Net Fikir » İslam
Nevruz, İslam inancında yoktur
Bahar mevsimi kış mevsiminin ardından doğanın uyanmaya başladığı bir mevsim olup; karıncaların, böceklerin, kuşların etrafa dağıldığı, ağaçların çiçeklenip canlandığı, yeşilliklerin ortaya çıktığı neşeli güzel bir zaman dilimidir. Kışın sertliği ve soğukluğu yerini ince ve hafif esen rüzgarlara bırakır. Bu rüzgarların hışırtısıyla Allah'ın kudretinin bir eseri olarak kuru dallar tomurcuklanıp uyanmaya başlar. İnsan da tabiat gibi ruhunda bir değişime hazırlanır ve kasvetinden uzaklaşarak rahatlar. Kış mevsiminin şartlarından dolayı ertelenen tüm faaliyetler, piknikler, gezintiler yavaş yavaş baharın gelişi ile insanların hayatına girmeye başlar. Bahar bir sevinç mevsimidir. Yazın müjdesi, ömrün akıp gitmesinin habercisidir. İşte böyle güzel bir günde, içinde, yaşadığımız toplumu geçmişten beri çok fazlasıyla etkilemiş bir faaliyetten söz etmeye çalışacağım. 21 Mart günlerinin yaşandığı şu günlerde "Nevruz" özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, başta İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde kışın ardından bir döndü olarak devam eden baharın gelişi, "Nevruz Bayramı", "Bahar Bayramı", "Gün Dönümü", "Mart Dokuzu", "Nevruz" etkinlikleri, "Yumurta bayramı", "Ergenekon'dan Çıkış ve Türk Günü" kapsamında coşkularla kutlanmaktadır. Bu vesile ile Nevruz hakkında kısa bilgiler vermek ve ardından İslam dini açısından Nevruz'un niteliğini açıklayarak yazıyı bitirmek istiyorum.
"Nevruz", baharın başlangıcını ve doğanın uyanışını kutlamak amacıyla, çok eski zamanlardan günümüze Mart ayı içerisinde (21 Mart) genellikle Pers coğrafyasının hakim olduğu yerlerde kutlanan bir merasimdir. Nevruz; hem Zerdüştlük, hem de Bahailer için kutsal bir gündür ve resmi tatil olarak kutlanır. İran güneş takvimine göre ilk ay olan Farvardin'in ilk günü olan Nevruz,
İran'da 5 günlük resmî tatil olarak kutlanır. Nevruz'un habercisi olan
Hacı Firuz Hristiyanlıktaki Noel Baba'ya benzer şekilde bu tarihler
arasında çocuklara hediyeler dağıtır. 2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, eskiden beri kutlanmakta
olan İran kökenli bu günü, "Dünya Nevruz Bayramı" olarak ilan etmiştir. İlk kez Zerdüşt dinine dayanan Pers kültüründe Nevruz Bayramının kutlanıldığı düşünülmektedir. Nevruz, Şaman ve Pers kültürlerinin hakim olduğu Orta Asya, Çin, Hindistan ve özellikle İran coğrafyasında önemli bir yere sahiptir. Nevruz kelimesi, "yeni gün", "yeni yıl" anlamlarına gelir. Nevruz, tarih boyunca İran, Türk, Kürt, Azeri ve diğer bazı halklar arasında önemli bir bayram olarak kutlanmıştır. Esasında Zerdüştlük dini inanışlarına dayandığı düşünülen Nevruz, geçmişte büyük bir imparatorluk olan Pers kültürünün hakim olduğu birçok toplumda dini bir bayram olarak resmi nitelik kazanmıştır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Nevruz Bayramı)
Büyük Günah Meselesi (Mürtekib-i Kebire)
“Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Al-i İmrân Suresi, 3/134)
Burada Allah Teâlâ, güzel işler yapanları zikretmekte ve onları sevdiğini söylemektedir. “Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!” meâlindeki {Al-i İmrân Suresi, 3/133} âyetinde yer alan "müttakîler için hazırlanmıştır" ifadesiyle Allah, cennetin müttakîler için hazırlandığını haber vermiş, “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.” {Al-i İmrân Suresi-3/131} ayetiyle de cehennemin kâfirler için hazırlandığını beyan etmiştir.
Büyük günah işleyenlerin durumu hakkında mezhepler arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları şöyle demiştir: Müttakî olmayan büyük günah işlemiş kişiler (Mürtekib-i Kebire) için cennet değil, cehennem hazırlanmıştır. İşte bu büyük günah sahipleri cennete giremez görüşü, Hâricîler’in ve yoldan çıkmışların (buğât) görüşüdür. Başka bir grup {Mutezile} şöyle demiştir: Allah, cehennemin kâfirler için hazırlandığını haber vermiştir; öyle ise büyük günah işleyen kişi cehennemin kendileri için hazırlandığı kâfirlerden değildir, cennetin kendileri için hazırlandığı müminlerdendir. Bazıları ise şöyle bir fikir beyan etmiştir: Allah cehennemin kâfirler için, cennetin de müttakîler için hazırlandığını haber vermiştir. Müttakîleri, kendisine isyandan sakınanlar, emrine ve yasağına aykırı davranmayı terk edenler diye nitelemiştir. Günahı bulunan insanlar, azîz ve celîl olan Allah’ın mutlak olarak ifade buyurduğu müttakîler için hazırlanmıştır hükmünün kapsamına girmezler, fakat kâfirler için hazırlanmıştır hükmüne de dâhil olmazlar. Onlar için cehennemde ayrı bir yer vardır.
Büyük günah işlemiş iman sahibi kişiler (Mürtekib-i Kebire) hakkında; Ehl-i Sünnet olarak biz şöyle deriz: Günah işleyen müminlerin, ayette belirtilen "gökler ve yer kadar genişlikte olan cennetin" ve "müttakîler için hazırlanmıştır" meâlindeki ilâhî beyanların {Al-i İmrân Suresi, 3/133} kapsamına girmeleri ümit edilir. Bunun delili de şu meâldeki âyet-i kerîmedir: “Bir başka grup iyi işe bir de kötü iş karıştırmış olarak sonra günahlarını itiraf etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.” (Tevbe Suresi, 9/102) Cenâb-ı Hak burada onların iyi işe kötü işi karıştırdıklarını söylemektedir. Sonra da umulur ki "Allah onların tövbesini kabul eder" buyurarak Allah bu kişilerin tövbelerini kabul edeceğini vâdetmektedir. Buradaki “umulur ki” anlamına gelen (عسى) lafız, Allah hakkında kullanılınca gereklilik ifade eder. İkincisi, Allah Teâlâ’nın; “İşte cennetlikler arasında olan bu kimselerin, yaptıklarının güzelini kabul ederiz, kötülüklerini de görmezlikten geliriz. Bu kendilerine yapılagelen gerçek vâddir” {Ahkāf Suresi, 46/16} meâlindeki âyetinde, onların güzel işlerini kabul edeceğini, kötü işlerini de görmezden geleceğini haber vermektedir. Kötü işlerini görmezden gelince onların kötü amelleri de kalmamaktadır; dolayısıyla onlar da müttakîler için hazırlanmıştır meâlindeki ilâhî beyanının hükmüne dâhil olurlar. En doğrusunu bilen Allah’tır.
Kaynakça: İmam Maturidi, Tevilat'ül Kur'an, (Al-i İmrân Suresi-3/134)
Takvâya Ulaştıran Yollar
“Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan gökler ve yer kadar geniş cennete girmek için yarışın!” (Âl-i İmrân, 133. Ayet)
Takvâ sahipleri için hazırlanmış. İttikā, Allah’ın bütün emirlerine ve yasaklarına itaat etmek ve bütün bunlarda O’na muhalefet etmeyi terk etmek demektir. Kişiyi takvâya götüren yollar üç türlüdür. Birincisi, Allah’ın büyüklüğünü, celâlini ve yüceliğini hatırlamaktır; bu hatırlama insanı, O’nun emir ve yasaklarına muhalefet etmeyi engeller. Allah’ın azametini hatırlamak, kendisinin küçüklüğünü ve zilletini ortaya çıkarır ve bu da O’na muhalefet etmekten insanı alıkoyar. İkincisi, Allah’ın lütfunu ve ihsanını hatırlamaktır; bu da onun Allah’tan haya ederek yasakladığı şeyleri yapmasını engeller. Üçüncüsü de, emir ve yasaklarına muhalefet edildiği takdirde Allah’ın azabını ve intikamını hatırlamaktır; insan bu yolla da Allah’ın azabından ve intikamından sakınmaya çalışır.
Mülkün sahibi Allah'tır
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmrân, 26)
"Buradaki mülkün sahibi meâlindeki ifade iki anlama gelebilir. Birincisi dünyada var olan her türlü mülkün gerçek sahibi O’dur. İkincisi şüphesiz ki mülk Allah'ındır: Dilediği kişilere kendi mülkünden verir, dilediği kişilerden de çekip alır. O, mülkün gerçek mâlikidir ve onda her türlü tasarrufa kadirdir. {“Mülkün sahibi ifadesi, dünya ve âhireteki her türlü mülkün sahibi anlamına gelir. Hiç şüphe yok ki dünyadaki her mükün gerçek sahibi de O’dur” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 107b).}
Mülk tabiri, bir yönetimi ve otoriteyi gösterir. Mâlik ise, mülkün gerçek sahibini ifade eder. Bir şeyin gerçek mülkiyeti kimde olursa o mülke sahip olmak ve tasarrufta bulunmak hakkı ile o şeyi yönetme gücünü elinde bulundurma hakkının da onda olması gerekir. Yönetme gücünü elinde bulunduran herkesin, aynı zamanda onu ele geçirmek hakkına da sahip olduğu iddia edilemez.
"De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım!" Bu ilâhî beyanda azîz ve celîl olan Allah, sanki mülkü arzulayan veya mülkten bir paya ulaşan kişilerin arzularını O’na yönlendirmeleri veya sahip oldukları mülkün gerçekte O’ndan geldiğini kabullenmeleri konusunda onları sınamaktadır. Tâ ki Allah’ın verdiği şerefe ulaşsınlar ve O’nun lütfu ve keremi devam etmiş olsun. Nitekim “Dünya mükâfatını isteyenler bilsinler ki Allah nezdinde hem dünya hem âhiret mükâfatı vardır”{en-Nisâ, 4/134} meâlindeki âyet de bunu ifade etmektedir. Yine bu sayede nefislerinizin rağbet edip sizi, hakkını eda etmekten alıkoyan şeye O’nun sahip olduğunu size göstersin. Binâenaleyh bütün gayretinizi O’na yöneltin ve elde etmek için bütün gayretinizi sarfettiğiniz nimetlere karşı Allah’a şükredin. Çünkü bunların sahibi olan başkası değil, sadece O’dur. Bütün bunlar “Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır”{en-Nahl, 16/53} meâlindeki âyette ifade edilmektedir. Beşer tabiatının özelliğinden ve insan aklının işaretinden anlaşılan husûs şudur ki nefislerin tercih ettiği ve tabiatların meylettikleri şeyler hakkında insanlara gereken, onları bunlara ulaştıran varlıktan istemektir. İnsanlara düşen vazife, umduklarını elde etmeleri için irade ve tercihlerini, kendilerini buna yaklaştıracak bütün çareleri o yönde kullanmalarıdır. Bunun bir örneği mülk meselesi ile dünya lezzetleridir. Bu husûs onların kalplerine yerleşmiştir; şayet tedbirle, iyi bir siyasetle ve beşer tabiatının istediği yollarla buna ulaşabilseler dahi yine de bu husûs onların bu nimetlere başkalarından daha layık olduklarını göstermez. Bilâkis ondan mahrum edilen kişiler arasında ona nail olanlardan daha elverişli ve uyan biri olarak değil uyulan biri olarak ona hak kazanmaya daha lâyık olanlar vardır. Bu da bütün gayretini onu elde etmeye harcayan ile gayretleri ve meşgaleleri az olanlara değil, herhangi birine onu vermeye veya ona sahip kılmaya yetkili olanın Cenâb-ı Hak olduğu bilinsin diyedir. Beşerin işlerine ait bütün tasarrufların Allah’a ait olmasında, âlemin mülkiyetine sahip olmak ve onu idare etmekte tek olduğuna dair basiret sahibi olanlar ve kullarını sınayan için büyük bir delil ve güzel bir alâmet vardır.
Özetle belirtmek gerekirse dünya imtihan ve sınama yurdudur. Orada kendisine varlık verilen kişi, buna hak sahibi olduğu için verilmemekte, verilmeyen kişi de cezalandırılmak için yapılmamaktadır.
“Bilâkis verilen nimetler, şükredip sevap kazanmakla şükretmeyip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir. Her ne kadar kendisine nimet verilmeyen kişi, ne yaptım da verilmedi diyebilirse de, bilmek gerekir ki nimetler de, başa gelen belâlar da, sabredip sevap kazanmakla isyan edip günaha düşmek arasında bir sınama amacıyla verilmektedir” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 108a) Dolayısıyla vermediği kişi, ben ne yaptım da bana verilmedi, diyemez; çünkü nimetler yapılana karşılık olsun diye değil, imtihan için verilmektedir, aksine bunlar insanı imtihana tâbi tutmak içindir. İmtihan çoğu kere beşerî arzulara aykırı olmak ve hoşa gitmeyen şeylere katlanmak şeklinde olur. Bazan da insanlara, kendilerine büyük görünen şeyleri vermek veya güç-kudret sahibi olmak şeklinde vuku bulur. Bütün bunlar, insanın tercih ettiği ve terk ettiği şeylerde Allah rızası için mi davrandığı belli olsun diye; taşıdığı arzunun her şeyin mülkiyeti gerçekten uhdesinde bulunan yüce zâta duyulan kulluk arzusunun eseri mi, yoksa hiç tahkik etmeden hileler ve aldatmalar peşinde koşan kişiye duyulan eğilimin eseri mi olduğu ortaya çıksın diye sınamak amacını taşımaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir." (Tevilat'ül Kur'an, İmam Maturidi, Âl-i İmrân, 26)
İnsanın musibetlerle imtihanı
“Şunu bilin ki biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz zayiat verdirmek suretiyle sizi imtihana tâbi tutacağız. Resûlüm! Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele.”
“Onlar ki başlarına bir musîbet gelince, ‘Hepimiz Allah’ın kullarıyız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız’ demenin bilincini taşırlar.” (Bakara Suresi-155-156)
"Şunu bilin ki biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz zayiat verdirmek suretiyle sizi imtihana tâbi tutacağız." Burada azîz ve celîl olan Allah, başlarına gelebileceği belirtilen musîbetler karşısında şikâyet etmemeleri için yaratıklarına uyarı yapmaktadır. Bu musîbetlerin her birinde “az bir şey, biraz” anlamında bi-şey’ (بشئ) kelimesi var kabul edilir, biraz korku, biraz açlık gibi. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’ın birden fazla âyetinde insanları (dünyada ebedi olarak yaşamaları için değil) ölmek ve hayatın sona ermesi için yarattığını, kendilerine verdiği dünya malı ve süslerinin tümünün yok olup ortadan kalkmaya mahkûm olduğunu haber vermiştir.
“... Sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır”{el-Mülk 67/2.}; “Biz, kimlerin daha güzel bir davranış sergileyeceğini denemek için yeryüzündeki her şeyi kendisine özgü bir süs biçiminde yarattık. Hiç şüphe yok ki zamanı gelince oradaki her şeyi kupkuru toprağa çevireceğiz.”{el-Kehf 18/7-8.}
Allah, ayetlerdeki {el-Mülk 67/2} ve {el-Kehf 18/7-8} bu beyanlarında dünyanın ve sahip olduğu çekiciliğinin yok olacağını haber vermiştir. Bütün bunların, sözü edilen sonuca mâruz kalacağını bilen bir kimse, karşılaşacağı hastalık, açlık, mal ve can kaybı gibi musîbetlere daha kolay göğüs gerebilirler. Çünkü bunların hepsi bahis konusu akıbetten daha hafiftir. Bir de Allah’ın insanlara verdiği hayat, sağlık ve selâmeti hak ettikleri için değil, iyilik ve lütuf olsun diye vermiş ve bunu ebedî değil belli bir süreye bağlamıştır; sanki o imkânlar bu süre dışında onlara değil, başkalarına aittir. Sonuç olarak insanlar imkânlar var oldukça O’na minnettar olacaklarını, alınca da buna hakkının bulunduğunu bilmiş olacaklardır.
[Belaya Mâruz Kalma]
Âyette yer alan “korku” iki şekilde olabilir: Kulluğun yerine getirilmesi açısından korku, meselâ düşmanla cihâd ve savaşma emri gibi, bir de kullukla ilgisi bulunmayan korku. Açlığın ibadet niteliğinde olması da mümkündür, oruç gibi. Bir de kıtlık zamanı çekilen açlık gibi bir musîbet olabilir, Mekkeliler’in senelerce çektikleri kıtlık musîbeti gibi. Mallardan zayiat verdirme meâlindeki ifade de aynı şekilde zekât ve sadaka vermekle insanların imtihan edilmesi olabileceği gibi malın kendisinin telef olması da olabilir. Yine canların eksiltilmesi de sözünü ettiğim iki şekilde anlaşılabilir, ürünler ifadesi de aynıdır. Ayrıca sınamanın sadece bu sayılan şeylerle olacağı anlaşılmamalıdır. Zira insanlar O’nun kulları olup tümünü her türlü yöntemle sınama hakkına sahiptir. Fakat âyetin burada söylemek istediği biraz önce de belirttiğimiz gibi yok olmak üzere her şey yaratıldığına göre zikredilenlerin bir kısmı aynı konumdadır, tâ ki bu tür kayıplar insanlara ağır gelmesin. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.
"Şunu bilin ki biraz korku ile sizi imtihana tâbi tutacağız." Allah onları zaten bildiği bir sonuca rağmen imtihan etmektedir; tâ ki bildiği şeyin emir-nehiy çerçevesinde ve sınav konumunda gerçekleşsin. Bu, zaten bildiği bir şeyi sorması gibidir. Ayrıca duyulur âlemde gizli şeylerin ortaya çıkarılması için uygulanacak imtihan emir ve nehiy şeklinde olur; sınavı yapana hiçbir şey gizli kalmadığı halde imtihan yöntemi emir ve nehiy biçiminde belirlenmiştir. Aslında durum, “Gizliyi de aşikâreyi de bilendir”{el-En‘âm 6/73} meâlindeki beyanda belirtildiği gibi olmakla birlikte duyular ötesini (gayb) duyu âlemi konumuna getirmesi O’nun için mümkündür. Böylece sınav duyular dâhilinde cereyan etmiştir, tâ ki Allah’ın duyu ötesine dair olan bilgisi duyular dünyasında ortaya çıkmış olsun, çünkü O, ezelde bunun bilgisiyle nitelendirilmiştir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Kul sahip olduğu her türlü imkân ve esenliğiyle birlikte gerçekte Allah’a aittir. Ancak Allah lütuf ve keremiyle kullarına isteme ve emretme hakkı olmayan biri gibi muamele etmektedir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır.” {et-Tevbe 9/111} “Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin.” {el-Müzzemmil 73/20}. Amaç bunun insanlara daha hoş gelmesini ve kendilerinden istediği harcamayı daha istekli bir biçimde gerçekleştirmelerini sağlamaktır; aslında karşılığında bir şey vaad etmeden bütün bunları kendilerinden istemesi de câizdir. Azîz ve celîl olan Allah’ın sayılan şeylerle, “Sizi imtihana tâbi tutacağız” meâlindeki beyanı, O’nun, kendilerinden satın alma vaadinde ve harcama yapmaları talebinde büyük mükâfat ve bedel vereceğini bilmeleri içindir. Böylece istenilen şeyleri yapmaları onlara daha kolay gelir ve gönülleri hoş olur. Yahut da Allah’ın işin başlangıcında belirtilen şeylerle kendilerini sınayacağını haber vermesi morallerini güçlü tutmaları, gönüllerinin sıkılmaması ve sınava tâbi tutulduklarında sızlanmamaları hikmetine bağlıdır. Aslında insanın tabiatına aykırı olan her şey böyledir. Ona alıştırıldığı ve gelişinden önce zorluğu haber verildiği takdirde, bilmeden gelmesi durumuna göre onu daha hafif ve daha kolay karşılar. Şu da var ki bu tür sıkıntılarda insanların kalbinde olayları bazı yaratıklara nispet etme ve onları uğursuz sayma temayülü vardır. Bu sebeple Allah sözü edilen konuda önceden beyanda bulunmuştur, tâ ki insanlar meydana gelecek şeylerin O’nun bir planlamasının sonucu olduğunu bilsinler; şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: “Yeryüzünde vuku bulan veya sizin başınıza gelen bir musîbet yoktur ki onu yaratmadan önce bir kitapta bulunmuş olmasın”{el-Hadid 57/22}. Cenâb-ı Hak, musîbetlerin önceden insanlar hakkında yazıldığını bildirmiştir ki moralleri güçlensin ve gönülleri huzur bulsun.
İnsanların Allah tarafından imtihana tâbi tutulması konusunda hareket noktası şudur ki Kur’ân’da sınav konusu olarak zikredilen hayır ve şer türünden her şey gerçekte kulun hakkı olmayıp Allah’ın nimet ve lütuf eseridir. Cenâb-ı Hak, insanı sonsuza kadar dünyada hayat sürmesi için yaratmamış ve ona verdiği yaşama nimetini de ebedî kılmamıştır. Buna paralel olarak lütfettiği nimetler de sonsuz değildir. Kul, yaratılışının bağlı kılındığı bu statüyü ve sahip kılındığı nimetleri bu çerçeve içinde gönülden benimsediği takdirde hayatı boyunca takip ettiği seyir kendisine münasip görünür ve gönül huzuruna kavuşur. O, mahzar kılındığı nimetlerin belli bir zamana tahsis edildiğini hiçbir şekilde unutmaz. Şunu da hatırlatmak gerekir ki insana lütfedilen nimetler aslında kendisine değil başkasına, yani Allah’a aittir. Bu sebeple ondan alınan nimet gerçekte başkasına ait bir şeydir. Gerçi azîz ve celîl olan Allah lütfettiği nimetleri zaman zaman sınav amacıyla kulundan almakta ve bunu iptilâ ve musîbet diye nitelemektedir. Ancak -daha önce de değindiğim gibi- bu husûs, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına yönelik muamelesinde onların hak sahibi olduğu şeklindeki lütfunun bir tecellisidir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
'Biraz korku ve açlık ile...' Devamı ile birlikte bu ifadede yer alan her bir ünitede “şey” (شئ) kelimesi var kabul edilir, çünkü bunların her biri âyetin geçen kısmına atıf konumundadır; bir bakıma Allah şöyle buyurmaktadır: Biraz korku, biraz açlık... Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Cenâb-ı Hakk’ın âyette haber verdiği imtihan iki şekilde gerçekleşir. Birincisi, (düşmanla savaşmak gibi) ibadet konumunda bulunan korku vb. şeylerle sınava tâbi tutmasıdır. İkincisi, ibadet konumunda olmayan bir husûsla imtihan etmesidir. Bu da içinde korku unsuru bulunan cihâtla yahut da kendisine isabet edecek hastalık ve yorgunluk türleriyle onu imtihana çekmesidir, kul bu durumda kendi hayatından endişe eder. Açlık yoluyla... Bu sınav türü Allah Teâlâ’nın kulunu bir nevi açlık özelliği taşıyan oruç, geçim darlığı veya pahalılıkla imtihan edişidir. Mallardan zayiat; bu, cihâd, hac, zekât ve servetler için tahakkuk ettirilen diğer mükellefiyetler yoluyla olabileceği gibi, ticaret hayatında iflâsa mâruz kalmak, ayrıca geçimini sağlama sırasında ortaya çıkan sıkıntılar yoluyla da olur. Canlardan zayiat; sınavın bu türü cihâd ve düşmanla savaşma şeklinde gerçekleşmesinin yanı sıra çeşitli hastalıklarla da vuku bulabilir. Ürünlerden zayiat; böylesi yağmurun az olması, iş ve el becerisinin yetersizliği yahut da cihâd ve hac gibi sebeplerle memleketinden uzak kalınması yollarıyla gerçekleşebilir. Yüce Allah, tefsirini yapmakta olduğumuz âyette biraz önce değindiğimiz husûslardan hepsi değil bir kısmı ile insanları sınava tâbi tutacağını haber vermiştir. Bu husûs azîz ve celîl olan Allah’ın imtihanda kullarının bütün çıkış yollarını kapamadığını göstermektedir, aksine sözü edilen nimetlerin her birine -eksik veya zor konumunda da olsa- ulaşabilmek için bir yol açmıştır.Benzer şekilde Allah Teâlâ sınav konusu olan bütün fiilleri ve bu sınava tâbi tutulan bütün insanları korku ile ümit arasında bulundurmuştur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Şimdi, Allah Teâlâ’nın, kullarını sınava tâbi tutma hakkı bulunmasına rağmen onlar için büyük bir müjde ve bol bir mükâfat üslûbu kullanmıştır. Böylesi bir mükâfat vermek, imtihan ettiği kimseler üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan kimse için tabii ise de her şeyin ve her hakkın kendisine ait bulunduğu bir varlık için ne büyük lütufkârlıktır! O şöyle buyurmuştur: "Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele. Ardından da sabredenleri şöyle nitelemiştir: Onlar ki başlarına bir musîbet gelince, Hepimiz Allah’ın kullarıyız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız." {Bakara 156} demenin bilincini taşırlar. Bu âyet-i kerîmede Allah, musîbetin gelmesi halinde kuluna tevhid inancına sığınıp dayanmasının yolunu göstermiştir, çünkü tevhidin özü bu ifadenin içindedir. Sözü edilen ifadede (istircâ) kulun, Allah’ın verdiği hükümde kendisine özgü bir tedbir ve çözüm şeklinin olmayacağının dile getirilişi vardır. Yine bu ifadede kulun, kendi varlığını ve buna ait olan her şeyi dilediği gibi tasarrufta bulunması için Allah’a teslim edişi vardır.
"Hepimiz Allah’ın kullarıyız." Sabreden kullar adına Allah sanki şöyle demektedir: "Aslında bizim kendimize ait olmayan husûslarda herhangi bir hükme varıp tasarrufta bulunmaya hakkımız yoktur, her zaman geçerli olan kurala göre bütün mülkiyetlerde hüküm verme ve tasarrufta bulunma yetkisi sahiplerine aittir. Böyle bir teslimiyetledir ki kul, kendi nefsini, sızlanmaktan korumaya ve onu (aslında iyi olan) hoşlanmadığı şeylere sevk etmeye muktedir olur."
"Ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız." Bir bakıma şöyle demektedir: Dönüşümüz O’na olacağına göre bunun herkesin bir anda ya da yavaş yavaş ve gruplar halinde gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Hatta parça parça olması bizim için bir nimettir, hepimizi değil bir kısmımızı yanına almayı kabul etmesi engin lütfunun eseridir. Âyetin bu kısmında yer alan teslimiyet (istircâ) ifadesinde kişiye akıbetini hatırlatma unsuru vardır, tâ ki o, ebedî karargâhında mutluluğunun temel unsurunu teşkil eden husûslardan bir kısmını şu anda hazırlayıp göndermiş biri gibi olsun. (Ölüm yoluyla gerçekleşen) bu fiilî haber amacına ulaşmıştır. Bilindiği gibi dünyada iken âhirete yönelik bu hazırlık, insanın psikolojik muhtevası ve gönül huzuru açısından, bütün mutluluk vesilelerinin dünyaya münhasır kalmasından daha iyidir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Hülâsa, içinde yaşadığımız dünya sürüp gitmesi için yaratılmamış, fakat insanın, âhireti kazanmasına vesile olması için var edilmiştir. Allah dünyadaki her şeyi iğreti ve sonlu kılmıştır ki kul bu sayede sonsuzu ve sürekliyi elde etmiş olsun. Bunun izahı şudur ki her insanın, eline geçirdiği imkân konusundaki temel görevi, o şeyin yaratılış gayesini görmesi ve uğrunda çaba sarfetme hedefini belirlemesidir. Kişi bu takdirde yaptığı ticaretten doruk noktasında kâr ettiğinin bilincine ulaşır ve fâniyi verip bâki olan şeye sahip olduğunu anlar. Şu da var ki dünyadaki her şey sona erme ve yok olma âfetine mâruzdur. Dolayısıyla Allah’a teslim olan kişi âfete mâruz olanı olmayanla değiştirmiş bulunur. Bu amaçla mâruz kalacağı sıkıntıları bir büyük plan dahilinde musîbet saymaması gerekir. Aksine bunlar sevincin en üst mertebesini ve menfaatin en doruk noktasını teşkil eder. Ne var ki insan türü, her çeşit elemden nefret eden ve aslında herkesin uzaklaşmak şöyle dursun arzu edeceği sonuçlardan habersiz bir tabiata sahip kılınmıştır. Yardım istenecek olan yalnız Allah’tır.
Allah Teâlâ Peygamber’ine ﷺ imtihana tâbi tuttuğu kullarından karşılaştıkları belâlara sabredenleri, sıkıntılardan dolayı sızlanmayıp “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci‘ûn” (انّا للّٰه وانّا اليه راجعون) diyenleri müjdelemesini emretmiştir. Çünkü bu ifadede azîz ve celîl olan Allah’ın birliğini ve öldükten sonraki dirilmeyi kabul ediş vardır.
İbn Abbâs’tan (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Allah, bir musîbete uğrayıp da “innâ lillâh ve innâ ileyhi râci‘ûn” (انّا للّٰه وانّا اليه راجعون) diyen kimsenin sıkıntısını giderir, akıbetini hayırlı kılar ve kaybettiği kimsenin yerine memnûn kalacağı hayırlı birini lütfeder”{Heysemi, Mecma'u'z-zevaid, I,330-331}.
Sabır, kaybettiği şeyden ötürü nefsi sızlanmadan alıkoymaktır. Zaten kaybolanın tamamı azîz ve celîl olan Allah’a ait olup insanlar nezdinde emanet konumundadır. Başkasının olan bir şeyin elden çıkmasına feryat etmenin de bir anlamı yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğuna bakmaz mısın: “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği nimetlerden dolayı şımarmayasınız diye.”{el-Hadid 57/23} Allah bu beyanı ile elimizden çıkan şeye üzülmemizi yasaklamıştır, çünkü gerçekte o bize ait değildir. Bunun yanında lütfettiği imkânlardan ötürü de şımarmamızı yasaklamıştır, bunlar da hakikatte bize ait değil başkasınındır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
[Tevilat'ül Kur'an, Maturidi, Bakara Suresi-155-156]
Neyi kutluyorsunuz?
Yılbaşı nedir? Neyi kutluyorsunuz arkadaş? Ömrünüzden dökülen bir takvim yaprağı mı, bir daha asla geriye gelmeyecek günleri mi kutluyorsunuz? Neyi kutluyorsunuz? Ölüme adım adım yaklaşıyorsun, sana yazılan günler bir bir eksiliyor. Hesap vereceğin vakit yaklaşıyor. Bu pervasızca gösteriş ne diye? Dünyanın pek çok yerinde zulüm ve savaşlar varken, nedir bu vurdumduymazlık? Binlerce insan evlerinden ve yurtlarından sürülmüş, barakalara, çadırlarlara mahkum edilmişken neyi kutluyorsunuz? Dünyanın pek çok yerinde açlık ve fakirlik içinde yaşayanlar, hayatlarının geri kalanlarında üzüntü ve endişe içindeyken, nedir sendeki bu kadar neşe? Havai fişekler havalarda süzülürken, yetimlerin üzerinde patlayan binlerce bomba hiç mi aklına gelmiyor? Binlerce çocuk, açlık sınırında gezinirken, nedir bu şatafatlı sofraların hali? Bu nasıl inanmışlık, bu nasıl kardeşlik?
Bugünün ne farkı var dünden veya yarından? Ne anlamsız bir saçmalık bu? Kapitalist dünya, ruhunu satın almış, görmüyorsun. Şeytan, bütün duygularını yok etmiş bilmiyorsun. Eğlencenin ve hazzın esiri olmuşsun farkında bile değilsin. İnsan, biraz durur ve düşünür, "bu yolun sonu nereye çıkıyor" diye muhasebe yapar. İnsan içinde olduğu durumun farkına vararak silkelenir, kendine çeki düzen verir. Başkalarına nispet edercesine pervasızca eğlenmez, eğlenemez. Cenazenin olduğu ortamda düğün yapılmaz. İslam inancında olmayan bu merasim ve kutlama geleneği, Müslümanların gözüne sokarcasına sokaklarda, meydanlarda yaşanmaz. Allah'ın haram kıldığı içkiler, fuhuş ve kumar gibi şeytan işi pislikler, büyük umusamazlıklar içinde yapılmaz. Müslüman mahallesinde, salyangoz satılmaz.
Neden başka milletlere benzemeye bu kadar hevesliyiz, bunu hiç anlamıyorum. Bu aşağılık kompleksi ne zaman son bulacak merak ediyorum. Esasında bizden gibi görünüp de bizden ayrı olan münafıklara, başka dinden olanlara ve hiç inanmayan kafirlere sözüm yok; onlar Allah'a verecekleri cevaplarını kendileri hazırlasınlar. Onlarla uğraşacak artık vaktimiz yok. Dünya hayatı kısa bir zaman, nasıl olsa sonunda dönüş Allah'a olacaktır. Benim derdim, müslümanlarda. Kendi aslını kaybetmiş müslümanlarda.
İnandığımız şeyleri yaşantımıza sokabilmek çok mu zor? "İnandık ve teslim olduk" dedikten sonra Allah'a yönelmek, onun emir ve yasaklarına boyun eğmek bu kadar mı ağır geliyor insana? Neden bir özenti içindeyiz, Neden hep bir eziklik duygusu yaşıyoruz? Neden Allah'a savaş açmış olarak, Şeytan'ın bir oyuncağı olmak için çırpınıp duruyoruz? Yarın pişmanlık duyacağımız davranışlara girişirken, günahlara adım atarken neden çok cesuruz?
Durup düşünelim. Özümüze dönelim. Yaratan Allah affedicidir, zararın neresinden dönülürse kardır. Hatada ısrarcı olmayalım. Tevbe edelim ve kurtuluşa erenlerden olalım. İslam ile tanışmamış çoğu milletlerde, bir İslami uyanış ve bakış açısı başlamışken, insanlar akın akın Müslüman olmaya devam ederken, Ey hali hazırda Müslüman dünyası! gözlerimiz Hakka kapanıyor ve batıla meylediyor farkında mısın? Kendimizi toplayalım. Bu çıkmaz yolun sonunda tehlike var. Maalesef gözümüz kapandı, uçurumdan aşağı hızla gidiyoruz Allah, basiretimizi açsın ve bizi Hak yoluna tekrar kavuştursun ve bir an bile ayırmasın.(Amin)
Kadir PANCAR
31/12/2023
Allah, onlara "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar. Onlar da "Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor” derler. Allah buyurur: “Pek kısa bir süre kaldınız; keşke bunu dünyada iken bilmiş olsaydınız! Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, şerefli ve yüce Arş’ın Rabbidir. (Mü’minûn Suresi 112-116)
Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki:“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa ondandır" (Ebû Dâvûd, Libâs, 4031) ;(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2-50)
***
"Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin hareket ve davranışlarına kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına tıpa tıp muhakkak uyacaksınız. Hatta onlar, daracık bir keler deliğine girseler oraya siz de gireceksiniz. Orada bulunanlar; "Ey Allah'ın Resûlü! (O kimseler) Yahudiler, ve Hıristiyanlar mı?" diye sordular. Resûlullah (ﷺ): "Bunlar değilse kimler olur?" buyurdular." [İbn Mace, Sünen, 3994]
Es-Subhu Beda
Abdullah b. Revâha, Hazrec kabilesinin Benî Hâris kolundandır. Hem Câhiliye hem İslâm dönemini görmüş, şiirini Hz. Peygamber’i ve İslâm’ı savunmak için kullanmıştır. Hz. Peygamber onun hakkında “Şiirleri müşrikler üzerinde oklardan daha etkilidir” diyerek şairliğini, “Kardeşiniz bâtıl söz söylemez” diyerek de dürüstlüğünü övmüştür. Okuma yazma bilen, cesur, zâhid ve takvâ sahibi bir sahâbî olan Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber’in kâtipleri arasında yer almış, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber savaşlarına ve Hudeybiye ile Umretü’l-kazâ seferlerine katılmıştır. Mûte Savaşı’nda Zeyd b. Hârise ve Ca‘fer b. Ebû Tâlib’ten sonra sancağı alarak savaşmış ve şehit olmuştur (629). Şiirleri sade bir dille yazılmış olup, müşrikleri inkâr ve küfürlerinden dolayı eleştirir. Müstakil bir divanı olmamakla birlikte, şiirleri çeşitli siyer ve tabakat kitaplarında yer alır. Velîd Kassâb bunları Dîvânü ʿAbdillâh b. Revâḥa adıyla derlemiştir.
Ticaretin Çürüyen vicdanı, "Kapitalizm Esnaflığı"
Ticaret, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, gelir elde etmek veya kazanç sağlamak amacıyla mal ve hizmetlerin değiş tokuş edilmesi veya bir bedel karşılığında satılması sürecidir. Ticaret, sadece ekonomik bir faaliyet değil; aynı zamanda insanlar arasında kültür ve bilgi aktarımı ve toplumların birbiriyle etkileşim biçimidir. Ticaret, toplum ekonomisinin temel taşı olduğu kadar, insanların birbirine karşı güven ilişkilerinin inşa edildiği, ahlaki ve vicdani sorumlulukları taşıyan bir alandır. İslam’da ticaret; sadece kar amaçlı bir faaliyet değil aynı zamanda ahlâkî ve sosyal sorumluluk taşıyan, helal ve haram dairesi bulunan bir ibadet niteliğindedir. Yani Müslüman tüccar, sadece zenginleşmek için değil, toplumun refahına ve adaletine katkıda bulunmak, insanların ihtiyaçlarını temin ederek Allah'ın rızasını kazanmak, insanların huzur ve refahına katkıda bulunmak için ticaret yapar. Bu davranışlar, İslam'ın tüccara yüklediği ahlaki bir sorumluluktur.
Ticaretin doğası gereği içerisinde para, servet, güç, ve menfaatler bulunur. Bu ticari ortamda ahlaki
denge ve sorumluluklar kaybolduğunda, toplumsal düzende bozulma meydana
gelerek ahlaki çöküntü ve huzursuzluklar oluşmaya başlar. Son
yıllarda, ticaretin doğasında fıtri olarak bulunan bu ahlaki değerler
giderek yok olmuş; aldatıcı reklamlar, düşük kaliteli ürünler, gramaj ve
ölçü hileleri, yüksek fiyat manipülasyonları, stok manipülasyonları,
karaborsa, dolandırıcılık ve tağşiş gibi haksız kazanç elde etme
yöntemleri giderek yayılmıştır. Ticaret ahlakının kaybolmaya
başlamasıyla birlikte, insanlar arasında güven
sorunları ortaya çıkmış ve ticaretin vicdanî sorumluluğu
unutulduğundan, menfaat ve servet düşkünü insanlar topluma yayılmıştır. Bu durum yeni bir vakıa değildir. Tarihin her döneminde karşılaşılan
bu tür ticari ahlaki çöküşlerin olması, toplumlarda vicdanları rahatsız etmiş ve toplum genelinde huzursuzluklara yol
açmıştır. Geçmişte pek çok kavim, ticari menfaatlerin esiri oldukları
için toplumsal kargaşa ve adaletsizlik sebebiyle yıkılıp gitmişlerdir. Fani dünyaya aldanan milletlerin hazin sonu maalesef böyledir. Günümüzde fırsatçı, sömürücü, çalışanı ezen, insanları aldatan, zengini daha zengin fakiri de perişan eden hileli ve bozguncu ticari davranışlarla dolu, paranın ilahlaştırıldığı ahlâksız kapitalist düzen, toplumları benzer bir tehlikeye doğru sürüklemeye başlamıştır. Tarih boyunca nice kavim ve toplumların ticaret ahlâkının bozulması nedeniyle uğradığı felaketler gibi, bugün de benzer bir tehlike ile karşılaşmış bulunuyoruz. İnsanlık bu gidişata dur demediği takdirde, toplumlar yalnızca ekonomik olarak sarsılmakla kalmayacak, ahlâkî ve sosyal bir çöküşle de yüzleşmek zorunda kalacaklardır.
Markette, pazarda, her türlü alışverişte sürekli karşılaştığımız bozuk ticaret ahlakı karşısında, toplum vicdanımızın sesini bu yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum. Her geçen gün daha farklı şekillerde şahit olduğumuz ticari ahlak yoksunluğunu, örnekler eşliğinde izah ederek kapsamlı bir değerlendirme yapmak istiyorum. Burada anlatılan bozuk davranışlar, bir genelleme olmayıp dürüst esnaf ve tacirlerimizi konudan bağımsız tenzih ederek, kapitalist ahlak/sistem eleştirisi sunmaya çalışacağım. Ticari ahlâkın hızla zedelenmeye başladığı, toplumsal ahlak ve vicdanın geri plana itildiği ve menfaat hırsının her şeyin önüne geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Ne yazık ki, fırsatçılık, hilekârlık, sömürü ve adaletsizlik gibi davranışlar çağımızda yayılmış, toplumlar tarafından da yadırganması gerekirken normal görülerek kanıksanmıştır. Günümüzde aldatıcı reklamlar, düşük kaliteli ürünlerin yüksek fiyatlarla satılması, stok manipülasyonları ve tağşiş gibi ticaret ahlakı ile bağdaşmayan uygulamalar, özde kapitalizmi ve sömürü düzenini besleyen uygulamalardır. Bu haksız kazanç uygulamaları, maalesef giderek toplumumuzda yayılmakta ve böylece toplumun ahlaki çürümüşlüğü de böylece hızlanmaktadır. Haksız kazanç ve bozuk ticaret anlayışını belli başlıklar halinde zikrederek bu uygulamaları ticaretin çürüyen vicdanıyla beraber izah etmeye çalışalım:
Nazar ve Sihirden Korunma Ayetleri
Nazarın mahiyeti ve nasıl olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri kabul edilmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnkâr edenler Kur’ân’ı dinlediklerinde, neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi.” (el-Kalem, 68/51-52) buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Göz değmesi (nazar) haktır.” (Buhârî, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41) buyurmuş ve yüzünde sarılık gördüğü biri için; “Bunun için dua edin, çünkü kendisinde nazar vardır.” (Buhârî, Tıb, 35; Müslim, Selâm, 59) demiştir.
Resûlullah’ın (s.a.s.) nazar değmesine karşı Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini okuduğu; ashâbına da bunları okumalarını tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir. (Tirmizî, Tıb, 16; Nesâî, İsti‘âze, 37) Bunların yanında büyüye ve nazara karşı birden fazla dua ve ayet okunabilir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i nazar ve benzeri olumsuzluklardan korumak için onlara şu duayı okurdu: أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ. “Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10) Yine Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Kim hoşuna giden bir şey görür de; ‘Mâşâallah lâ kuvvete illâ billâh’ (Allah’ın dilediği olur. Ondan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur) derse, ona hiçbir şey zarar vermez.” (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, 6/212-213) buyurmuştur. [Diyanet/Din İşleri Yüksek Kurulu 12.07.2017]
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ
(Fatiha Suresi 1-7)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ٭ اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ٭ مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ ٭ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ٭ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ٭ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ٭ اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ٭ مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ ٭ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ٭ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ٭ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ٭
(Bakara Suresi 1-5)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓمٓۚ ٭ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ ٭ اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ ٭ وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ ٭ اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ٭
(Bakara Suresi 255)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَللّٰهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ٭
(Kâfirûn Suresi 1-6)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْكَافِرُونَۙ ٭ لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ ٭ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ ٭ وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ ٭ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ ٭ لَكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ٭
(İhlas Suresi 1-4)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ٭ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ٭ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ ٭ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ٭
(Felak Suresi 1-5)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ ٭ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَاحَسَدَ ٭
(Nas Suresi 1-6)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ ٭ مَلِكِ النَّاسِۙ ٭ اِلٰهِ النَّاسِۙ ٭ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ ٭ اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ ٭ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ٭
(Kalem Suresi 51-52)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَكَادُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌۢ ٭ وَمَا هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ٭
(Sâd Suresi 41)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓمٓۚ ٭ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ ٭ اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ ٭ وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ ٭ اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ٭
(Bakara Suresi 255)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَللّٰهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ٭
(Kâfirûn Suresi 1-6)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْكَافِرُونَۙ ٭ لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ ٭ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ ٭ وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ ٭ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ ٭ لَكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ٭
(İhlas Suresi 1-4)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ٭ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ٭ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ ٭ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ٭
(Felak Suresi 1-5)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ ٭ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ ٭ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَاحَسَدَ ٭
(Nas Suresi 1-6)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ ٭ مَلِكِ النَّاسِۙ ٭ اِلٰهِ النَّاسِۙ ٭ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ ٭ اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ ٭ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ٭
(Kalem Suresi 51-52)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَكَادُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌۢ ٭ وَمَا هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ٭
(Sâd Suresi 41)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَىٰ رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ
(Bakara Suresi 285-286)
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ
(Fetih Suresi 27-28)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَقِّۚ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ اٰمِن۪ينَۙ مُحَلِّق۪ينَ رُؤُ۫سَكُمْ وَمُقَصِّر۪ينَۙ لَا تَخَافُونَۜ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحاً قَر۪يباً ٭ هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداًۜ٭
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ
(Fetih Suresi 27-28)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَقِّۚ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ اٰمِن۪ينَۙ مُحَلِّق۪ينَ رُؤُ۫سَكُمْ وَمُقَصِّر۪ينَۙ لَا تَخَافُونَۜ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحاً قَر۪يباً ٭ هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداًۜ٭
(Fetih Suresi 29)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً٭
(Al-i İmran Suresi 19)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
(Tevbe Suresi 128)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ٭ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ٭ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ٭
(Haşr Suresi 21-24)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعاً مُتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ٭ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ٭ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٭ هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّـحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعاً مُتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ٭ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ٭ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٭ هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّـحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
(Yunus Suresi 81)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قَالَ مُوسٰى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَيُبْطِلُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِد۪ينَ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قَالَ مُوسٰى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَيُبْطِلُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِد۪ينَ
(Hadid Suresi 1-3)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ٭ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ٭ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ٭
(En'am Suresi 17)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۜ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۜ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ٭
(Yunus Suresi 107)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ٭
(Hud Suresi 56)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ٭
(Rum Suresi 18)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِياًّ وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِياًّ وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ٭
(Tevbe Suresi 51)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ لَنْ يُص۪يبَنَٓا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَاۚ هُوَ مَوْلٰينَاۚ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ لَنْ يُص۪يبَنَٓا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَاۚ هُوَ مَوْلٰينَاۚ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
(Fatır Suresi 2)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَاۚ وَمَا يُمْسِكْۙ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَاۚ وَمَا يُمْسِكْۙ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ٭
(Buruc Suresi 19-22)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بَلِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي تَكْذ۪يبٍۙ ٭ وَاللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُح۪يطٌۚ ٭ بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ٭ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بَلِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي تَكْذ۪يبٍۙ ٭ وَاللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُح۪يطٌۚ ٭ بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ٭ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ
(Cin Suresi 1-3)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اُو۫حِيَ اِلَيَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ فَقَالُٓوا اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰناً عَجَباًۙ ٭ يَهْد۪ٓي اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّا بِه۪ۜ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَٓا اَحَداًۙ ٭ وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اُو۫حِيَ اِلَيَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ فَقَالُٓوا اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰناً عَجَباًۙ ٭ يَهْد۪ٓي اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّا بِه۪ۜ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَٓا اَحَداًۙ ٭ وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ
(Mü'minin Suresi 116)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ ۖ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ ۖ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ
(Rahman Suresi 33-36)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا ۚ لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ ٭ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ٭ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِۚ ٭ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ٭
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا ۚ لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ ٭ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ٭ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِۚ ٭ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ٭
(Saffat Suresi 180-182)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَۚ ٭ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَۚ ٭ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ٭
بِسْمِ اللَّهِ الَّذِى لاَ يَضُرّ ُ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلاَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمْ
Şifa ayet ve duaları
Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla her türlü tedbiri aldıktan sonra dua etmek gerekir. Hastalıklardan şifa bulmak amacıyla aşağıdaki ayet ve dualar samimi bir niyetle ihlas ile okunmalı ve ardından dua edilmelidir.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
"Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm."
"Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm."
Anlamı: "Kovulmuş Şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla"
استغفر الله العظيم وأتوب إليه
"Estağfirullah el-azîm ve etûbu ileyh"
"Estağfirullah el-azîm ve etûbu ileyh"
Anlamı: "Allâh'tan mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim"
“اللهمّ صلِّ على سيّدنا محمّد وعلى آل سيّدنا محمّد”
"Allahümme salli âlâ seyyidina muhammedin ve âlâ ali seyyidina muhammed "
"Allahümme salli âlâ seyyidina muhammedin ve âlâ ali seyyidina muhammed "
Anlamı: "Allahım Peygamberimiz Hz.Muhammed'e ve aline (evladu iyaline) salatu selam ve esenlikler eyle) "
{ بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِیمِ (1) ٱلۡحَمۡدُ لِلَّهِ رَبِّ ٱلۡعَـٰلَمِینَ (2) ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِیمِ (3) مَـٰلِكِ یَوۡمِ ٱلدِّینِ (4) إِیَّاكَ نَعۡبُدُ وَإِیَّاكَ نَسۡتَعِینُ (5) ٱهۡدِنَا ٱلصِّرَ ٰطَ ٱلۡمُسۡتَقِیمَ (6) صِرَ ٰطَ ٱلَّذِینَ أَنۡعَمۡتَ عَلَیۡهِمۡ غَیۡرِ ٱلۡمَغۡضُوبِ عَلَیۡهِمۡ وَلَا ٱلضَّاۤلِّینَ (7) }
"Elhamdulillâhi rabbil'alemin, Errahmânir'rahim, Mâliki yevmiddin, İyyâke na'budu Ve iyyâke neste'în, İhdinessirâtal mustakîm, Sirâtallezine en'amte aleyhim Ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn." (Amin)
"Elhamdulillâhi rabbil'alemin, Errahmânir'rahim, Mâliki yevmiddin, İyyâke na'budu Ve iyyâke neste'în, İhdinessirâtal mustakîm, Sirâtallezine en'amte aleyhim Ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn." (Amin)
Anlamı: "1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. 2,3,4- Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. 5- (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. 6,7- Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil."
[İhlâs suresi: 1-4]
{ قُلۡ هُوَ ٱللَّهُ أَحَدٌ (1) ٱللَّهُ ٱلصَّمَدُ (2) لَمۡ یَلِدۡ وَلَمۡ یُولَدۡ (3) وَلَمۡ یَكُن لَّهُۥ كُفُوًا أَحَدُۢ (4) }
"Kul hüvellâhü ehad, Allâhüssamed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekün lehû küfüven ehad."
"Kul hüvellâhü ehad, Allâhüssamed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekün lehû küfüven ehad."
Anlamı: "1-De ki: O Allah birdir. 2- Allah samed (her şey O’na muhtaç, O kimseye muhtaç değil)’dir. 3- O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 4- Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. "
[Felak suresi: 1-5]
{ قُلۡ أَعُوذُ بِرَبِّ ٱلۡفَلَقِ (1) مِن شَرِّ مَا خَلَقَ (2) وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ (3) وَمِن شَرِّ ٱلنَّفَّـٰثَـٰتِ فِی ٱلۡعُقَدِ (4) وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ (5) }
"1-Kul e'ûzü birabbil felak 2- Min şerri mâ halak 3- Ve min şerri ğasikın izâ vekab4- Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad 5- Ve min şerri hâsidin izâ hased"
"1-Kul e'ûzü birabbil felak 2- Min şerri mâ halak 3- Ve min şerri ğasikın izâ vekab4- Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad 5- Ve min şerri hâsidin izâ hased"
Anlamı: "1-De ki: ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe sığınırım, 2- Yarattığı şeylerin şerrinden, 3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, 4- Düğümlere üfleyenlerin şerrinden, 5- Ve hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden. (Allah’a sığınırım)."
[Nâs suresi: 1-6]
{ قُلۡ أَعُوذُ بِرَبِّ ٱلنَّاسِ (1) مَلِكِ ٱلنَّاسِ (2) إِلَـٰهِ ٱلنَّاسِ (3) مِن شَرِّ ٱلۡوَسۡوَاسِ ٱلۡخَنَّاسِ (4) ٱلَّذِی یُوَسۡوِسُ فِی صُدُورِ ٱلنَّاسِ (5) مِنَ ٱلۡجِنَّةِ وَٱلنَّاسِ (6) }
"1- Kul e'ûzü birabbinnâs 2- Melikinnâs 3- İlâhinnâs 4- Min şerril vesvâsil hannâs 5- Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi 6- Minelcinneti vennâs"
Anlamı: "De ki: Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanlarn Rabbine, insanlarn Melikine, insanların İlahına sığınırım."
İslam Hilali (Cami alemleri ve Baal Boynuzu)
İslam sanatının önemli bir parçası olan cami mimarisi ve işçiliği; özellikle tezhib, hat, kubbe, minare şerefeleri ve alemleri ile kendini belli eder. Klasik cami mimarisi içinde dıştan dikkat çeken en önemli yapı; kubbe ve minaredir. Kubbelerin ve mineralerin üzerine bir işaret olarak "alem" adı verilen bakır ve kurşundan yapılma işlemeler konulur. Kubbe yapısı, diğer inanışlara ait yapılarda da sıklıkla göze çarpar. Bu nedenle özellikle Osmanlı devleti ile birlikte kubbe ve minare üzerine alem konulması yaygın hale gelmiştir. Cami alemi, üzerinde bulunduğu yapının bir İslam mabedi olduğuna bu vesile ile işaret eder. İslam dini, geleneksel manada simgesel biçimiyle hilal ile gösterilmiştir. Birçok müslüman devlet, ülke bayraklarında hilal sembolünü kullanmıştır.
Müslüman Saati, Ahmet Haşim
Ahmet Haşim, 1887 yılında Bağdat’ta doğmuştur. Babası yüksek rütbeli bir memur olan Arif Hikmet Bey, annesi ise Sara Hanım’dır. Meşhur tefsir âlimi Mahmûd El-Âlûsî, Haşim’in büyük dedesidir. Babasının görevleri nedeniyle düzensiz bir eğitim aldı ve Arapça ile Farsça öğrenmiştir. Annesinin ölümünden sonra 12 yaşında babasıyla İstanbul’a gelip Galatasaray Sultanisi’ne yatılı olarak girmiştir. Edebiyata ilgisi de burada başlamıştır. 4 Haziran 1933’te 46 yaşında vefat etmiş ve Eyüp Sultan Camii’nin yanına defnedilmiştir.
Ahmet Haşim’in bilinen ilk şiiri “Leyâl-i Aşkım”, 1901’de Mecmua-i Edebiyye’de yayımlanmıştır. İlk dönemlerinde Muallim Naci, Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’den etkilenmiştir. Galatasaray Sultanisi’nin son sınıfında Fransız sembolistlerini tanıyarak kendi şiir anlayışını geliştirmiş, erken dönem şiirlerini kitaplarına almamıştır. 1905-1908 arasında yazdığı “Şiir-i Kamer” dizisiyle dikkat çekmiştir. 1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katılan Haşim, 1907’de mezun olduktan sonra Reji İdaresi, Duyun-u Umumiye, Osmanlı Bankası ve Anadolu Demiryolu Şirketi gibi çeşitli kurumlarda memur olarak çalışmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Cephesi’nde bulundu. Daha sonra Paris (1924) ve Frankfurt (1932) seyahatlerine çıkmıştır. Hayatının sonuna kadar Sanayi-i Nefise Mektebinde mitoloji, Mülkiye Mektebinde Fransızca öğretmenliği yapmıştır. Edebî anlayışında sanatı ideolojiden bağımsız, estetik bir uğraş olarak görmüştür. Empresyonizm (izlenimcilik) ve sembolizmden etkilenmiştir. Fecr-i Ati dağıldıktan sonra da bağımsız bir sanatçı olarak kendi üslubunu sürdürmüştür. Şiirlerinde sonbahar, akşam, hüzün ve yalnızlık temaları öne çıkar; dış dünyayı kendi duygularından süzerek anlatır. Ayrıca fıkra, deneme ve gezi yazıları da kaleme almış, düz yazılarında sade ve etkileyici bir dil kullanmıştır.
Esma-ül Hüsna Anlamları
İsmin çoğulu olan esmâ ile “güzel, en güzel” anlamındaki hüsnâ
kelimelerinden oluşan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü’l-hüsnâ) terkibi naslarda
Allah’a nisbet edilen isimleri ifade eder. Kur’an-ı
Kerim’de geçen ilâhî isimler 100’den fazladır; muhtelif hadislerde
Allah’a nisbet edilen başka isimler de mevcuttur. Esmâ-i hüsnâ
terkibinin, geniş anlamıyla bunların hepsini kapsamakla birlikte terim
olarak daha çok doksan dokuz ismi içerdiği kabul edilir. Esmâ-i hüsnâ
terkibinde yer alan hüsnâ kelimesi “güzel” mânasında sıfat veya “en
güzel” anlamında ism-i tafdîl sayılmıştır.
AÇIKLAMALAR
(Çeşitli dua ve zikir kitaplarında geçen Esma'ül Hüsna ile ilgili
açıklamalar özet şeklinde verilmiştir. En doğrusunu Allah bilir)
Muhammedi Nur Penceresi
Allahü Teâlâ’ya zatının, sıfatının,esmasının ve efalinin hudutsuzluğunca, yarattığı mahlukatın nefesleri adedince, hamd olsun! Onun sevgili Resûlü, Muhammed aleyhisselâma göklerdeki yıldızların, denizlerdeki kum tanelerinin ve meleküt alemi varlıklarının adedince salât ve selâm olsun! En güzel makamlar da O’nun temiz Ehl-i beytine ve güzide Ashâbının hepsine olsun!
Allahü Teâlâ, kullarına olan merhameti sebebiyle, kullarının dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını, ferahlık bolluk içinde hayat sürmelerini dilemekle birlikte, esas mutluluk ve huzurun beka âlemi olan ahirette olacağını seçkin kulları vasıtasıyla biz insanlık zümresine bildirmiş ve yarattığı kullarının bu sayede, emir ve yasaklarına uyarak ahirette de sonsuz saadete kavuşmalarını istemiştir. Dünya hayatının sadece geçici bir heves diyarı olduğunu, bu fani âlemde, ne varsa bunların aslında insanın birer imtihan vesilesi olduğunu Yüce Mevla: “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır.” (Teğabün Suresi-15) ayeti celilesiyle insanlığa haber vermiş ve gerçek mutluluğun, ahiret âlemi ve Hz. Allah’ın zatı olduğunu Kitab-ı Mübin’de çeşitli ayetlerle tekrar etmiştir. İnsanların felahı için Zat-ı Teâla; yarattıklarını, kendisinden haberdar etmek gayesiyle mümtaz kullar seçip kullarına göndermiştir. Seçilip gönderilen eşsiz ahlak numuneleri de, insanlığı uyarmış, doğru yolu, hidayeti göstermişlerdir.
Seçilmişlerin en faziletlisi hiç şüphe yoktur ki, Muhammed Mustafa (s.a.v) efendimizdir. Çünkü o Cenab-ı Hakkın kelamı kadimi ile “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem Suresi-4) hitabı ile medh olunmuştur. “O” ulul-azam peygamberin yaşantısı sayesinde bütün yaratılmışlar; kendilerine bir önder bulmanın sevinci ile kendilerini yaratan Rablerini bilme yolunda adım adım yol almaya başlamışlardır. İşte bu vesile ile kul olmayı amaçlamış insanlar; “O” büyük Rehber-i Azamın söylediklerine muhtaç bir halde gönül deryasını şenlendirmek, hayatlarını huzura kavuşturacak biçimde tanzim etmek isterler. Bu istek, insanlığı nübüvvet penceresinden bakmaya hazır hale getirir ki, bu hal; Muhammed (s.a.v) ile bir kat daha anlam kazanarak insanı ait olduğu mekâna ve yaratanına kavuşturur.
Tüm yaratılmışlara gönderilen, tebliğ buyurduğu din ve hükümleri, kıyamete kadar devam edecek olan, yaratılmışların en faziletlisi, kâinatın efendisi, Resulü Ekrem efendimizin nur penceresinden yükselen sese kulak vermiş ehli imanın gönül ikliminde bir yolculuğa çıkarsak nice güzide meleki esintiyi hissetmiş oluruz. O büyük sultanın, vahiy sesine samimiyetle bağlanmış nice gönül erlerinin, kalp dünyalarında; muhabbet, şefkat, merhamet, uhuvvet gibi insan hayatında olmasını beklediğimiz ve özlediğimiz ahlakin en güzelini görürüz. Bu ahlak ki, Cenab-ı Hakk’ın nübüvvet nuru ile insanlara aktardığı ve Resulü Kibriya Muhammed (s.a.v) ile kemale erdirdiği, davranışlar bütünü; beşeri maddi âlemden alıp, “insan” vasfına yükseltecek eşsiz güzelliklerin toplanmış şeklidir. Bu anlamda, “Ahlak” kavramı ancak Muhammed (s.a.v) ile tam olarak istenilen manasına yükselmiş, bir kelime olarak ehli idrakin zihinlerinde yerini alır. Zihinlerdeki meleki haslet, bütün vücudu tamamen kapladığında insan, işte o zaman tam olarak “insan” olur.
Muhammedi pencereden yayılan nurlara gark olmuş, letaifleri okşayan hoş sedalara biraz kulak verdiğimiz zaman, nice güzelliklerin olduğunu hemen görürüz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanlara daima güzel ahlakı emretmiş ve kendisi de her zaman bu şekilde hareket etmiştir. “Müminler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır.” (Tirmizî, Radâ 11; Ebu Dâvud, Sünnet 16) sözüyle güzel ahlaklı olmanın önemini, insanların adeta kalplere nakşetmiştir. Merhamet ve şefkat hakkında tüm zamanlarda etkisini hissettirecek “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Müslim, Fedail: 15) veciz sözüyle, peygamber efendimiz (s.a.v) kendisinin rahmet peygamberi olduğuna işaret gösterip, bu ilahi esintiye kulak verenlerin de, kendisi gibi merhamet ve şefkat abidesi olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Kardeşlik ve iyilik hususunda O cihan güneşi: “Mümin, mümine karşı, parçaları birbirine destek olan bir bina gibidir.” (Müslim, Birr ve Sıla: 17; Buhârî, Edeb: 34) buyurarak vahiy perdesinden yayılan esintileri, bizlere duyurmanın yanında her Müslümanın aralarında tefrikaya düşmeden, daima birbirlerine destekte bulunmasının elzem olduğunu belirtmiştir. İki kişinin aralarındaki münasebetlerde dargınlığa meydan vermemek için o kutlu peygamber: “Müslümanın, Müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.” (Buhârî, Edeb: 62; Müslim, Birr ve Sıla: 8) Buyurarak tüm kırgınlıkların önüne geçecek ikazını yapmıştır. Daha buna benzer pek çok ilahi güzellikleri insanlığa tebliğ eden peygamberler peygamberi, dünyadan hiçbir şey beklemeden sadece insanlığın kurtuluşunu murad etmiştir.
Muhammedi Ruh penceresi insanlara kardeşliği, vahdeti simgeler ve insanlar iki cihan peygamberinin (s.a.v)’in kemalatı ve tebliğleri ile hakikat nurunu içlerine teneffüs ederler. Muhammedi pencereden bakanlar, iç dünyalarında tarifsiz güzellikleri fark ederler. Bu pencere Nur’a açılır ve “Nur” o pencereden süzülür. İnsanlar cömertlik, dürüstlük ve eminlik gibi güzel vasıfları, bu pencereden yayılan Aşk-ı Nur ile gönüllerinde hissederler. Doğruluk, kardeşlik ve muhabbet o pencere yardımıyla insanlara yayılır. İnsanlar şefkat ve merhameti “Üsve-i Hasene” olan Muhammedi temelden görürler ve gördüklerini de hayatlarına bir nakkaş gibi işlerler . Bu nakış; âlemi ervahtan âlemi dünyaya bir ziyaret, niyaz içinde olunan Saadet-i Dareyn’e bir gönül seferidir. Akıl sahipleri; “O” azim peygamberin bizlere örnek her bir halinin, malayani olmadığını, tamamının bir gaye-i ilahi olduğunu idrak edip, “O” insan-ı kâmili (s.a.v), kendilerine bir rehber, hayatını da kendi yaşantılarında bir Numune-i Ekber ilan eder ve ona göre yaşarlar. Çünkü bizzat Rabbül Âlemin (c.c) “Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”(Ahzab Suresi-21) buyurmuştur.
Tüm bu güzel duyguların eşliğinde örnek peygamberin yolundan giden ehl-i iman için en güzel örnek olan Resul-ü Kibriya efendimize tekrar salat ve selam ederken, Cenab-ı Mevla’dan bizlere; “O” mübarek peygamberin yolundan bir an bile ayrılmadan, O’nun örnek hayatını bir yaşam şekli tatbik edecek şekilde yaşayıp bu fani âlemi nihayete erdirebilmeyi nasip etsin diye dua ve niyaz ediyorum.
Kadir PANCAR
22/03/2012
Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!
Matematik Konularından Seçmeler
matematik
(301)
geometri
(133)
ÖSYM Sınavları
(61)
trigonometri
(56)
üçgen
(49)
çember
(36)
sayılar
(32)
fonksiyon
(30)
türev
(26)
alan formülleri
(25)
analitik geometri
(23)
dörtgenler
(19)
denklem
(18)
limit
(18)
belirli integral
(14)
katı cisimler
(12)
istatistik
(11)
koordinat sistemi
(11)
fraktal geometri
(7)
materyal geliştirme
(7)
asal sayılar
(6)
elips
(3)
tümevarım
(3)
binom açılımı
(2)
hiperbol
(2)








