay’a geldim. Kızılay’da bir noktadan karşı tarafa geçeceğim. Kalabalık ana baba günü, kendi kendime dedim ki:
 “Ya bu kız bu kitabın çıkmasını çok istemişti, onu görsem de kitabı versem kendisine. Ve kendisi için yazmış olduğum şiirleri hiç olmazsa bu münasebetle görmüş olur.”
Bu ışıktan karşı tarafa geçerken tam ortada karşılaştık. Dedim ki “Fatma, az önce seni düşünüyordum, kitabım çıktı. Onu sana şimdi sunuyorum, al” dedim, aldı “teşekkür ederim“ dedi. Başka türlü konuşmadık, o ayrıldı ben ayrıldım. Bu defa beni bir merak sardı:
-Acaba şiiri okuduktan sonra nasıl bir kanaat içerisinde oldu, ne düşünüyor şiir üzerinde veya benim üzerimde?
Ben ayrı bir yerde oturuyorum Ankara’da. Tandoğan Meydanında. Orada arkadaşlarımla birlikte 3 yıl oturmama rağmen onu katîyyen görmedim hiç. Hangi mahallede oturduğunu da bilmiyorum. Ama kendisine o şiir kitabını verdikten bir gün sonra çıktım evimden, otobüs durağına geldim. Baktım bu da otobüs durağında bekliyor. Oralarda bir tanıdığı olsa gerek herhalde, oraya gelmiş.
-Dedim ki sana verdiğim şiir kitabını okudun mu?
-Okudum, dedi.
-Peki senin için yazdığım şiirleri gördün mü?
-Yok, hiç farkında değilim, dedi.
Bir tokat yedim mi suratıma?
Troleybüs geldi, kimse yok troleybüste. En öne oturdu, gittim inadına en arkaya oturdum. Yine kat’iyyen konuşma filan yok.
O zaman o da bekar, aynı zamanda ben de bekarım.
Derken, efendim tekrar bir kopukluk meydana geldi. Ben evlendim. O evlendi, evlendiğini duydum. Son derece güzel bir kız, vizon kürkler içerisinde, böyle dolaşıyor. Bir gün Ankara’da, bir akşam karanlığında ben bakanlıktan çıktım; kitap bastırıyoruz bir matbaada, o kitapların durumlarını öğrenmek için matbaaya gidiyorum. Tam Milli Kütüphanenin önünden geçerken bu kızcağızla karşılaştım.
O karşıdan geliyor, ben bu taraftan gidiyorum.
Karşılaşınca:
-Nereye gidiyorsun? dedi bana.
Doğrusu benimle konuşacağını hiç düşünmüyordum. “Nereye gidiyorsun” dedi.
-“Matbaaya gidiyorum” dedim.
-Ne var matbaada.
-Kitap bastırıyoruz da, acaba ne oldu diye onu öğrenmek için gidiyorum, dedim.
-Ya Bülent! Hala mı kitap, dedi bana.
-Ne yaparsın dedim, işte benim de havam böyle! Kitapla düşüp kalkıyorum. Çekip gideceğini sandım, gitmedi. Ben de bekliyorum ama başımız önümüzde ikimizin de.
-“Bana niye gelmiyorsun?” dedi.
Hiç düşünmemiştim, hiç tahmin etmiyordum bana böyle bir soru soracağını.
– İstiyor musun dedim, sana gelmemi?
– Tabi dedi. Gelsene bana, yalnız gelmeden önce haberim olsun, dedi.
Anladım süslenecek o bakımdan haberim olsun diyor. Kendisine haber verdim bir gün, çıktım gittim. Ben kültür Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısıyım, benim kapımda bir sekreter var. O hatun kişinin makamına girmek için iki ayrı odadan, iki ayrı sekreterden geçmek lazım. Birinci sekreterden geçtim, ikinci sekreterden geçtim. Üçüncü odada kendisinin karşısına dikildim. Beni çok iyi karşıladı. Ben, masanın bir tarafına oturdum. O makamından kalktı, masanın karşı tarafına oturdu. Aynen, Allah şahit, aramızdaki konuşma aynen şöyle oldu. Bana dedi ki,
–‘’Biliyor musun Bülent, benim 4 yıllık fakülte hayatımı zehir ettin sen bana, zehir ettin’’ dedi. 
-Şimdi ne söyleyeyim. Dedim ki:
 ‘’Bak köprülerin altından çok sular aktı ve aradan çok zaman geçti, senin hiç bilmediğin bir konu var. Şimdi o konuyu burada ben sana açmak durumundayım. Doğru, fakültede benim bir takım yanlışlarım, hareketlerim oldu, kıskançlıklardan ötürü filan ama onun altında yatan çok önemli bir sebep var ve senin bilmediğin bir husus. Onu bugün şimdi sana, senin bu sorundan sonra açıklamak istiyorum. Senin haberin yok, ben o yıllarda sana deli divane âşıktım, ama söyleyemiyordum bir türlü. İçimde tutuyordum, bütün o yanlış hareketler, hep benim o büyük sevdamdan kaynaklanıyordu, anlatamıyordum.’’
Elini vurdu masaya:
-‘’Ne demek söyleyemiyordun? Yahu Bülent, her gün bağıra bağıra anlatıyordun’’ dedi.
Bütün samimiyetimle söylüyorum, şaşırdım kaldım.
– ‘’Yani dedim Fatma, sen o yıllarda gerçekten sana âşık olduğumu anlamış mıydın?’’
-‘’Anlamamak için dünyanın en aptal kadını olmak lazım, elbette anladım. Niye söylemedin’’ dedi.
Vallahi, billahi, tallahi, samimi kanaatimi orada kendisine anlattım. Dedim ki,
–‘’Bak o yıllarda seni o kadar, o kadar, o kadar büyük bir yürekle seviyordum ki, kendimi sana layık görmüyordum. Çok düşündüm, ben dedim ki ben gitsem bu kızcağıza evlenme teklifinde bulunsam. O da beni kabul etse yazık olur bu kıza. Çünkü o benden çok daha üstün özelliklere sahip bir kimseyle evlenmiş olmalıdır. O bakımdan sana öyle bir teklifte bulunamadım’’ dedim.
Elini vurdu masaya,
–‘’Ya Bülent, benim için şeref olurdu, benim için şeref olurdu.’’
Benim deli divane aşık olduğum kızdan 20 yıl sonra dinlemiş olduğum tek cümle budur ve ben onun serçe parmağını bile tutmadım, serçe parmağını. Benim zamanımda veya benim yaşayışımda aşk böyleydi. Ben öyle bir duygu içerisinde bu kızcağıza olan duygumu “Şaşırdım Kaldım İşte” isimli şiirde ortaya koydum.
“Sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla” Hani fakültede benim yanıma geldiği zaman ben bırakıp başka taraflara gidiyordum ya işte onu kastederek söylüyorum.  
O şaşkınlık hala devam ediyor. Herhalde öyle sanıyorum ölünceye kadar devam edecektir. Ben bu şiiri okudum kendisine, telefonda okudum. Şiirimin yazılmasından sonra gördüm ki, arkadaşlarım bana yapmış oldukları açıklamalardan öğrendim ki çok beğenilen şiirlerden birisi olmuş ve 2 milyon kişi bu şiiri işte bilmem ne kanalı ise oradan dinlemişler. Bir telefon açtım kendisine. Dedim ki "Fatma senin için yazmış olduğum şiir biliyor musun, 2 milyon kişi tarafından okunmuş, beğenilen bir şiir olmuş" dedim. Bana telefonun öteki ucundan “şımarma” dedi. ‘’Hayır hiçbir şımarıklığım yok’’ dedim. Öylece kaldı.
Kaynakça: https://www.maarifinsesi.com/sasirdim-kaldim-iste-siiri-ve-hikayesi/

"Bu aşk hikayesinin benzeri, ne yarım kalmış hayatlar vardır. Sessizce çekip gidenler, yaşanmış onca hatırayı yok sayanlar, hiçbir şey olmamış gibi vefasızlık içinde kalanlar, eskiyi hatırlamamak için nice yenilere kucak açanlar ve daha neler neler. Bazen erkek çeker gider, bazen kadın. Geride hep duygu ve aşkla yoğrulmuş bir kalp bırakırlar. Gidenler yıktığı enkazı görmekten acizdir, hiçbir şey olmamış gibi yok sayarak yaşamaya devam ederler. Kavuşmak, hayal gibi kalır işte. Bazen de iki tarafta sevdiği halde anlamsızca uzaklaşırlar birbirinden. Anlaşılmaz engeller vardır aralarında. Bir türlü bu engelleri aşmayı denemezler,  sadece susarlar ve sessizliğe gömülürler, sonunda yine çekip giderler. Geride ne kalır? Yakıp kül eden koca bir Aşk. 
Nedir ki Aşk?  Aşk; bir bilinmezlik hali. Tanımlara göre aşk, karşılıklı olunca güzel ve yaşanılır bir sevgi yumağı ve bütünleşme haliyken, karşılıksız olunca yakıcı bir ızdırab ve acı bir kalp sızısı. Bu iki durumu da "yaşayanlar" ancak hakkıyla bilir. Selam olsun o aşka. Buradaki şiir ve hikayesi; aşk içinde kalanlara, aşka dalanlara, geride kalanlara, çekip gidenlere, sevip de ayrılanlara, gözleriyle yalan söyleyenlere, kalpten sevip kavuşanlara, sebepsiz ayrılanlara, nice yaşanmış duyguyu yok sayıp birilerini kullananlara usta şairden ithaf olsun."
| | | Devamı... 0 yorum

Bir şiirle bayram mesajımız

Rahmetli dedemizin şiddetli bir ateşli hastalık çekerken, acı içinde yazdığı şiiri... Sene 1960'lar. Doktorların "fazla yaşamazsın" diye üç günlük ömür biçtiği dedemizin bu şiirden elli sene sonra vefat etmesi de ayrı bir gariplik. Şiirde ayrıca komşularına ve geride bırakacağı küçük çocuklarına bayram serzenişinde bulunuyor. Allah, rahmet eylesin.
Yatakta yatarım, yanılarım sızılar
Yanımda ağlaşıyor körpe kuzular
Gün görmedi benim gibi bazılar
Neşesiz bayramlar yaptık bu sene.

Ateşim yükseldi kırkbir buçuğa
Gözümü dikmişim yavru küçüğe
Yetim kalanların bilmem suçu ne?
Kederli bayramlar yaptık bu sene.

Başıma toplandı bütün komşular 
"Halin nedir hoca" diye sordular
Elveda ediyorum dedim komşular 
Kanlı bayramlar yaptık bu sene.

Selahattin BİLGİN-1960
| | Devamı... 0 yorum

Ve Kudüs Şehri-Sezai Karakoç (Alınyazısı Saati)

Sezai Karakoç, 22 Ocak 1933 Ergani'de doğmuştur. Babası Yasin Bey I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi’nde Ruslara esir düşmüştür. Sezai Karakoç, ilkokulu Ergani’de (1938-1944), ortaokulu Maraş’ta (1947), liseyi (1950) Gaziantep’te parasız yatılı olarak tamamlamıştır. Lise yıllarında felsefeye ilgi duymuş, ancak maddi koşullar nedeniyle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nde öğrenim görmüştür. 1955 yılında buradan mezun olmuş ve sonrasında Maliye Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunmuştur. İlk şiir kitabı Körfez (1959) Kül Yayınları’ndan çıkmış, ardından Şahdamar (1962) ve Sesler (1968) yayımlanmıştır. 1973’te resmi görevlerinden ayrılarak tamamen edebiyat ve düşünce hayatına yönelmiştir. Ankara'da 1960'da Diriliş Dergisi’ni çıkarmıştır. Diriliş dergisi, belli aralıklarla 1992 yılına kadar çıkmıştır.  1974 yılında İstanbul’da "Diriliş Yayınları" Sezai Karakoç tarafından kendi eserlerini yayınlamak amacıyla kurulmuştur. Daha önce farklı yayınevlerinden basılan eserle birlikte "Taha’nın Kitabı ve Gül Muştusu, Yunus Emre, Mehmet Âkif, İslam’ın Dirilişi, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sütun, Farklar ve Dirilişin Çevresinde" gibi eserlerin tümünün yeni baskıları 1974 yılından sonra tamamen Diriliş Yayınları tarafından yapılmıştır. 1990 yılında “gül ağacı” amblemiyle Diriliş Partisi’ni kurarak siyaset, düşünce ve sanat dünyasında etkin bir rol üstlenmiştir. Diriliş partisinde yedi yıl boyunca genel başkanlık yapmıştır. Ancak parti, üst üste iki genel seçime katılmadığı gerekçesiyle 19 Mart 1997’de kapatılmıştır. 2007’de ise Yüce Diriliş Partisi’ni kurarak burada genel başkanlık yapmıştır. 2006’da Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüş ve bu ödülü kültür işlerine harcanması için kabul etmiştir. 2011’de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüş olmasına rağmen ödül törenine katılmamıştır. 16 Kasım 2021’de kalp krizi sonucu İstanbul’da vefat etmiş, Şehzadebaşı Camii haziresine defnedilmiştir.
Sezai Karakoç, Türk şiirinde İslami bakış açısı ve duyarlılığını modern bir dille yeniden canlandıran öncü bir şairdir. Şiir anlayışını Edebiyat Yazıları adlı kitaplarında açıklamış; şiiri soyutlama ve diriliş kavramlarıyla temellendirmiştir. 
Başlıca Eserleri: Monna Rosa, Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Diriliş Neslinin Âmentüsü, Ruhun Dirilişi, İslam’ın Dirilişi, Yitik CennetMevlâna, Yunus Emre, Mehmet Âkif 

| | | | | Devamı... 0 yorum

Mazursun, Ahmed Gazali

İmam Gazali'nin kardeşi, Ahmed Gazâlî'ye atfedilen muhteşem şiir; aşk acısını, hem dünyevî hem ilâhî boyutlarıyla işlemiştir. Şiirin, bireysel bir aşkın tesiri olup olmadığı tam bilinmemekle birlikte, Allah’a duyulan aşkın acı ve özlemle yoğrulmuş halini dile getirdiği gözlemlenmektedir.

Ahmed Gazali'nin tasavvufi şiiri, az sözle çok anlam ifade eden tasavvufun özü mahiyetinde bir şiirdir. Kullanılan söz sanatları, mecazlar ve derin çağrışımlar yoluyla şiir, insanın kalbine dokunan bir etki oluşturur. Veciz sözlerle insanın içine işleyen bu şiir; yazar ve şair kimliğiyle bilinen Hilmi Yavuz tarafından aşağıdaki hali ile bir sohbet meclisinde okunmuştur:

Senin gönlün dâima meshûr ve müsahhardır, mâzursun
Gamın ne olduğunu aslâ bilmedin, mâzursun
Ben sensiz bin gece kan yuttum
Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun

"İnsan onurlu doğar"

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in 08/09/2022 tarihinde 96 yaşında öldüğü Buckingham Sarayı'ndan yapılan resmi açıklama ile dünyaya bildirildi. İşlediği cürümlerin hesabını Allah huzurunda verme vakti onun için başladı. Bu vesile ile çokça paylaşılan bir yazı ile gündeme gelen Senegalli yazar, senarist ve yönetmen Ousmane Sembène (1923-2007)'i hatırlamakta fayda var.
Ousmane Sembène, 1 Ocak veya 8 Ocak 1923’te Senegal’in Ziguinchor kentinde doğmuş bir Senegalli film yönetmeni, yapımcısı, senarist, oyuncu ve yazardır. Afrika sinemasının gelişiminde öncü olarak görülür. Serer kökenli bir aileden gelmiş olup yerel kültürle iç içe büyümüştür. Wolofça ana dili olsa da Fransızca da öğrenmiş, genç yaşta Dakar’da çeşitli işlerde çalışmıştır. II. Dünya Savaşı’nda Senegal Tirailleurs birliğinde görev yapmış, sonra memleketine dönmüştür. 1947’deki büyük demiryolu grevine katılmış ve daha sonra "Tanrı’nın Odun Parçaları" (Les Bouts de Bois de Dieu) romanını bu grevden esinlenerek yazmıştır. 1947 sonunda kaçak olarak Fransa’ya gidip Marsilya rıhtımlarında çalışmış, sendika hareketlerine katılmış ve "Le Docker Noir" romanını burada yazmıştır. 1950’lerde ve 1960’larda toplumsal gerçekçi romanlar yazmış; "O Pays, mon beau peuple!, Les Bouts de Bois de Dieu, Voltaïque ve Xala" gibi eserlerle ün kazanmıştır. 1960’lardan itibaren "Borom Sarret (1963), La Noire de (1966), Mandabi (1968), Xala (1975), Ceddo (1977), Camp de Thiaroye (1987), Guelwaar (1992) ve Moolaadé (2004) gibi önemli filmler çekmiştir. Filmlerinde sömürgecilik, din, yeni Afrika burjuvazisinin eleştirisi ve Afrikalı kadınların gücü gibi temaları işlemiştir. Birçok uluslararası festivalde ödüller almış ve zaman zaman sansürle karşılaşmıştır. Ousmane Sembène, 9 Haziran 2007’de Dakar’da 84 yaşında ölmüştür.
Ousmane Sembène, kimilerine göre şöyle bir anı ile hatırlanmaktadır. Bu hatıranın doğruluğu tam net olmamakla birlikte, tamamen kurgu bile olsa burada yazılan sözler son derece değerlidir. Ousmane Sembéne, bu konuşmayı yaptı mı bilinmez ama Afrika uyanışını sembolize etmesi açısından böyle bir olayın kurgulanması, böyle bir metnin birileri tarafından yazılıp Ousmane Sembéne adına ithaf edilmesi bile emperyalizme karşı mücadele azmi açısından önemli olmuştur. Bu konuşma metninin gerçekten yaşanmış bir olaya mı dayandığını yoksa kurgudan mı ibaret olduğunu bilmiyorum. Aynı şekilde, metni kimin yazdığı ya da basında nasıl bu kadar yankı bulduğu tam bir muammadır. Ancak tüm belirsizliklere rağmen, konuşmada geçen sözlerin İngiliz sömürgeciliğine karşı yükselen bir itiraz, bir başkaldırı niteliği taşıdığı açıktır. İşte tam da bu niyetle, okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer bir yazıdır: Konuşma metni şu şekilde başlıyor ve devam ediyor:
 
Ousmane Sembène, 1997 (?) yılında İngiltere'de bir törende aşağıdaki konuşmayı yaptığı ve sonrasında salonu terk ettiği rivayet edilir:  
"Sayın baylar ve bayanlar, Konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim. Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahibi olduğunuz sistem içinde sizin tarafınızdan payelendiriliyorum. Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır. Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler.
| | Devamı... 0 yorum

İmam Şafii Kasidesi - Bırak, günler dilediğini yapsın

Muhammed b. İdris Eş-Şafii (rh.a) (150-204 H.) Şafiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biridir. İmam Şafi, Hicrî 150/Miladî 767 yılında Filistin'in Gazze şehrinde doğmuştur. Babası İdris bir iş için Gazze'ye gitmiş, orada iken vefat etmiştir. Dedelerinden biri olan Şafiî İbn es-Sâib'e nisbeten ismi Şafiî olarak bilinmiştir. İmam Şafi'nin soyu Abd-i Menâf'ta Peygamber Efendimiz s.a.v'in soyuyla birleşir. İmam Şafi, henüz küçük yaşta iken babasını kaybeder. Fakir bir şekilde yaşayan annesi, oğlunu alıp Mekke'ye gitmeğe karar verir. Mekke'de, daha küçük yaşta kendisini ilme veren İmam Şafiî, yedi yaşında Kur'ân-ı Kerim'i; on yaşında da İmam Mâlik'in el-Muvatta' adlı hadis kitabını ezberlemiş ve on beş yaşına geldiğinde, fetva verebilecek bir seviyeye ulaşmıştır. 
İmam Şafi, Medine'de İmam Mâlik'ten fıkıh ve hadis ilmi almıştır. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. İyâz ve amcası Muhammed b. Şâfi' ve diğerlerinden hadis rivayet etmiştir. İmam Şâfiî, H. 187'de Mekke'de ve 195'te Bağdat'ta İmam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile buluşmuş ve ondan Hanbelî fıkhını ve usulünü, Kur'an'ın nâsih ve mensuhunu öğrenmiştir. Bağdad'ta onun eski mezhebinin esaslarını ihtiva eden "el-Hucce" adlı eserini yazmıştır. Sonra H. 200'de görüşlerinin en çok yaygınlaşacağı Mısır'a gitmiş ve burada mezhebi yayılmıştır. 204/819'da Receb'in son cuma günü Mısır'da vefat etmiş ve burada defnedilmiştir. (el-Hudarî, Tarihu't-Teşrîi'l-İslâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 35, 36) 
İmam Şâfiî'nin "er-Risâle" adlı eseri fıkıh usulünde ilk kaleme alınan usul kitabı olması açısından önemlidir. İmam Şâfî, er-Risâle'yi yazarak kendisinden sonra gelen Şâfiî alimlerine mezhebin yolunu göstermiştir.Şâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kıyasa dayanır. İmam Şâfii'nin "el-Ümm" adlı eseri, İmam Şafi'nin sonradan değişen görüşlerinin yer aldığı Mısır'da yaygınlık kazanan mezhep görüşlerini kapsayan bir fıkıh eseridir. İmam Şâfiî, mutlak müctehid bir alimdir. Hicazlılar'ın ve Iraklıların fıkhını kendinde toplamıştır.
 
 
 
| | Devamı... 0 yorum

Es-Subhu Beda

Abdullah b. Revâha, Hazrec kabilesinin Benî Hâris kolundandır. Hem Câhiliye hem İslâm dönemini görmüş, şiirini Hz. Peygamber’i ve İslâm’ı savunmak için kullanmıştır. Hz. Peygamber onun hakkında “Şiirleri müşrikler üzerinde oklardan daha etkilidir” diyerek şairliğini, “Kardeşiniz bâtıl söz söylemez” diyerek de dürüstlüğünü övmüştür. Okuma yazma bilen, cesur, zâhid ve takvâ sahibi bir sahâbî olan Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber’in kâtipleri arasında yer almış, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber savaşlarına ve Hudeybiye ile Umretü’l-kazâ seferlerine katılmıştır. Mûte Savaşı’nda Zeyd b. Hârise ve Ca‘fer b. Ebû Tâlib’ten sonra sancağı alarak savaşmış ve şehit olmuştur (629). Şiirleri sade bir dille yazılmış olup, müşrikleri inkâr ve küfürlerinden dolayı eleştirir. Müstakil bir divanı olmamakla birlikte, şiirleri çeşitli siyer ve tabakat kitaplarında yer alır. Velîd Kassâb bunları Dîvânü ʿAbdillâh b. Revâḥa adıyla derlemiştir. 
| | | | Devamı... 0 yorum

"İstemem"- Fatih Sultan Mehmed

Sen kokmayan gülü neyleyim,
Neyleyim sensiz baharı?
Sen doğmayan günü neyleyim,
Neyleyim sensiz ben dünyayı?
Senin tenine değmeden gelen yağmuru istemem, meltemi istemem.

Seni parlayacaksa parlasın yıldızlar,
Sana yanmayan yıldızı semalarda istemem.
Bülbüller söyleyecekse seni söylesin,
Senden okumayan bülbül olsa dinlemem.
Özlemim sen olacaksan yansın yüreğim,
Sılası sen olmayan gurbeti istemem, vatanı istemem.

Bir ateş yakacaksa beni kalbimden,
Senin aşkının ateşi yaksın,
Senden gayrı başka bir aşkla kül olursa kalbim,
Bu kalbi istemem, ateşi istemem, koru istemem.

Seni göremediğim vahalar bedevilerin olsun,
Ben senin çölünü isterim, suyu istemem.

Sana çıkacaksa durmaz yürürüm,
Sonu sen çıkmayan yönü istemem, yolu istemem.

Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem.
Kalbini fethedecekse geçerim bin sina'yı birden.
Yoksa neyime?
Bu fethi istemem, Mısır'ı istemem, cihanı istemem.

Ben Sultan Fatihim, önündeyim İstanbul'un.
Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için.
Yoksa gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul'u istemem.

Ben bir garip yunusum, yazdığım sensin, yandığım sen.

Senden gayrı bir aşka ben kalemi istemem, kağıdı istemem.

Ben senin ümmetinim, sensin benim efendim.
Senden gayrı, senden başka efendi istemem, sevgili istemem, istemem…

Fatih Sultan Mehmed (Avni)



| | | Devamı... 0 yorum

İmparatorluğa Mersiye Şiiri - Osman Yüksel Serdengeçti

Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 25 Temmuz 1917’de Antalya’nın Akseki ilçesinde doğmuş, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş Türk siyasetçi, gazeteci ve şairdir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrenim gördüğü sırada 1944 olaylarına karıştığı gerekçesiyle Hüseyin Nihal Atsız’la birlikte tutuklanmış, bir süre hapis yatmıştır. Tahliye edildikten sonra fakülteye dönme talebi reddedilip bakanlığa gönderdiği aralıksız dilekçelerine Maarif Vekaleti’nce cevap verilmeyince çileden çıkan Osman Yüksel Serdengeçti, doğrudan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in şahsına “Yüksek vekaletin alçak vekiline” diye başlayan aşağıdaki dilekçeyi  yazdığı için yeniden hapse girmiştir. 
"Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline /ANKARA
3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasında bir telefon emrinizle okuldan atılan, ben Osman Yüksel, İstanbul’a sürülüp örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. 
Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı …!
Senden bahşiş istemiyorum …!
İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım…
Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez..!
Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez…!
“On kuruşluk pul ve Osman Yüksel imzasıyla” 
Bakanlığa verilen bu sert dilekçeye de olumlu/olumsuz bir cevap verilmez. Fakat sonraki zamanlarda Serdengeçti Dergisi’nda yer alan eleştirilerle alakalı olarak Hasan Ali Yücel tarafından tekrar dava edilir. Davalar neticesinde yeniden hapse giren Serdengeçti, epey bir uğraş vermesine rağmen fakülteden mezun olamaz. Serbest kaldıktan sonra 33 sayı yayımladığı Serdengeçti dergisiyle yayınlarına devam etmiştir. Dergideki yazılarından dolayı halk arasında “Serdengeçti” olarak anılmış, daha sonra bu lakabı soyadı olarak almıştır. 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili olarak görev yapmıştır. Ancak partisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle partiden ihraç edilmiştir. Mecliste kravat takmadığı için uyarı almış, uyarılara aldırmayınca genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu duruma tepki olarak kravatı beline bağlamış ve “Kanunda nereye takılacağı yazmıyor” diyerek hazırcevaplığıyla dikkat çekmiştir.

Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” köşesinde yazılar yazan Yüksel, Necip Fazıl Kısakürek’in yakın dostu olarak bilinir. Mizahi ve nüktedan üslubuyla tanınan Serdengeçti, Türk milliyetçiliği ve İslam inancını birleştiren bir düşünce çizgisine sahip olmuştur. Yaşamının son dönemlerinde Parkinson hastalığına yakalanan Osman Zeki Yüksel, 10 Kasım 1983’te Ankara’da vefat etmiş ve Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Başlıca Eserleri: Mabedsiz Şehir, Bu Millet Neden Ağlar?, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?, Ayasofya Davası, Mevlana ve Mehmet Âkif, Türklüğün Perişan Hali, Kara Kitap, Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı, Akdeniz Hilalindir.

 
| | | Devamı... 0 yorum

Bayrak şiiri, Arif Nihat Asya

Arif Nihat Asya (1904–1975) 7 Şubat 1904’te İstanbul Çatalca’nın İnceğiz köyünde doğmuş, 5 Ocak 1975’te Ankara’da vefat etmiştir. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olup millî ve dinî temaları sade bir üslupla işlemiştir. “Bayrak Şairi” olarak tanınır. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnovalı Zehra Hanım’dır. Babasını küçük yaşta kaybeden Asya, akrabalarının yanında büyümüş, eğitimine İstanbul’da başlamış; Bolu ve Kastamonu’da yatılı okumuştur. Kastamonu yıllarında millî duygularla şiir yazmaya başlamış, ilk şiirleri Gençlik dergisinde yayımlanmıştır. Darü’l-Muallimîn-i Âliye (Yüksek Muallim Mektebi) Edebiyat Bölümü’nde öğrenim görmüş, ilk şiir kitabı Heykeltıraş’ı 1924’te yayımlamıştır. 1928’de mezun olduktan sonra Adana’da edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Bu dönemde Mevleviliğe ilgi duymuş, millî konuların yanı sıra tasavvufi şiirler de kaleme almıştır. 1940’ta yazdığı “Bayrak” şiiri onu ülke çapında tanınan bir şair haline getirmiştir. Daha sonra çeşitli şehirlerde öğretmenlik ve idarecilik yapmış, 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Seyhan (Adana) milletvekili seçilmiştir. Dönem sonunda aktif siyaseti bırakıp yeniden öğretmenliğe dönmüştür. Kıbrıs’ta da iki yıl görev yaptıktan sonra Ankara Gazi Lisesi’nden emekli olmuştur.
Emeklilik döneminde gazetelerde yazılar yazmış, 1975’te vefat ederek Ankara Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilmiştir. Arif Nihat Asya, milliyetçi, vatansever ve tasavvufi bir çizgiye sahiptir. Şiirlerinde halk ve divan şiiriyle modern şiir unsurlarını birleştirmiştir. En çok kullandığı nazım biçimi rubaidir. Temaları arasında kahramanlık, tarih, din, tabiat ve aşk önemli yer tutar. 
Başlıca Eserleri:Heykeltıraş, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Dualar ve Âminler, Kökler ve Dallar, Rubaiyyat-ı Ârif, Kanatlar ve Gagalar, Enikli Kapı 
| | Devamı... 0 yorum

Yağmur, Nurullah Genç

Var eden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat.
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım,
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları,
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım.

Hasretin alev alev içime bir an düştü,
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü,
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde,
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü.
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin,
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla,
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin,
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla,
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak,
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak.
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım,
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım.

Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü,
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü,
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe,
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.
Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden,
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına,
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden,
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına,
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin,
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin.
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım,
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım.

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü,
Göğsümüzden umutlar bican düştü,
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin,
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü.
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan,
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar,
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan,
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar,
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri,
Paramparça, ateşler şahının hayalleri.
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım,
O mücella çehreni izleseydim ebedi,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü,
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü,
Katil sinekler deldi hicabın perdesini,
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü.
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında,
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin,
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında,
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin,
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü,
On asırlık ocağın savururdum külünü.
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım,
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü,
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü,
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara,
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.
Badiye yaylasında koklasaydım izini,
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar,
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini,
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar.
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya,
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya.
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım,
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım.

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü,
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü,
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi,
Hakların temeline sanki bir volkan düştü.
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri,
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir,
Erdemin, bereketin doldurur haneleri,
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir,
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların,
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların.
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım,
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım.

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü,
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü,
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer,
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü.
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini,
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir,
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini,
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir,
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından,
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından.
Madeni arzuların ardında seyre daldım,
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım.

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü,
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü,
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali,
Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü.
Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin.
Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım,
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım.

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü,
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü,
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan,
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü.
Islaklığı sanadır ahımın, efganımın,
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler,
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın,
Nazarın ok misali karanlıkları deler.
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin,
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin.
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım,
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım.

Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü,
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü,
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün,
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü.
Nefesinle yeniden çizilecek desenler,
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek,
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler,
Anneler çocuklara hep seni içirecek,
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin,
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin.
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.

Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü,
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü,
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın,
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü.
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
| | | | Devamı... 0 yorum

Kardan Aydınlık, Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesinde doğmuştur. Şair bir ailede yetiştiği için küçük yaşlardan itibaren şiire ilgi duymuştur. 1958 yılından sonra yazdıklarını Hasan’a Mektuplar adıyla 1964 yılında yayımlamıştır. Aynı yıl belediyede muhasebe memuru olarak göreve başlamış, 1981 yılında emekli olmuştur. Toplumsal adaletsizlikleri, siyasî çarpıklıkları ve haksızlıkları hicvettiği mücadeleci şiirleriyle tanınmıştır. Ülkücü görüşleriyle bilinmiş, yaklaşık otuz kez mahkemeye verilmiş, ancak her seferinde beraat etmiştir. Avukat tutmamış, kendisini bizzat savunmuştur. Hiçbir iktidarla barışık olmamıştır. 1985 yılında gazeteciliğe başlamış, Büyük Birlik Partisi’nin kuruluşunda yer almış, kısa bir süre sonra “Allah rızası için girdim, Allah rızası için ayrıldım” diyerek siyasetten çekilmiştir. 2012 yılında akciğer enfeksiyonu geçirmiş, bir süre Konya’da tedavi görmüştür. Aynı yıl 7 Haziran’da Ankara Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde vefat etmiş ve Keçiören Bağlum Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
Kardan Aydınlık
Gergin uykulardan, kör gecelerden
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.
Sonra düğüm düğüm bilmecelerden
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.


Gökten yağmur yağmur yağacak renkler
Daha hoş kokacak otlar, çiçekler
Ardından bitmeyen mutlu gerçekler
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.

Vurulup ömrünün ilkbaharında
Kanından çiçekler açar yarında
Cümle şehitlerin omuzlarında
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.

 
Işıklar dal-budak, her kolu İslâm
Gönüller, yürekler dopdolu İslâm
Tek ölçüsü İslâm, tek yolu İslâm
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.

İzmir’in sağından, Van’ın solundan
Erzurum, Edirne, Hatay yolundan
Kapı kapı tekmil Anadolu’mdan
Bir sabah gelecek kardan aydınlık.
Abdurrahim Karakoç
 
Kardan Aydınlık şiiri, edebi anlamının yanı sıra bir müzikal eser olarak da seslendirilmiştir. Şiirin bestelenmesi, şiire ayrı bir derinlik ve ruh katmıştır. 1991 yılında Arif Nazım Çiftçi'nin "Muştular" isimli eserinde "Aydınlık" adıyla marş şeklinde söylenmişir. Sonraki yıllarda farklı sanatçılar tarafından da ezgi olarak okunmuştur. Bestelenmiş haliyle şiir, birçok insanın duygularına tercüman olmuş, özellikle dinleyiciler üzerinde büyük bir etki bırakmıştır.
Sonraki yıllarda çeşitli isimler tarafından farklı yorumlarla bu şiir bestelenip okunmuştur. Bu yorumlardan en bilineni dillerde ezgi haline gelmiştir: https://youtu.be/4AnL9kOzx1w?si=eeFH2bno07BFvPOp


| | Devamı... 0 yorum

Sessiz Gemi, Yahya Kemal

Yahya Kemal Beyatlı (1884–1958) doğum adıyla Ahmed Agâh, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğmuş, 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefat etmiş Türk şairi, yazar, düşünür, diplomat ve siyasetçidir. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli isimlerinden biridir. Divan edebiyatı ile modern Türk şiiri arasında köprü kurmuş, klasik biçimleri çağdaş duyarlılıkla birleştirmiştir. İlk öğrenimini Üsküp’te tamamladıktan sonra ailesiyle Selanik’e taşınmıştır. 1902’de İstanbul’a gelmiş, Servet-i Fünun çevresinden etkilenmiş, 1903’te Paris’e giderek Sorbonne’da siyaset ve edebiyat okumuş, Albert Sorel’den etkilenmiş ve dokuz yıl tarih ile edebiyat bilgisini geliştirmiştir. 1913’te İstanbul’a dönmüş, Darüşşafaka ve Darülfünun’da öğretmenlik yapmış, Türk tarihine ve diline dair yazılar yazmıştır; Yeni Mecmua ve Dergâh dergilerinde Millî Mücadele’yi desteklemiştir. 
Yahya Kemal Beyatlı, Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara’ya giderek Hakimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yapmış, 1923’te Urfa milletvekili olmuştur. Varşova, Lizbon ve Madrid ve Pakistan elçiliklerinde görev almıştır. 1947’de Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilân etmesinin ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin bu ülkedeki ilk büyükelçisi olmuştur. 1949’da emekli olarak İstanbul’a dönmüştür. 
Yahya Kemal, Fransa’da bulunduğu dönemde tanıma fırsatı bulduğu Maurice Barrès ve Charles Maurras gibi Fransız milliyetçilerinin yaklaşımlarından hareketle kültürel bir milliyetçilik anlayışını savunmuştur. Bin yıllık bir tarihsel süreç içerisinde Anadolu’nun vatan hâline getirilmesiyle Türklerin bir millet vasfı kazandığını dile getiren Yahya Kemal, Cumhuriyet’in ilanını takip eden dönemde ise yeni rejim eliyle Ankara’da sıfırdan var edilmeye çalışılan tarihsiz ulus projesine alternatif olarak İstanbul şehrini ve bünyesinde taşıdığı tarihsel sürekliliği merkeze alan bir söylem geliştirmiştir. Sanatında dil, tarih ve musikiyi birleştirmiş, aruz veznini çağdaş Türkçeyle uyarlamış; şiirlerinde İstanbul, vatan, tarih, aşk ve ölümü işlemiştir. Yahya Kemal Beyatlı, sağlığında kitap yayımlamamıştır. 
Yahya Kemal, “İstanbul şairi” olarak tanınır ve şiirlerinde şehrin manevi havasını ve tarihî değerini ön plana çıkarır. Bir Tepeden, Hayal Şehir, Süleymaniye’de Bayram Sabahı ve Koca Mustafapaşa gibi İstanbul temalı eserleri bu yöneliminin örneklerindendir. Düşünce dünyası ile sanat anlayışı uyum içinde bütünleşen Yahya Kemal, şiirlerinde mısraların kusursuzluğunu önceler. Onun şiir anlayışı, “deruni ahenk” olarak nitelendirdiği müziksel bir duyarlılığa dayanır. Klasik şiirin aruz ölçüsünden beslenmesine rağmen modern şiire özgü görsel tasvirleri de ustalıkla kullanarak işitsel ve görsel ögeleri bir araya getirir. Yahya Kemal Beyatlı, Türk şiirine milli bir ruh, zarif bir biçim anlayışı ve tarih bilinci kazandırmış; “Kendi Gök Kubbemiz”in şairi olarak edebiyat tarihinde yer almıştır.
Yahya Kemal, 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefat etmiş ve Aşiyan Mezarlığı’na defnedilmiştir. Eserleri Yahya Kemal Enstitüsü tarafından 1959 yılından sonra yayımlanmıştır. 
 
| | Devamı... 0 yorum

Süleymaniye'de Bayram Sabahı


Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
 
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
 
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah`ına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.
 
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul`un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları..
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.
 
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
 
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah`ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
 
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr`i
Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü`min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
 
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
 
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar`dan mı? Hisar`dan mı? Kavaklar`dan mı?
 
Bursa`dan, Konya`dan, İzmir`den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Bâyezîd`den, Van`dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
 
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
 
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosova`dan, Niğbolu`dan, Varna`dan, İstanbul`dan..
Anıyor her biri bir vak`ayı heybetle bu an;
Belgrad`dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar`dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
 
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar`dan mı? Tunus`dan m, Cezayir`den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor;
O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?
 
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Yahya Kemal Beyatlı
| | Devamı... 0 yorum

Münacaat, İsmet Özel

İsmet Özel, 19 Eylül 1944 yılında Kayseri’de doğmuş Türk edebiyatının kendine has şairlerinden biridir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden 1962’de mezun olan İsmet Özel, hem şiirleriyle hem de düşünce yazılarıyla Türkiye’nin entelektüel hayatında derin izler bırakmıştır. Edebi yaşamına 1960’larda toplumcu bir anlayışla başlayan İsmet Özel, bu dönemde sol görüşe yakın bir çizgide durarak bireyin özgürlüğü, adalet, eşitlik ve toplumsal mücadele konularını ele almıştır. Ancak 1970’lerden itibaren düşünsel bir dönüşüm geçirmiş ve İslamcı-muhafazakâr bir perspektife yönelmiştir. Bu değişim onun hem dili hem de temaları üzerinde belirgin bir etki oluşturmuştur.
Şiirlerinde bireyin varoluşsal acılarını, modern dünyanın yabancılaştırıcı etkilerini, iman, özgürlük ve kimlik meselelerini derin bir felsefi sorgulamayla işler. Özel’in dili yoğun, sembolik ve düşünsel bir karakter taşır, polemiklere müsait görüşleri vardır.
İsmet Özel’in en önemli şiir kitapları arasında Geceleyin Bir Koşu (1966), Evet, İsyan (1969), Cinayetler Kitabı (1975), Celladıma Gülümserken (1984), Erbain (1987), Bir Yusuf Masalı (1997), Of Not Being A Jew (2005) sayılabilir. 
Şiirlerinin yanı sıra deneme ve düşünce yazıları da büyük yankı uyandırmıştır. Üç Mesele (1978) adlı eserinde teknoloji, medeniyet ve yabancılaşma üzerine fikirler geliştirmiştir. Şiir okuma kılavuzu (1980), Zor Zamanda Konuşmak (1984), Taşları Yemek Yasak (1985), Bakanlar ve Görenler (1985), İrtica elden gidiyor (1986),Neyi kaybettiğini hatırla (1994), Vel Asr (1995), Surat Asmak Hakkımız (1987), Tehdit Değil Teklif (1987), Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988), Tavşanın Randevusu (1996), Cuma Mektupları (1995–2004), Bilinç Bile İlginç (2000), Kırk Hadis (2004), Henry Sen Neden Buradasın? (2004), Kalın Türk (2006), Çenebazlık (2006), Şairin Devriye Nöbeti (2009–2011), Desem Öldürürler Demesem Öldüm (2012), Bir Akşam Gezintisi Değil, Bir İstiklâl Yürüyüşü - 1 (2012), Bir Akşam Gezintisi Değil, Bir İstiklâl Yürüyüşü - 2 (2012), Pergelin Yazmaz Sivri Ucu (2021), İslamla Damgalanmış Varoluş (2021) kitaplarında modern toplumun sorunlarını, Batı medeniyetine dair eleştirilerini ve entelektüel sorumluluk konularını işler. 
İsmet Özel, 2007 yılında kurulan İstiklâl Marşı Derneği’nin de kurucularındandır. Bu dernek aracılığıyla Türkiye’nin bağımsızlık bilincini, milli kimlik ve kültür konularını gündemde tutmayı amaçlamıştır. Hayatı boyunca dergilerde, konferanslarda ve radyo programlarında düşüncelerini paylaşarak entelektüel etkisini sürdürmüştür.
İsmet Özel, hem sol hem de İslamcı çevrelerde derin izler bırakmıştır. Kendisini sadece bir şair ya da yazar olarak değil, düşünce dünyasında yerli bir duruşun temsilcisi olarak konumlandırır. Şiirleri ve denemeleriyle modern insanın varoluş sorunlarını, toplumun kimlik arayışını ve Türkiye’nin kültürel dönüşümünü anlamak için önemli bir kaynak oluşturur.
| Devamı... 0 yorum

İdrakte yol açmış geceden gündüze Allah

Bahtiyar Vahabzade, 16 Ağustos 1925’te Azerbaycan’ın Şeki kentinde doğmuştur. 9 yaşında ailesiyle Bakü’ye taşınmıştır, eğitimini burada tamamlamıştır. 1947’de Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Bölümü’nden mezun olmuştur ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. 1964’te Samed Vurgun’un hayatı üzerine hazırladığı monografiyle filoloji doktoru unvanını almıştır. 1980’de Azerbaycan İlimler Akademisi üyeliğine seçilmiştir ve 2001’e kadar ders vermeyi sürdürmüştür. Vahabzade, 1959’da yazdığı “Gülistan” adlı şiiriyle ikiye bölünen Azerbaycan halkının acılarını dile getirmiştir; bu nedenle 1962’de “milliyetçi” suçlamasıyla görevinden uzaklaştırılmıştır. Sovyet baskılarına rağmen özgürlük mücadelesini sürdürmüştür ve eserlerini gizlice yurt dışına yayımlamıştır.  
Bahtiyar Vahabzade, Azerbaycan Türkçesi’ni sade ve halkın diliyle kullanmaya özen göstermiştir; bu nedenle “Halk Şairi” unvanıyla anılmıştır. 1995’te “İstiklal Nişanı” ile ödüllendirilmiştir ve 1980–2000 yılları arasında beş kez milletvekili seçilmiştir. 2002’de Romanya Kültür Bakanlığı tarafından kendisine “Komutan Madalyası” verilmiştir. 13 Şubat 2009’da Bakü’de vefat etmiştir, cenazesi Fahri Hıyaban’a defnedilmiştir. Türkiye’de “Yel Kaya’dan Ne Aparır?” makalesiyle tanınmıştır; pek çok şiir, oyun ve manzum hikâye yazmıştır. “Yollar-Oğulları” eserini Cezayir’in bağımsızlığına, “Mugam” adlı eserini ise Üzeyir Hacıbeyli’ye ithaf etmiştir. Ayrıca Lord Byron’un “Abidon Fellini” adlı eserini Azericeye çevirmiştir. Başlıca eserleri şunlardır: Ömürden Sayfalar (2000) Vatan, Millet, Ana Dili (2000) Soru İşareti (2002) Eserleri; Türkiye Türkçesi, Rusça, Farsça (İran Azericesi), Ermenice, Özbekçe, Almanca, İngilizce ve Türkmenceye çevrilmiştir.
| | Devamı... 0 yorum

Sakın terk-i edepten, Nabi

Yusuf Nâbî (1642, Urfa –1712, İstanbul) Divan Edebiyatı’nın önemli şairlerindendir. Halk diliyle süslenmiş hikmetli gazelleri, toplumsal eleştirileri ve dönemin olaylarını yansıtan beyitleriyle tanınır. IV. Mehmed döneminde saraya girmiş, Lehistan Seferi’ne katılarak “Fetihnâme-i Kamaniçe” adlı eserini yazmıştır. 1679’daki hac yolculuğunu “Tuhfetü’l-Harameyn” adlı eserinde anlatmıştır. Halep’te bulunduğu sırada oğlu için “Hayriyye” adlı eserini kaleme almıştır. II. Mustafa’nın tahta çıkışını bir cülus kasidesi ile kutlamıştır. Daha sonra İstanbul’a dönüp darphane eminliği ve başmukabelecilik görevlerinde bulunmuştur. 13 Nisan 1712’de İstanbul’da vefat eden Nâbî, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir. 

Peygamber âşığı olarak büyüyen Yusuf Nâbî, 1678 tarihinde o zamanın devlet ricaliyle birlikte Hac vazifesini ifâ için yola düşer. Nâbî çok heyecanlıdır. Zira peygamber âşığı olan bir şair için Medine onulmaz bir mutluluktur. Lakin yol çok uzundur. Yolda bir müddet dinlenirler. Herkes oldukça yorgundur. İçlerinden bazıları istirahate çekilirler. Tam bu esnada Yusuf Nâbî’nin dikkatini biri çeker. Dikkatini çeken bu adam bir paşadır ve paşa ayaklarını Medine’ye, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin (a.s.v.) mübarek istirahatgâhına doğru uzatarak yatmaktadır. Nâbî’yi derin bir elem sarar. O anda kalbine iltica eden ilham ile şu naatı okur:
 
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ`dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâ`dır bu.
“Edebi terk etmekten sakın. Zira burası Allah-ü Teala’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teala’nın nazar evi, Resul-i ekremin makamıdır.”  
 
Felekte mâh-ı nev, Bâbu`s-selâm`ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
“Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının, yüreği yaralı aşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır.”  
 
Habîb-i Kibriyâ`nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ`dır bu.
“Burası Cenab-ı Hakkın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse Allah-ü Teâlâ’nın arşının en üstündedir.”  
 
Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.
“Bu mukaddes mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir.”  

Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”
“Ey Nabi! Bu dergaha, edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.” 
| | | | Devamı... 0 yorum

Daha Kur'an ne desin!

Ey insan! Yaşıyorken, hem de Kur’ân çağında;
Çırpınıp duruyorsun, cehâlet batağında.
Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında
    Kur’ân sana gel diyor, bak bendedir adresin,
    Ey eşref-i mahlûkat ! Daha Kur’ân ne desin !

Özgürce seçmen için, iki yoldan birini;
Apaçık bildiriyor, bütün âyetlerini.
Ya Peygamber, ya şeytan.. Seç diyor rehberini;
    Öyle seç ki; sırattan rüzgar gibi geçesin,
    İlle şeytan diyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !


Ya Cennet bahçesidir, ya ateştir o mezar,
Mekân var mı dünyada, öyle derin, öyle dar?
Hiçbir şey yakın değil, insana ölüm kadar.
    Diyor ki; hesabı var, aldığın her nefesin;
    Mezarlar konuşurken..Daha Kur’ân ne desin !

Malın, mülkün, şöhretin, dünyada herşeyin var;
Ya dünyadan Rabb’ine, götürecek neyin var?
Bana yeter diyorsan, şu üç günlük îtibar;
    Bir dördüncü gün var ki; çok çetindir bilesin,
    Bunlar masal diyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !

Âyet diyor ki; eğer, dağa inseydi Kur’ân;
Paramparça olurdu.. Dağ Allah korkusundan.
Hangi insan durup da, ibret almaz ki bundan?
    Sen ki, bir dağ yanında, ne kadar da cücesin,
    Haddini bilmen için.. Daha Kur’ân ne desin !


O münezzeh ruhundan, ruh vermekle insana;
Erişilmez bir şeref, bahşetti Allah sana,
Ne kadar sevdiğini, buradan anlasana !
    Sen ki; taparcasına, kendine kul kölesin,
    Nefsini put yapana.. Daha Kur’ân ne desin !
Bir gün var ki; çok yakın, dağların yürüdüğü,
Göklerin, güneşleri önünde sürüdüğü,
Kâinatı toz duman, dehşetin bürüdüğü;
    Kıyâmet senaryosu, oyun değil bilesin;
    Hâlâ ürpermiyorsan.. Daha Kur’ân ne desin !


O büyük mahkemede, bütün diller susacak;
Konuşacak bu defa, göz, kulak, el, kol, bacak.
Uzuvlar birer birer, haramları kusacak;
    Açılacak önünde, defterleri herkesin;
    Kendine gelmen için.. Daha Kur’ân ne desin !

O gün, buyruk verenler, buyruğa baş eğecek,
Cehennem öfkesinden, köpürüp kükreyecek,
Ve doldun mu dedikçe, daha yok mu diyecek;
    Yandıkça o deriler, değişecek bilesin;
    Hâlâ secde yok ise.. Daha Kur’ân ne desin !

Gör ki, dünya sırtında, nice insan taşıyor;
Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor.
Kimi Arş-ı Âlâ’ya dolu dizgin koşuyor;
    İşte Cennet.. İşte sen.. Gayret et ki giresin;
    Ey Eşref-i mahlûkat ! Daha Kur’ân ne desin !

 Cengiz NUMANOĞLU-2002
| | | Devamı... 1 yorum

Yalnız Kuran'dan Konuşan Kadın

Tebe-i Tâbiîn neslinden Abdullah bin Mubarek anlatıyor. 
ALLAH'ın evi kabe’yi haccetmek ve ALLAH rasulunun (sav) mescidini ziyaret etmek için yola çıktım. Yolda ilerlerken bir ara karanlık bir şey gördüm iyice baktığımda bu şeyin üzerinde yün bir örtü bulunan yaşlı bir kadın olduğunu fark ettim. Ona: “ALLAHın selamı rahmeti ve bereketi üzerine olsun” dedim.
Kadın: “Onlara merhametli Rabbin söylediği selamı vardır” (Yasin 36/58) dedi.
Ona: “ALLAH sana merhamet etsin. Burada ne yapıyorsun?” diye sordum.
Kadın: “ALLAH kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur.” (Araf 7/86) dedi.
Bunun üzerine onun yolunu kaybettiğini anladım.  Ona: “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum.
Kadın: “Bir gece, kulunu Mescid-i Haram’dan  çevresini mubarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren ALLAH, noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra 17/1) ayetini okudu.
Bu ayetle, onun haccının bitirdiğini Beytü-l Makdise gitmek istediğini anladım. Ona: “Ne zamandan beri bu yerdesin?” diye sordum.
Kadın: “Tam (üç gün) üç gece” (Meryem 19/10) ayetini okudu.
Ona: “Yanında yemek olduğunu görmüyorum. Bir şey yemiyor musun?” diye sordum.
Kadın: “Beni yediren ve içiren O’dur” (Şura 26/79) ayetini okudu.
Ona: “Bu ramazan ayı değildir” dedim.
Kadın: “Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa ALLAH kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” Bakara 2/184 ayetini okudu.
Ona: “Abdest suyu nerde?” diye sordum.
Kadın: “Eğer su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin” (Nisa 4/43) ayetini okudu.
Ona: “Neden seninle konuştuğum gibi benle konuşmuyorsun?” diye sordum.
Kadın: “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın” (Kaf 50/18) ayetini okudu.
Ona : “Sen kimlerdensin?” diye sordum.
Kadın: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17/36) ayetini okudu.
Ona: “Hata ettim, bana hakkını helal et!” dedim.
Kadın: “Bu gün sizi kınamak yok, ALLAH sizi affetsin” (Yusuf 12/92) ayetini okudu.
Ona: “Seni şu deveme bindirip kafileye yetiştirmemi ister misin?” diye sordum.
Kadın: “Her ne hayır işlerseniz ALLAH onu bilir.” (Bakara 2/97) ayetini okudu.
Bunun üzerine deveyi çöktürdüm.
Yaşlı kadın: “Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini söyle.” (Nur 24/30) ayetini okudu.
Bende ona bakmamak için yüzümü çevirdim ve kendisine “Bin” dedim. Kadın deveye binmek isteyince deve ürktü ve kadının elbisesini biraz parçaladı. Bunun  üzerine kadın : "Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu hak etmeniz sebebiyledir" (Şûrâ: 30) âyetini mırıldandı. Ona: "sabret deveyi bağlayayım." dedim .
Kadın: “ Bu hususta Süleyman'ı anlayışlı ve daha isabetli davranır kıldık" (Enbiyâ: 79) âyetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti. Ben deveyi bağladıktan sonra, ona : "şimdi deveye bin" dedim, kadın da deveye kolayca bindi.
Kadın deveye bindikten sonra “bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve tasdik ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.” (Zuhruf 43/13-14) ayetlerini okudu.
Ben devenin yularını tutup hızla ve bağırarak yola koyuldum. Bunu üzerine kadın: "yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman 31/19) ayetini okudu.
Bunun üzerine yavaş yavaş ve içimden alçak sesle şiir mırıldarak yürümeye başladım.
Kadın: “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil 73/20) ayetini okuyunca, ben: "Şiir okumak haram değil ki!" dedim. 
Kadın: "Bu hususu ancak gerçek idrak ve basiret sahipleri düşünüp tam olarak anlar!" (Bakara: 2/269) cevabını verdi. Bende: “Sana gerçekten çok hayır verilmiş.” Dedim.
Kadın: “Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (Bakara 2/269) ayetini okudu.
Bir süre yürüdükten sonra, kadına: “Evli misin?” diye sordum.
Kadın: “Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.” (Maide 5/101) ayetini okuyarak cevap verdi. Ben de sustum ve kafileye yetişinceye kadar bir daha hiç konuşmadım. Derken kafilesine ulaştık ve "Kafile içinde kimsen var mı?" dedim. 
Kadın: “Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf 18/46) ayetini okuyunca kafilede çocukları olduğunu anladım. Sonra kadına çocuklarının isimlerini sordum. 
Kadın: "Allah, İbrahim’i dost edindi.” (Nisa 4/164) “Allah, Musa ile gerçekten konuştu.” ( Nisa 4/164) ve “Ey Yahya! Kitab’a (tevrat’a) var gücünle sarıl!” (Meryem 19/12) âyetlerini okudu.
Ona: “Onların hacdaki görevleri nedir?” diye sordum.
Kadın: “Onlar yıldızlarla yolarını bulup doğrulturlar.” (Nahl 16/16) Ayetin okuyunca, çocuklarının kafile rehberi olduğunu anladım. Hemen kafilenin ön tarafında kubbeli yüksek yapıların yanına gittim. "Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa!" diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç genç "Buyur!" diye bazı gençlerin yanıma geldiklerini gördüm. 
Anneleri gelen gençlere hitaben;
“Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin. Dikkatli davransın!"” (Kehf 18/19) ayetini okudu.  Bunu üzerine gençlerden gidip yiyecek bir şeyler aldı ve getirip önüne koyunca, 
Kadın bana dönerek;  "Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!" (Hâkka: 69/24) ve “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” (Araf 7/31) ayetlerini okudu.
Çocuklara, "Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!" dedim. Gençler: “"Annemiz" ağzından Cenab-ı Allah'ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla kırk yıldır böyle sadece Kur'an'la konuşur.". "Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O herşeye Kadir'dir(Mülk67/1) dediler.
Bunun üzerine bende, “Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Maide 5/54) ayetini okudum.

İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur'an-ı Kerim'de her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatmıştır.

Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesinde doğmuştur. Şair bir ailede yetiştiği için küçük yaşlardan itibaren şiire ilgi duymuştur. 1958 yılından sonra yazdıklarını Hasan’a Mektuplar adıyla 1964 yılında yayımlamıştır. Aynı yıl belediyede muhasebe memuru olarak göreve başlamış, 1981 yılında emekli olmuştur. Toplumsal adaletsizlikleri, siyasî çarpıklıkları ve haksızlıkları hicvettiği mücadeleci şiirleriyle tanınmıştır. Ülkücü görüşleriyle bilinmiş, yaklaşık otuz kez mahkemeye verilmiş, ancak her seferinde beraat etmiştir. Avukat tutmamış, kendisini bizzat savunmuştur. Hiçbir iktidarla barışık olmamıştır. 1985 yılında gazeteciliğe başlamış, Büyük Birlik Partisi’nin kuruluşunda yer almış, kısa bir süre sonra “Allah rızası için girdim, Allah rızası için ayrıldım” diyerek siyasetten çekilmiştir. 2012 yılında akciğer enfeksiyonu geçirmiş, bir süre Konya’da tedavi görmüştür. Aynı yıl 7 Haziran’da Ankara Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde vefat etmiş ve Keçiören Bağlum Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
Dosta Doğru
İçimde uzayan her yol
Çıkar gider dosta doğru
Menekşe, nergis, ıtır, gül
Kokar gider dosta doğru

Zamanım yoğrulur gamla
Birleşir sabah akşamla
Ilık kanım damla damla
Akar gider dosta doğru

Gel bende gör, sen gel beni
Durduramaz engel beni
Görmediğim bir el beni
Çeker gider dosta doğru

Beynim fırın, bağrım tandır
Yanarım hayli zamandır
Sevgim bir yavru ceylandır
Çeker gider dosta doğru

Ne saklarım ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru.
Abdurrahim Karakoç
| | | Devamı... 0 yorum

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!